NASIL
YAZIYORUM?
Gerçekten de, okurlar meraklıdırlar. Haksız da sayılmazlar. Ben,
masa başından çok, fazlaca gezer dolaşırım. Yani iş, masa başına
geçip yazmaya kaldığı zaman, mesele çoktan hallolmuştur. Gezer
dolaşırım. Gezip dolaşırken kafam boyuna çalışır. Ya, yıllarca önce
beni şiddetle ilgilendirmiş bir konuyu düşünmekteyimdir, ya da hemen
o gün kafama bir şey takılmıştır. Ama daha çok, yıllarca önce kafama
takılan, beni zaman zaman şu ya da bu vesileyle kendisi üzerinde
düşündüren bir konudur da, nasıl yazsam diye, biçimi üzerinde
dururum. Öyle ya, öz belirgin. Biçim? Çünkü daha önce çeşitli
biçimlerde bir şeyler yazmışsınızdır. Daha önce yazdıklarınızda
kullandığınız biçimlerden ayrı, başka, çok başka olmalıdır. İşte
gezip dolaşırken beni düşündüren noktalar bunlardır:
1) ÖZ - Niçin
yazıyorum bu konuyu? Ne demek istiyorum?
2) BİÇİM - Nasıl söylemeliyim?
Yukarıdaki öz ve biçim
çözümlenmişse, hele bir de nasıl başlayacağım kafamda
satırlaşıvermişse, değme keyfime. Bir kol çengi, sırasına göre
canımın o an çektiği İstanbul’un artık hangi lokanta, ya da
meyhanesiyse, atarım kapağı. Fazla içmem. Neşemi sürdürmek, daha iyi
düşünmek için pek pek iki duble. Bu iki duble içilirken, konu kendi
kendini yazar da yazar. Size bir Örnek: Bereketli Topraklar
Üzerinde’nin ilk yazılışında Adana’daydım. Kafamda bu. Öz ve
biçimini tespit etmişim de romanı yaşıyorum. Köse Hasan’ın ölüm
sahnesine takılmıştım. O sırada tam Seyhan kıyısındayım. Kendi
kendime mırıldanarak, Hasan’ın hemşehrisine vasiyetini en iyi
biçimde vermek için nasıl dedirtmeliyim diye, bir, beş, on,
tekrarlar yapıyorum. Birden istediğim klişe düştü kafama:
“-Kardaşlar, beraber tuz epmek yidik. Ola ki, benim size hakkım
geçmiştir. Benim iflahım kesik...” falan der ya? Oralara gelince bir
an Köse Hasan oldum sanki. Elimde kızım için satın aldığım saç
tokası. Hemşehrilerime bunu kızıma götürmelerini vasiyet ediyorum.
Öyle dokundu ki, başladım ağlamaya. Çevremde insanlar. Görmelerinden
de çekiniyorum. Açtım adımlarımı ama, hemen kâğıda kaleme sarılıp o
pasajı notladım.
Çoğunluk geceleri,
sabaha karşı saat dörtte kalkar, kahvemi kendi elimle pişirir,
makinemin başına geçerim. Üç, dört, beş, bazan hızımı alamam altı
saat durmamacasına çalıştığım olur. Hele âşıksam! O zaman iş
değişir. Parmaklarım yazı makinemin tuşlarında rüzgârlaşır.
Rüzgârlaşır, çünkü yazdıklarımı sevdiğime götürüp okutacağım. O
okur, ben onun sesinden kendi yazdıklarımı zevkle dinlerim. İnanır
mısınız, o okuduğu zaman, yazdıklarım benden çıkar. Sanki o yazmış
da bana okuyor!
Sokakların Çocuğu
baştan başa o yılların verisidir. Bir de, evet bir de Bir Filiz
Vardı! Dikkat ederseniz, bu iki kitapta üslûp tamamen değişiktir.
Şimdilerde çöller
gibiyim. Ne aşk, ne meşk.
Bir de Müfettişler
Müfettişi’ni yazarkenki acı günlerim... Bunu özellikle
belirtmeliyim. Beş yaş küçüğüm aşağıda, komada, can çekişiyor, ben
yukarda, odamda Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilecek olan bu
romanımı yazmak zorundayım! Bir yanda ölüm, ötede komedi, mizah.
Kitabın sonlarındaki ölüm sahneleri, yani romanın kahramanı olan
zâtın annesinin ölümünde, sanırım, içinde bulunduğum ruh halinin de
payı vardır.
Çoğu zaman öz ve biçim
iyice belirlenmiş, hatta yazılmaya da başlanmış olabilir. Olabilir
ama, attığım taş istediğim kuşu vuramamıştır. Yâni, “Bayram haftası”
demek istedim, yazdıklarımdan “Mangal tahtası” çıkar. O zaman, bir
iç huzursuzluğudur başlar. Günler, haftalar, bazan aylar... sonunda
kaldırıp atar, unutmaya karar veririm. Ne mümkün? Zaman zaman,
başını çıkarır içimden, bana kendini gösterir. Yıllardan sonra, hiç
ummadığım, hatta onu düşünmediğimi sandığım bir an kafama düşüverir.
İstediğim olmuş, attığım taş istediğim kuşu vurmuştur. (1).
SANAT ANLAYIŞIM
SANATIMIN AMACI
Sanatımın amacı... Şöyle özetlemekte bir sakınca var mı acaba?
Halkımızın, genel olarak da insan soyunun müspet bilimler
doğrultusundaki en bağımsız koşullar içinde, en mutlu olmasını
isteme çabası.
Ünlü Lincoln’ün
demokrasi tarifi gibi: “Halkın, halk için, halk tarafından yönetimi”
der o. Biz de neden şöyle demeyelim? “İnsanlığın, insanlık
tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat.” (Varlık,
1.8.1970)
FELSEFÎ GÖRÜŞÜM
-Felsefi görüşünüz nedir? Eserlerinizdeki yankısı?
- Bu sorunuzun karşılığını birinci sorunuza verdiğim karşılıkla
yanıtlamış sayılsam da, bir parça daha açıklamakta mahzur yok:
Toplumcu bir yazar, “materyalist bir felsefe”ye sahiptir şüphesiz.
