Zaman zaman korkuya kapılıyorum. Türkiye'de
garip şeyler oluyor. Bildiğin, nicedir okuduğun bir yazar, bir de
bakıyorsun ortadan kaybolmuş; yer yarılmış içine girmiş.
Kitabevlerinde yok; yayınevlerinin kataloglarından silinip gitmiş.
Ara ki, bulasın kitaplarını. Bereket, kimileri hâlâ kitaplığımda;
kimilerini de arkadaşlarımın kitaplıklarında buluyorum. Ne ki,
bırakın kitaplarını, esamesi okunmuyor yazarın.
Evet, bir dönem, yapıtlarıyla yalnızca edebiyat dünyasını değil, tüm
toplumu etkilemiş bir yazar, sonradan, günün geçerlilikleri
karşısında yok olup gidebiliyor, en azından eskisi kadar okunmaz
olabiliyor, unutulabiliyor. "Daha doğal ne olabilir!" diyebilir; bir
ölçüde haklı da olabilirsiniz. Gerçekten de, belirli bir dönemin
dünyasıyla, belirli bir dönemin duyarlığıyla sınırlı kalan, aşamayan
yazarlar vardır. Ya da, yapıtlarında yarattıkları dünyanın, duyarlık
ortamının getirdiği popülerliğin yüzeyselliğiyle yetinen yazarlar.
Uzağa gitmeye gerek yok. Muazzez Tahsin Berkand'ın, Kerime Nadir'in
böyle yazarlar olduklarını söylemek yanlış mı olur? Bugün yeniden
yayımlanabiliyorlarsa, geçmişten günümüze kalabilen, günümüzden
geleceğe kalabilecek derin bir insancıllığı, edebiyat düzeyini,
evrenselliği barındırdıklarından değil, biraz unutulanlara sahip
çıkma kaygısıyla, biraz da hiçbir zaman tam anlamıyla var olmamış
bir saflığı geçmişin bir döneminde, bir yazarında, bir romanında
arama eğiliminin ağır basmasıyla yayımlanıyorlar. Diyeceğim, hemen
hemen tüm ülkelerin edebiyatlarında rastlayabileceğimiz böylesi
yazarların geçicilikleri hiç de olağandışı değil.
Sığlık ve derinlik
İşin çapraza sardığı nokta, sanırım, edebiyat açısından gerçekten
değer taşıyan, nitelikli yazarların eskisi kadar aranmaz, okunmaz,
anımsanmaz, giderek görünmez, bilinmez oluşlarında. Bunda, elbette,
bir değil birçok etkenin etkisi var. Bence, bir simge yıl olarak
1980'i 'milât' sayarsak, çok ciddi bir dönüşüm, değişim yaşanıyor
dünyada. Teknolojide, kültürde, siyasette... Dünyadaki kökten
değişim, kuşkusuz, özgün ve özgül koşullarıyla tek tek ülkelere,
toplumlara da yansıyor. Uzun uzun tartışılması gereken ve
tartışılmakta olan bu hızlı dönüşüm sonucunda, bir yazarın ansızın
ortadan kaybolduğunu görüyorsunuz. Bunun bizdeki çok çeşitli
nedenlerinden biri de, yanılmıyorsam, edebiyat alanında sağlam bir
eleştiri, inceleme, araştırma, değerlendirme geleneğinden yoksun
olmamız; olduğu kadarının da edebiyat okuruyla buluşamaması,
edebiyat okurunun yazara yönelmesinde yeterince etkili olamaması.
Güncelliklerin kalıcılıklara, sığlıkların derinliklere hep üstün
gelmesi. Edebiyat yapıtlarıyla ilgili güncel, bire bir, edebiyat
dışı yorumların, edebiyatın kendi ölçütlerine yaslı
değerlendirmeleri silip süpürmesi.
Eleştiri geleneği
Yanlış anlaşılmasın, Türkiye'de edebiyat eleştirisi yok mu, kuşkusuz
var. En azından 1940'lardan günümüze eleştiri alanına değişik
açılardan, farklı yaklaşımlarla katkıda bulunan birçok yazar
sayabilirim: Ataç, Berna Moran, Adnan Benk, Memet Fuat, Asım
Bezirci, Akşit Göktürk, Fethi Naci, Hilmi Yavuz, Doğan Hızlan, Ahmet
Oktay, Mehmet H. Doğan, Atilla Özkırımlı, Murat Belge, Füsun Akatlı,
Orhan Koçak, Semih Gümüş, A. Ömer Türkeş. Bir çırpıda sayarken,
kuşkusuz, anımsayamadıklarım da olabilir. Sözünü ettiğim yazarlar,
elbette, edebiyat eleştirisinin gelişmesine, Türk edebiyatındaki
akımlar, yazarlar ve yapıtların açımlanıp çözümlenmesine, dünya
edebiyatıyla ve toplumumuzla bağlarının kurulmasına kimsenin
yadsıyamayacağı katkılarda bulundular. Ama, nedendir bilinmez, tek
tek eleştirmenlerin varlığı, toplumda yer eden etkili bir eleştiri
geleneğine dönüşmüyor. Başka bir deyişle, okur kitlesinin büyük
çoğunluğu, yazar ve kitap seçiminde eleştiriyi ve eleştirmeni değil,
gazeteler ve TV kanallarındaki gündelik karşılayışları kerteriz
alıyor. Sanki, toplumla eleştiri arasında bir kan uyuşmazlığı söz
konusu.
Kemal Tahir nerede?
Bir dönemin 'geçerli' bir yazarının, izleyen bir dönemde birden
'geçersiz' kalışına dönersek, ilk ağızda Orhan Kemal ile Kemal Tahir
geliyor aklıma. Orhan Kemal ile Kemal Tahir, ikisi de 1930'lu ve
1940'lı yıllarda toplumcu seçimleri yüzünden hapis yatmış olsalar
da, birbirlerinden çok farklı yazarlar. Kemal Tahir, özellikle
Yorgun Savaşçı, Devlet Ana, Kurt Kanunu gibi romanlarıyla,
Türkiye'nin geçmişten bu yana gelişen yapısını ortaya koymayı
amaçlayan; bunu yaparken, oluşumuna da önemli katkılarda bulunduğu
belirli bir 'sav'ı savunmayı üstlenen bir yazardı.
Doğruluğu/yanlışlığı bir yana, 'sav'ın kendisi, savunulduğu
romanların o kadar önüne geçti ki, 'sav'ın çok canlı bir biçimde
konuşulduğu, tartışıldığı dönem ve ortamın ortadan kalkmasıyla
birlikte söz konusu romanlar da dolaşımdan kalktı. Ne ki, bu gerçek,
Kemal Tahir'in günümüz edebiyat ortamında nerdeyse hiç okunmaması
gibi acıklı bir olguyu açıklamaya yeter mi? Göl İnsanları'ndaki o
dört öykünün, Esir Şehir üçlemesinin yazarının, Türk edebiyatından
hiç geçmediğine inanacağız handiyse.
Toplumsal bağlam
Orhan Kemal ise, her ülke edebiyatında rastlanan, belki bir Maksim
Gorki gibi entelektüel kökenli olmayan yazarlardan. Geniş halk
yığınlarının günlük yaşamından seçtiği