Ama bu materyalizm, metafizikçi yönü de bulunan bir materyalizm
olmayıp, “bilimsel materyalizm”dir. Buradan hareket eden müessir,
yani yazar, eserleriyle de bu hareket noktasına paralel olacaktır.
(Varlık, 15.1.1966).
SANAT VE PROPAGANDA
Hangi türden olursa olsun, sanat eserinin, onu yaratan
sanatçının fikri aşamasından gelen bir “propaganda” aracı olmamasına
imkân var mı? Toplumcu bir yazarım demiştim. Toplumcu bir yazar da,
düzensizliğini yerdiği bir toplumun düzene girmesini istemekle, o
toplumu teşkil edenlerden “her birinin” ekonomik hürlüğünü istiyor
demektir. Bu istem, bu isteme karşın olan “Çıkarcılar”a, yani mutsuz
insanlar mahşeri içinde yalnız kendi mutluluklarını düşünen,
ellerine geçirmişlerse bunu kaçırmak, başkalarıyla paylaşmak
istemeyenlere karşın olacağından, davranış elbette politiktir ve
şüphesiz tiyatro yazarı, eseriyle fikirlerini savunuyordur. Ama bu
savunu bir ekonomi, bir sosyoloji, bir bilmem hangi bilim kitabı
kuruluğunun bilimsel kesinliğiyle değil, söz sanatının sahneye
uygulanmış ve estetik yönü ön plana alınmış, artistik bir savunusu
olabilir. Yani sanatçının tutumu “eğlendirici” olmaktan çok,
“düşündürücü” olmalıdır. Ya da bir başka deyimle, gerekiyorsa,
“güldürüp ağlatarak düşündürmeli”dir. (Varlık. 15.1.1966).
SANAT VE EĞİTİM
- Sizce tiyatro, toplumu eğitmekte faydalı olabilir mi?
- Yukarıdaki açıklamamdan anlaşılacağı üzere, tiyatro, öbür sanat
türleri gibi, toplum eğitiminde şüphesiz faydalı olabilir. Toplum
düzensizliğinin nedenleri, niçinlerini sahnede kurcalayan bir oyun,
eskilerin dediği gibi, hem pir “mekteb-i edeb”, hem de ciltlerle
ekonomi, sosyoloji ve psikoloji kitabının kolay kolay
öğretemeyeceklerini belletiveren bir anlatım aracıdır. (Varlık,
15.1.1966).
SANATTA BİLDİRİ
- Oyunlarınızla topluma iletmek istediğiniz bildiriniz nedir?
- Sanat eserinin bildirisi değil de, bence, sanatçının bizzat
kendisi önemli. Toplumcu bir yazarım. Bireyin gerçek mutsuzluk ya da
mutluluğunun, içinde yaşadığı toplum düzenin
den gelebileceğine inanıyorum. Hikâye, roman, tiyatro oyunlarımın da
bu inançtan hız alacağı doğal.
Çağımızın pek çok
toplumları gibi, içinde yaşadığım kendi toplum düzenimizin de
insanlarımızı mutlu kılmaktan uzak olduğu su götürmez. Ben, hikâye,
roman, tiyatro oyunlarımla bozuk düzenimizin nedenlerini
insanlarımıza göstermek, onları uyarmak, gösterip uyarmakla da
kalmayıp bu bozuk düzeni düzeltmeye çaba göstermelerini, bu çabayı
elbirliğiyle göstermemiz gerekliliğini yanıtlarım; yanıtlamaya
çalışırım. (Varlık, 15.1.1966).
BİLDİĞİNİ YAZMAK
Ben, köydeki köylüyü yazmadım.. Çok iyi bildiğim köylüyü yazdım..
Kemal Tahir gibi yaşamadan yazmadım. Kemal Tahir’in romanları, köyde
yaşamadığı için, köyü görmediği için nazarî yazılmış romanlardır..
Kemal Tahir köyü bilmez.. Hele köylüyü hiç bilmez.. Sevmez onları.
Çankırı, Malatya, Çorum hapishanesinde tanımıştır köylüyü.. Oku
Köyün Kamburu’nu, Yedi Çınar Yaylası’nı.. Ben, çok iyi bildiğimi
yazmak isterim.. Yazmak için, görmeliyim, yaşamalıyım.. Ve içimdeki
o hız beni itmeli.. (Nurer Uğurlu / Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, S.
45).
TANIDIĞI İNSANLARI YAZMAK
Ben tanıdığım insanları yazdım.. Son romanım Kanlı Topraklar’da,
bile kimler yok?.. Nuri Has’tan Abidin Dino’ya.. Hacı Ömer’den Osman
Zengiler’e kadar.. Evet, ben tanıdığım insanları yazdım.. Tanıdığım,
konuştuğum, birlikte sigara içtiğim, sırtımı sıvazlayan insanları
yazdım.. Ben bu insanları inceledim, araştırdım.. Ağa oğlu olarak,
namuslu bir vatandaş olarak inceledim.. (Nurer Uğurlu/Orhan Kemalin
İkbal Kahvesi, s. 45.)
- Niçin hep işçi,
köylüleri anlatıyorsunuz? Zenginleri de anlatsanız sanatınız
değerinden mi kaybeder?
- Hep işçiyi, hep köylüyü anlatmak gibi bir inadın sonucu değil bu.
Gerçekçi bir yazar en iyi bildiği şeyi yazmalıdır, İşçi ve köylüler
çocukluğumdan beri içime öylesine yerleşmişler ki.. Bununla beraber,
hikâyelerim arasında halli vakitli kişiler, halli vakitli kişilerin
hikâyeleri yok değil. Örneğin: Pervin, Umum Müdür, Yeni Arkadaş,
Üzüntü. Vukuat Var’daki büyük çiftçi Muzaffer Bey, çevresindeki
halli vakitliler..
Halli vakitlilerden de, bildiğim kadar, söz ediyorum. Keşke daha
geniş tanısam onları da, kitaplar doldursam. (Dost dergisi, Haziran
1958).
- Evet. sosyalist çizgide bir eylemim yok, ama yapıtlarımda sosyal
sınıflar arasındaki durumun ne olduğunu gösteriyorum. Ne dediğini
bilen bir yazar için. sınıflar dışında bir edebiyat yoktur zaten.
Bir toplumda yaşıyorsak, bu topluma bağımlı olmamak olanaksızdır.
(Y. Kenan Karacanlar/Orhan Kemal, 1974, S. 106).
SANAT ENDİŞESİ VE SOSYAL ENDİŞE
- Sanat endişesiyle mi yoksa sosyal endişe ile mi yazarsınız?
- Bu iki endişe birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Sosyal endişe,
sanatçının insan olması haysiyetiyle yurdu ve düşmanı hakkında
vardığı kanaatların neticesidir. Her şeyden önce bir fikir adamı
olması lâzım gelen sanatçı, sosyal endişelerini sanat yoluyla
belirten insandır. Demek oluyor ki, peşin sosyal endişe. Fakat bu,
sanatın ikinci plana itilmesi demek
değildir. Yukarıda da söylediğim gibi bu ikisi birbirinden ayrılmaz
bir bütündür. (Mustafa Baydar /Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, S.
115).
- Toplumcu sanat anlayışının uygulanması eserin estetik değerini
düşürür mü? Düşürmemesi için ne yapmak gerekir?
- Hayır! Hayır ama, eserin estetik, sanat değeri yoksa, toplumsal
konudur diye de değerlenmez. Eğer gerçekten sanat eseriyse, özü
kadar biçiminin estetiği de göz önünde tutulmuş demektir. Yani öze
en iyi, en uygun biçimi vermek sanatçının baş problemidir. (Dost,
1.6.1958).
YAZAR, HALK VE İNSAN
Söylediğiniz gibi, sanatı halkın hayat realitesini aksettirici ve
onun sosyal mücadelelerini destekleyici bir fonksiyon sayan sanatçı,
karşılığında pek bir şey beklemeden vazifesini yapıyor. Üst yanı
ise, halka sırtını dönmüş, çalakalem gidiyor. Onca sanat, bir
eğlendirme, hoşça vakit geçirme vasıtasıdır. Bu bakımdan,
memleketimizin sanatçıları -yüzde bir miktar müstesna- görevlerini
yapmıyorlar. (Yeryüzü, 1.12,1951). Ben halkımı, köylümü, bütün
köylüleri, bütün fakir fukarayı seven bir yazarım.. Belirli bir
takım şartlar yüzünden geri, bilgisiz, görgüsüz, pis kalmış
insanların, imkâna kavuştukları zaman değişip gelişeceklerine,
ileriliği benimseyeceklerine, uygarlaşacaklarına inanıyorum. (...)
Yazmak için yaşamak,
duymak, halkı algılamak gerekir.. Bir yazar için çok gereklidir
halkın içinde kalabilmek.. Ve halkın değişimini algılamak..
Eskimemek için.. Hatta değişimi yakalamak, bu değişimin dışına
düşmemek gerekmektedir. Ve bunun ötesinde bir yazar olarak yaşamım
günü gününe sürer gider.. Her gün çalışmak, her gün yazmak, her gün
boğuşmak gerekir ekmekle.. Bu ara halktan yana olduğum için de çok
güç bir fatura ödetirler.. (Nurer Uğurlu/Orhan Kemal’in İkbal
Kahvesi, S. 63, 135-136, 16).
Ve neticede şuna
vardım: İnsanoğlu, doğal olarak fena değil, kötü değil. Onu toplumun
sosyal şartları kötü yapıyor. Hırsız yapıyor, katil yapıyor, eşkıya
İskender yapıyor, efendim şunu yapıyor, bunu yapıyor. (Beş Romancı
Tartışıyor, S. 52).
KONU
Gerçekten de, konularımın genel kaynağı ne? Bunu sizin sorunuzdan
sonra ciddi ciddi düşündüm. Halk diyeceğim, ama bu tam bir karşılık
olmayacak. Zaman zaman “Halk”la hiç ilintisi olmayan konuları belki
fantezi olarak işlemişimdir. O halde konularımın kaynağı ne? Bunu
şöyle mi belirtsem acaba? Sanatçı olarak, herkes gibi yaşadım,
herkes gibi, herkes kadar düşündüm yurdumu, evreni. Herkes gibi bazı
genellemelere vardım. Daha doğrusu, birtakım “doğru”lara demek daha
yerinde. Bir açım oldu. Bu açıdan çevreme baktım, konularımı seçtim.
Evet evet, bu “seçtim” sözcüğü yerinde. Sanatçı her önüne çıkan
konuyu alıp işlemez, bir seçme yapar. Bu konuyu neden aldım? Niçin
işleyeceğim? İşlemekten amacım ne? Daha açık bir deyimle,
yurttaşlarımla insanlığa ne demek istiyorum? Ne demek isteyeceğim?
diye sorar. Bunu her sefer sormaz şüphesiz. Onda bu bir huy haline
gelmiştir. Konusunu alır, işler. Yani sanatçı, konusunu ister
halktan ister fantezilerden alsın, insanlara güldürü ya da düşündürü
yoluyla bir şey ya da bir şeyler söylemek amacıyla hareket eder.
Yukarıdakiler gözönünde tutulmak şartıyla diyebilirim ki,
konularımın genel kaynağı İNSAN’dır, (Varlık, 1.8.1970).
İYİMSERLİK
Romanlarımdaki iyimserlik bana halkımızı yakından, çok iyi
tanımaktan geliyor. Daha açıkçası ben halkın kendisi, bir
parçasıyım. Onun için yakından görüyor, biliyorum ki en kötü insanın
bile iyi bir yanı var. Daha açıkçası, en kötü insanı içinde yaşadığı
toplum yaratıyor, onun için bizim bulunduğumuz toplumun değil,
dünyanın gelecekte düzene gireceğini, düzenli toplum insanlarının da
daha çok mutlu olacağına inanıyorum. (Ortam dergisi, 1.1.1965).
Toplumda gadra uğramış
insanların -sosyal bakımdan- iyimserliğe ihtiyaçları var. Gerçekten
iş bununla da bitmez. Çünkü iyimserlik uydurma bir şey değildir. O,
yaşamının içinde, insanların tabiatlarında vardır. Bunu hiç dikkate
almadan uydurmaya çalışan yazarlara ben hak vermiyorum. Yazarın bir
amacı olmalı. Bu amaç, halkın yararına dönük olmalı derim. (Nurer
Uğurlu/Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, S. 136).
ÖZLE BİÇİM
- Biçimin önemsiz olduğunu hangi gerçekçi yazar söylemiş? Öz nasıl
matematik bir incelikte kuruluyorsa, biçim de bu kuruluş gibisine
estetik incelikte ele alınmalıdır. Yazarın kişiliğini çoğunlukla
biçim verir. İster üslûp deyin adına ister biçim, yazar kendine özgü
bir deyişe sahip olmalıdır. Sanat gücü buradan gelir. Nasıl ki özün
güçlülüğü sağlam bir dünya görüşüne bağlanırsa. İlâve etmek
istediğim bir şey var: Yazar daima yeni deyişler peşinde olmalıdır.
Bence sürekli yeni deyişleri kovalayan bir yazar ustalaşmış
demektir. Mamafih, yanlış bir anlamaya meydan vermemek için
tekrarlamak isterim ki öz bence biçimden daha önemlidir. Biçim ve
deyiş oyunlarıyla okuyucuyu aldatmayı sevmem. (Pazar Postası,
27.4.1958).
- Hikâyenin konusu mu
yoksa yazılış şekli mi daha önemlidir?
- Bu da birbirinden
ayrılmaz bir bütünse de, bence konusu daha önemlidir, Yani, biçim
dediğimiz şekil, öz dediğimiz muhtevayı değil, muhteva dediğimiz öz,
biçim dediğimiz
şekli tayin eder. Meselâ bir terzi, elbiseyi rastgele yapmaz. Kumaşı
kesip biçeceği bedenin ölçüsünü alır peşin, kumaşı sonra keser. Yani
evvelâ beden, ondan sonra kumaş, daha sonra
da bedene göre elbise... (Mustafa Baydar/Edebiyatçılarımız Ne
Diyorlar, 1960, S. 115).
Üzerlerinde kılı kırk
yararak çalışma fırsat ve zaman bulduğum eserlerimden çoğunda özle
biçimi ayırmadığım açıklıkla görülür. Böyle olduğu halde, sevdiğim
dostlarımdan bazıları beni özle biçimi ayrı ayrı şeyler gibi gören,
daha çok öze önem veren bir yazar gibi göstermek istiyorlar. Yarına
kalmanın, kalabilmenin sırrını kesinlikle bulmuş değilim... Öz ve
biçim üzerine yazılar yazdım.. Bu yazılar genel düşüncelerim
olmaktan çok, çağımızdan önceki çağlarda yaşayıp geçmiş
sanatçılardan, bize bıraktıkları eserlerden bugüne kalmış,
kalabilmiş olanların kalabilme nedenlerini eşelemek oldu. Halit
Ziya’nın, Yakup Kadri’nin, Reşat Nuri’nin ya da Ebubekir Hâzım’ın
günümüze kalması.. Biçimden çok özü görmemek mümkün mü?.. Ama bu
demek değildir ki, yarına kalmanın bilimsel formülü yalnız öze önem
vermektir.. Hayır.. Ben de, dünden bugüne kalanlar da, her sanatçı,
hepimiz istesek de özü biçimden ayıramayız.. Öz, biçim birbirinden
ayrılmaz bir bütündür.. Her sanatçı, gücü kadar bu işe kendini
verir.. Ben de öyleyim.. (Nurer Uğurlu/Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi,
S. 18-19).
- Sanatçı hayatı
boyunca bir tek ses bulur. Bunu arıtır. Dilini güzelleştirir.
Fazlalıkları atar. Hikâyede de öyle. Öz ve biçim birbirinden
ayrılmaz. Bence bugünkü hata da bu noktada. Gençler özden biçime
yapmaları gereken çalışma yerine, biçimden öze bir çalışma
sürdürüyorlar. Her insan olan bedene uygun elbise yapar. Önce bir
beden, bir yapı, bir öz gereklidir. Bu öz kendinden ayrılmaz, bir
biçim yaratır. (Ant, 21.10.1969).
GERÇEKLİK
- Hikâyelerinizin konuları yaşanmış mıdır, hayalî midir? En çok
hangi tiplerinizi seversiniz?
- Hikâye ve romanlarım için bazen şöyle sorarlar: “Bu
anlattıklarınız gerçekten oldu mu?”
Cevap veririm:
“Okuduğunuz şeyler, gerçekten olabilir mi, olamaz mı?”
“Olabilir, olup duruyor...”
Şu halde, önemli olan, gerçekten olmuş olması değil, olabilip
olmamasıdır! Sizin sorunuzun cevabı da bu galiba: Önemli olan,
gerçekten olmuş olması değil, olabilip olmamasıdır. (Mustafa Baydar
/Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, S. 114).
- Gerçekleri işlerken değiştirir misiniz? Ayıklar, düzeltir, seçer
misiniz? Yoksa olduğu gibi mi yansıtırsınız?
- Elbette ayıklar, düzeltir, seçerim. Bunun dışında, yani fotoğraf
makinası objektifi sadakati, mümkün değildir. Gerçekler karşısında
yüzde yüz objektif kaldığını ısrarla ileri sürenler bile aslında
konusunu ayıklar, düzeltir, seçer yani değiştirirler.
Olduğu gibi yansıtmak,
doz meselesidir ve her yiğidin yoğurt yiyişine bağlıdır. (Dost,
1.6.1958).
GERÇEKÇİLİK
Bir bakıma çok kaypak bir kavram. Dışımızda: yani bilincimizin
dışında, bilincimize bağlı olmayarak varolan gerçeğin tıpatıp
fotoğrafını çekip okurlara göstermek de bir çeşit gerçekçilik
sayılır. Ama buna “naturalizm” diyorlar. Şuna benzer: Olmakta olanı
olduğu gibi yansıtmak, başka bir deyimle, doktorun hastasındaki
hastalığı görmekle yetinmesi gibi bir şey. Benim andığım gerçekçilik
yalnızca bu kertede kalmamalı. Onun için sanatçı gerçeğin ölçülerini
kendinde toplayıp “olmuş mu?” ile birlikte “olabilir mi?”nin
karşılığını verebilmeli. Bununla da kalmamalı, “nasıl olmalı?” ya da
karşılık bulabilmelidir. Sanatçı doğanın kopyacısı değil, kendinden
bir şeyler katan bileşimci olmalıdır. Bilmem anlatabildim mi?
(Yelken, 1.11.1963).
Romancının yalnızca
realitenin bir fotoğrafik görünüşünü aksettirişi kâfi gelmez.
Romancının bu felsefî görüşe rağmen, konu üzerinde, yani vermek
istediği realite üzerinde etkin bir rolü vardır. Yine buna, bu
görüşe göre bilinç, sadece mihaniki bir surette realiteyi
aksettirmekle kalmaz, onu işler, tahlil ve terkip eder. (...)
Aydınlık gerçekçilik
deyimiyle yeni bir kavram getirmiyorum. Bu, ünlü Actif Realisme’nin
Türkçeleştirilmiş deyimidir. Bizdeki Balzac’cılar dan da, daha ileri
bir gerçekçilik anlayışı olduğuna inandığım bu metodu istiyorum. O
da, bütün Balzac’cılardan değil elbette. Bana ne? Her yiğidin ayrı
bir yoğurt yiyişi vardır. Balzac’ın büyüklüğüne inanırım ama.
Balzac’ı taklit etmek aklımdan geçmez. Bu hem imkânsızdır, hem de
ikinci, üçüncü Balzac’lara ne lüzum vardır? Bir Durgun Don’u belki
de en sevdiğim büyük roman diye gösterebilirim. (Yeni A, Haziran
1973).
HÎKAYE VE ROMAN
- Hikâye bende romana geçişte bir merhale oldu. Kanaatimce küçük ve
uzun hikâyelerde iyice bilenmeyen kalem, romanı zor yazar, yahut
yazamaz. Çünkü hikâye kompozisyonlarını kolaylıkla kıvıramayan bir
yazar, çok daha büyük, çok daha enine boyuna bir kompozisyon isteyen
romanı meydana getiremez. (Mustafa Baydar /Edebiyatçılarımız Ne
Diyorlar, S. 118).
Hikayeci hikâyeyi
bırakıp romana geçerken, bana öyle geliyor ki, “Hikâyeyi bırakmak”
gibi bir düşünceyle davranmaz. Bu, sanatçının çeşitli nedenlerle
uymak zorunda olduğu bir yeni yoldur. Ayıp olmazsa kendimden örnek
vereyim, bugün yalnız roman değil, tiyatro oyunları, daha önceleri
de film senaryoları yazdığım halde, hikâye’yi bırakmış değilim.
Bırakmaya da niyetim yok. Çünkü hikâye, öteki sanat araçları gibi
bir “anlatım aracı”dır. Sanıldığınca yaşla, başla da ilgisi yoktur.
Daha eski kuşakların sanatçısı, özünde hiçbir değişime uğramasa
bile, biçiminde mutlaka, ama mutlaka uğrar. Her yeni konu, yepyeni
bir biçimde ortaya çıkar sanatçı dikkat ederse. (Akşam, 27.8.1969).
KÖY ROMANI
- Valla, köy romanının inkişafı, romanın inkişafı diye bir şey yok,
benim için, romancının inkişafı var. (...) Romancının göstereceği
bir yol var. Kendisi eğer olumlu bir tipse, göstereceği bir yol var.
Yani, romancı hak bellediği bir yolda mücadelesini yapacaktır. Yani,
karanlıklar içinde tek başına kalacaktır, dalgalar, okyanus içinde
yüzecektir, ne yapacak, şunu yapacak, sırtına düşen, efendim, yük
çok ağırdır; onu tek başına ya başaracak ya da boğulup geberip
gidecektir. Bu... hiçbir yardımcısı da olmayacaktır yani. (Beş
Romancı Tartışıyor, 1960, S. 86).
ROMANCI VE KİŞİLERİ
Sanatçı bir parça da kendi mayasından gelen bir dürtüyle ve elbette
rastlantıyla, bu dürtü ve rastlantılara dayanarak başkalarını
yazıyor. Eski bir sözün dediği gibi, “uslûb-ül beyan ayniyle
insan..” Diyelim muhtar aşırı zamparaydı.. Yani bir anlamda “ırz
düşmanı”.. Ya da içinde yaşadığımız toplumun kişilere verdiği
çeşitli anormalliklerden bir, birkaçına müptelâ.. Bir sanatçı olarak
ben, adamın bu “anormal” yanlarıyla birlikte, sözünü ettiğim ve
gözlerimi yaşartan yanını, asıl bu yanını vermeyi kendime yol
edinmişim.. Demek isterim ki, “içinde yaşadığımız toplum
düzensizliği insanlarımızı buralara kadar düşürürse, asıl suçlu
toplumdaki düzensizlik olsa bile, insanlarımız aslında iyidir,
güçlüdür, kahramandır. Ey insanoğlu, kendi ellerinle bozduğun toplum
düzenini gene sen, kendi ellerinle düzeltip, kendini bu çıkmazdan
kurtaracaksın..” Ama sen tut, Kemal Tahir gibi, insanların bu
yanlarını görme, yalnız “gavat”lık, “deyyus”luk, “pezevenk”lik daha
bilmem nelerini kendine konu al, yaz da yaz.. Romanı bitirip
kapayınca, okuyanda şu etki kalsın: “İşte bu yurdun köylüsü,
kasabalısı, şehirlisi.. Hepsi gavat, hepsi deyyus, hepsi aşağılık
küfürbazlar.. Bunlar adam olmazlar. Bunlarla hiçbir kurtuluşa
gidilmez.. Hepsine gazyağı döküp yakmalı..” Ben böyle roman, hikâye
ne bileyim daha başka sanat türlerini değil evime sokmak, elime bile
almam. Unutmamak gerekir ki, Kemal Tahir, Mustafa Kemal’i de çokluk
bu duruma düşürmek istemiştir. Ama asıl çıkarının nerede olduğunu
bilmeyen bu insanlar vermiştir ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı.. Ve
unutmamak gerekir ki, yurdun kırk binden çok köyünü dolduran bu
insanlar, yurdun üretimini sağlıyor.. Karamsar olmak için sebep
ne?.. (Nurer Uğurlu/Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, S. 39-40).
KİŞİLER, TİPLER
Hikâye ve romanlarımda şimdiye kadar yığınla işçi, köylü tipleri
çizdim.. Bu tipler, düzensiz bir toplumun yarattığı kaçınılmaz
neticeler (pardon) sonuçlardır.. Sebep ne olursa olsun, kötü
yaşayışın gerekli kıldığı mahvedilmiş insanların hikâye ya da
romanları.. Bir kelimeyle serüvenleri.. Yüzyıllar boyunca dünya
romanı yüzde doksan sekiz bu tipleri işlemiş.. Çağımız romanı da
aynı yoldan mı yürümeli?.. Bozuk düzenlerin kaderine boyun eğmeyen,
eğmemesi gereken tipler çizmemeli mi?.. Böyle tipler bugün, bu
toplumda da yok mu?.. Bence var.. İnsanoğlu, topyekûn, daha iyi olma
çabasında.. Hırsız daha mutlu bir yaşama ulaşmak için çalar..
Dinler, insanları daha mutlu kılmak amacındadırlar.. Bunu yeryüzünde
başaramazlarsa, kuru bir öte dünya vaat ederler.. Dikkat ediyorum,
en kötü bir insan bile, daha iyi olmak çabasındadır.. Takıştığı yer,
toplum düzensizliği.. Bilmem anlatabildim mi?.. (...) Bizim
romanımıza, bizim toplumun el etek, batta ayak öpen, korkak,
bireysel çıkarları için alabildiğine alçalan, teslim olmuş tipleri
yanında, teslim olmamış, başkaldıran, kötülüklerle kıyasıya
savaşabilmek için örgütlenme bilincine ulaşmış tipler gerek..
Bileğini tutuverince yatıveren genç kızlar, kadınlar yanında,
bileğini tutturmaya bile yanaşmayan genç kızlar, kadınlar az da olsa
yok mu? var.. Gerçekçilik, içinde yaşadığı topluma yer yer ayna
tutmaktan ibaret değil ki.. Asıl gerçekçilik, asıl yurtseverlik,
içinde yaşadığı toplumun bozuk düzenini görmek, bozukluğun nereden
geldiğine akıl erdirmek, sonra da bu bozuklukları ortadan kaldırmaya
çalışmak.. (Nurer Uğurlu/Orhan Kemalin İkbal Kahvesi, S. 42-43).
OLUMLU TİP VE YAZAR
Bize ne lâzım? Aydınlık, ileri; Kötülüklerle, deliliklerle,
alçaklıklarla, bayağılıklarla mücadele edecek aydın tipler lâzım.
Sefaletin sebebini bilen adam lâzım. Romancının vaz’edeceği felsefe
böyle olacaktır. Tabii endişem sadece bu değil, ortada bir de
estetik endişe var.
Olumlu tip vardır. Ve
olumlu tip de doğrudan doğruya romancının kendisidir. Yani dünya
görüşüdür romancının, dünya görüşü içerisinde kendi memleketinin
geleceğidir. Olumlu romancının; kendisi, yurdu ve dünyası hakkındaki
görüşüdür. Memleketi ve umumiyetle insanlık üzerindeki düşüncesidir.
Ne olacak insanlar?
Suçlu düşecek, sefil, perişan düşecek, şunu yapacaklar, bunu
yapacaklar... Ben buna tahammül edemem. Çünkü onları; kendi çocuğum,
kendi evlâdım yerinde görüyorum. Dünyanın yıkılmasını istemiyorum.
Yüzyıllar boyunca gelip geçen insanları kastediyorum aynı zamanda.
İnsanoğlu kolay kolay mahvolmuyor, yıkılmıyor.
Toplumcu romancı,
siyasal buyrukları süsleyip, püsleyeceğine, yaşamın içine dalsın.
Sanat yoluyla gördüğünü yansıtsın, gizleneni açığa vursun, gerçek
nedenleri bulsun, toplumsal düzenin çarklarını, olayların
karışıklığını, derin anlamlarını ve genel devinimini bulup gün
ışığına çıkarsın. Ezbere, doğa kitabının kafasına kakılmasını değil,
gerçeklerin açık anlatılmasını isteyen okuyucunun kendisi bir
değişikliğin kaçınılmazlığına, gerekliliğine karar vermelidir.
(Vatan, 4.8.1976).
KONUŞMA
...Fazla diyaloga önem verişim, tesadüfi değildir. Anlatmak
istediğimi en iyi böyle anlattığımı sanıyorum. Uzun uzun ruh
tahlilleri yapmaya kalkışmaktansa, muhaverenin diyalektiği ile bu
işi başarmanın çok daha tabii olacağı kanaatindeyim. (...)
Ben bol diyaloglarımla
kabuktan derinlere inmek, yani ruh tahlilleri yapmak istiyorum. Üç
beş konuşma, çoğu sefer sayfalar dolusu izahın yerini tutmalıdır. Bu
iş muhakkak ki çok zordur, hususi bir kabiliyet ister. (...)
Bir de, konuyla sıkı
sıkıya bağlı bir iştir bu. Bir kaide halinde, her konuya biçilmiş
kaftan değildir. Alt alta sıralanan konuşmalar tiplerin ruhlarını
tahlile ve karakterlerini tespite yaramalıdır. Her insan sosyal
durumuna uygun ve kültürüyle sınırlı bir şekilde konuşur. Felsefenin
F’sinden bile habersiz insanların zaman zaman filozoflaştıkları
bilinen bir gerçektir. Filozoflaşır ve duygularını ifade de ederler.
Bu ifade hiçbir zaman felsefeyle uğraşan bir aydının ifadesi
değildir. Kendine mahsus bir deyimi vardır. (...)
Velhasıl diyalog da,
başka şeyler gibi, yazarın elinde bir imkândır. Anlatmak istediği
şeyi en iyi şekilde anlatmak için kullanacaktır. Bütün mesele dozu
kaçırmamak, iyi tayin etmektir. Aksi halde, tiplerin hacmini
vermeye, yani derinliğe inmeye imkân olmaz, çalakalem bir röportaj
meydana getirilmiş olur. Sanat eseriyse -hikâye ve romanı
kastediyorum- röportajdan apayrı bir şeydir. (Dünya, 1.9.1953).
ŞİVE TAKLİDİ
Yani, tiplerinizin ruh tahlillerini siz değil, bizzat kendilerine
yaptırmak istiyor, bunun için de muhaverenin diyalektiğine
başvuruyorsanız, şive farklarını muhafazaya mecbursunuzdur. Ben
şahsen, tiplerime hacim verdiğim, yani bir çeşit kabartma sinema
tekniği kullandığım için, böyle hareket ediyorum. Yani yazar olarak
kendimi aradan çekip, okuyucumu anlattığım şeylerle baş başa
bırakıyorum. Görüyorum ki, okuyucum zekidir. Baş başa kaldığı
şeylerden, anlaşılması gereken şeyleri -benim şerh ü izahım
olmaksızın da- anlayabilmektedir.
Ama bu türlü yazmak
hayli yorucudur, zordur da. Dozu kaçırılır, yahut iyi tayin
edilemezse, muvaffakiyet ümidi azdır. Sonra, konuşturduğun insanları
gayet iyi bilmek, biraz da onlardan, onlar gibi olmak lâzımdır.
Yani, hayatı onlar gibi yaşamış, ıstıraplarını onlar gibi çekmiş
olmak gerekir. Bir kelimeyle, onları çok iyi tanımış olmak. (Mustafa
Baydar / Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, S. 116).
Şive öykünmesini
yazarın kendisi yapmıyor, kişileri yapıyor.. Yazar bu davranışıyla,
“Ey ayrı şiveleri konuşan insanlar! Yanlış konuşuyorsunuz. Doğrusu
benim verdiğim örnektir.. Benim gibi konuşun..” demek istiyor..
Yazarın konuşmasına gelince.. Kişilerin konuşması dışında, en doğru,
en ileri bir dille yazacak, konuşacaktır.. Aksi halde, kişiler
arasındaki özellik kaybolur.. Bütün kişiler aynı dille, yazarın
gelişmiş diliyle konuşur ki, bu yalan olur. İnandırıcı olmaz.. Ama
dilini olsun doğru dürüst konuşamayan insanlara iftira olur. Gönül,
halkımızın yalnız dilde değil, her şeyde uygar bir düzeye, ileriliğe
kavuşmasını ister.. (Nurer Uğurlu /Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, S.
66).
Ben şahsen hikâye ve
romanlarımdaki tiplerin konuşmasına bunun için karışmam. Nasıl
konuşuyorlarsa öyle konuşturur, yanlışlarını düzeltmem pek. Yani
palaspâreler içindeki insana, kostüm giymişti diye iftira etmem. Bu
hareket tarzı, eserin hem havasını temin eder, hem de okuyucuyu
inandırır. (...)
Sadece, belirtmek
istediğim Öze en uygun biçimi vermek için didindim. Böyle didinip
kendimi zora koşacağıma, Murtaza’yla beraber bütün tipleri durulmuş,
tertemiz İstanbul şivesiyle konuştursaydım ne olurdu? Şu olurdu: Her
tipin kendi iç âlemini belirtmeye yarayan kendine mahsus ifade tarzı
kaybolur, eser hem havasından kaybeder, hem de gerçek intibaını
vermezdi. (...)
Bence yazar, öze en
uygun biçimi bulmalı ve tiplerinin tekmil sosyal durumlarıyla
birlikte, dil özelliklerine de dikkat etmelidir. Her devrin insanı,
yaşadığı devir ve şartların damgasını belirtecek şekilde konuşur.
İnsanlarımız günün birinde şive farklarından sıyrılıp ideal
Türkçe’yle konuşacaklar diye, öyle konuştuklarını farzedemem.
Bununla beraber,
romancı yahut hikayeci, elbette dilini işleyecek, ona gücünün
yettiği en iyi biçimi vermeye çalışacaktır. Ama bu, tiplerin bozuk
düzen deyişlerini düzeltmekle olmaz. Diyaloglar dışında, söz sırası
kendine geldikçe, dilinin en doğru ve en güzel örneğini verecektir.
Böyle hareket etmekle yazar, dilin hem bugünkü durumunu göstermiş
olur, hem de nasıl olması gerektiğinin cevabını vermiş olur.
Ben böyle düşünüyorum.
Zaten lüzumundan fazla çok ağdalı şive ve taklitleriyle
anlaşılmazlığa düşmekte mana yok. Başarılı stilizasyon en doğrusu.
(Dünya, 15.9.1953).
Şive taklidi mutlaka
lâzımdır. İfadeye kuvvet vermek, yazarın anlattığı insanları
gerçekten tanıdığı hissini uyandırmak için ve çok ustaca yapıldığı
takdirde, işin tuzu biberi kabilinden, az miktarda, yani anlaşılır
şekilde şiveden faydalanılmalıdır, inancındayım. (Dünya,
15.10.1953).
DİL
- Genel olarak dil, söz sanatlarının baş aracıdır. Bir anlaşma
aracı. Bizim gibi, yüzyıllar boyu çeşitli kültürlerin etkisinde
kalmış, bu etki hâlâ sürüp giden bir ülkenin yabancı kelimeler ve
kaidelerle paçal olmuş dilini arıtıp durultmak görevi elbette ilkin
sanatçının ödevi. Bu bakımdan, dilimizin durulması gerektiği
üzerinde oyun yazarlarının da ciddî ciddî durmaları kaçınılmaz. Ben,
hikâye ve romanlarımda olduğunca, tiyatro oyunlarımda da “Rahatça
anlaşılma”dan yanayım. Kökü Türkçe olan ve halk tarafından
kolaylıkla anlaşılan kelimelerden üremiş yeni kelime ve deyimleri
kullanılmakta hiçbir sakınca duymam. (Varlık, 15.1.1966).
YERELLİK
-Yerel olmak sanatçının tutumuna bağlı. Ben, yerel olmayı istiyorum.
Yerel kapılardan uluslararası ortama açılmalı, diyorum. Sanatçı
yapıtında beşerî tarafları yansıtabildiği oranda uluslararası bir
güce ulaşacaktır. Kökü mutlaka sınıf gerçeğine dayanan, insana
dayanan yeni yollar aranıp bulunduğu oranda evrensel yapıtlar ortaya
konulacaktır. (Ant, 21.10.1969).
YURT VE ULUS SEVGİSİ
- İnsan sevdiklerinin refahını ister. İstemekle de kalmaz, bu refah
ve mutluluğun gereklerini arar, bulur, açıklar. Ben de bu işi
yapıyorum. Yurdumun ve yurdumun insanlarının mutluluğu, benim ve
çocuklarımın da mutluluğu demektir. Yani, milletim gelişirse, ben
de, bana bağlı olanlar da gelişir, iyi günlere ererler. Ben
kalemimi, aslında öteki milletlerden hiçbir bakımdan geri olmayan
milletimin gelişmesini engelleyen şartlara karşı koymuş bir yazarım.
Tuttuğum yolda gücümce yürüyorum, yürüyeceğim. Yazmamak, kendimi
ödevlendirdiğim kutsal ödevimden kaytarmak olmaz mı? (Dost,
1.6.1958).
Adana’da, Milli
Mensucat Fabrikasında uzun yıllar küçük memurluk, kâtiplik yaptım..
Gurbete çıkan, Adana’ya inen köylülerle tanıştım.. Çırçır işçileri..
Pamuk işçileri.. Onların mektuplarını yazdım.. Onların dilekçelerini
yazdım.. Bu halk çocuklarının şehir madrabazlarının elinde nasıl
sömürüldüklerini gördüm.. Ben yurdunu seven bir insan, bir yazar
olarak, yurdumun kalkınmasının gerekleri üzerinde düşündüm.. Fikir
yordum.. Fikir yormakla da kalmadım, bu çeşit romanlar yazarak
eyleme katılmış oldum. Karınca kararınca tabii. İstiyordum ki,
yurdum Batı ülkeleri ayarına yükselsin.. Yurdumu geri bıraktıran
etkenler, koşullar ortadan kalksın.. (Nurer Uğurlu/Orhan Kemal’in
İkbal Kahvesi, S. 45).
ULUSALLIK
Ulusal sanat bir milletin mahalli renklerini, havasını veren sanat
demektir. Her milletin kendine özgü, öteki milletlerden ayrı bir
havası vardır. Ulusal sanat bu ayrı, bu kendine özgü havayı temsil
edebilen sanattır. Türk sanatçısı da çeşitli sanat türlerinde.
Batılı sanatçılar kadar kendine özgü havayı temsil etmektedir.
Ulusal olmadıkça evrensel olunabileceğine inanmıyorum. (Nurer
Uğurlu/Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, S. 362).
HÎKAYE ÇIKMAZDA MI?
- Hikâyeciliğimizin genellikle bir bunalıma girdiğine ve gitgide
okurunu yitirdiğine inanmıyorum. Her çağda hikâyecilik “yeni ve
kendine özgü”yü ararken bir bunalıma düşmüş gibi görünür. Çünkü her
yeni kuşak, kendinden önceki kuşaklardan ayrı bir anlatım [bulmak]
zorunda kalmıştır. Sanat türleri içinde, kendini en zor
kabullendiren, okuyucuyu en zor bulan uğraş hikâyeciliktir bence.
Bugün de dün, Önceki günlerde olduğunca yeni kuşaklar yeni hikâyeyi
aramakta, kendilerine özgü sesi elbette bulmaktadırlar. Yalnız yeni
sesi değil, kuşkusuz yeni özü de. (Akşam, 27.8.1969).
- Hikâye çıkmazda
değildir. Hikâye gerilemiyor. Hikâye sanatı zorlaşıyor. Zaten hep
böyledir. Yüz kişi yazmaya başlar, bunlardan üçü kalır. Bu üç
kişinin yaptığının alıcısı vardır. Bütün genç hikayecilerin dilleri
tertemiz. Bunlardan bir öncekilerin de dilleri temiz ve arıktı.
Osmanlıca bilmemeleri buna sebep oluyordu. Bu nedenle bize göre
avantajlı bir
noktada çalışmaya başladılar. Ayrıca toplumsal açıdan, teorik olarak
hazırlanmaları da bize göre çok daha kolay. Sosyo-ekonomik
problemlere sarılsalar, dejenere konulara el atmasalar,
çok güçlü eserler verirler. (Ant, 21.10.1969).
GENÇ YAZARLAR VE TOPLUM
- Sözünü ettiğim gibi sosyo-ekonomik bilgilenmesi, toplumsal kültürü
olan gençler, son dönemlerde yaşadıkları olayları hikâyeye getirmeye
başladıkça, sahip oldukları güzel ve temiz dilleriyle hikâyeyi bu
yöne kaydıracaklardır. Onlar gençliğin sanatçıları olacaklar. Ve
geniş halk kitlelerine onların mesajı, hem de tutarlı mesajı
olacaktır. Ben, Demir-Döküm olayını, Derby grevini daha bozuk bir
dille, daha kötü bir biçimde dahi işleseler, gençlerin bugün
yaptıklarından daha iyi şeyler elde edeceklerine inanıyorum. (...)
Cinsel sorunları tek
başına işlemek bir şey halletmez. Toplumsal sorunlar bütünü
içerisinde, ama bir ayırımda yeri vardır cinsel sorunların. Ana
amaç, kitlelere hitaptır. Halkın dertlerinin sanat içerisinde yer
alması gerekir. “Ben, değişik bir şey yaparım, bu olur,” demek
yanlıştır. Halk, hikayecide kendine yarar bir şey bulmalıdır. Çünkü
devamlı olarak bunu arar. Sanatı toplumsal konuları ele alıp ön
plana çıkararak, toplumu ileri götürücü bir güce ulaşır. Dünya ve
ülke koşullarını beğenmeyen kişi, sanatı ve bedeniyle bunun
mücadelesini yapmalıdır. Bir mesajla bunu sunmalıdır. Bunu
yapmayanlar fazla ses çıkarmamalıdır. Sanatçının hası, halka
önderlik eden, baskılara karşı duran kişi olmalıdır. Hem
yapıtlarıyla, hem davranışlarıyla bunu ortaya koymalıdır. (Ant,
21.10.1969).
NOTLAR
(1) Bak: Ahmet Köklügiller, “Nasıl Yazıyorlar?”, Varlık, 15.3.1968.
|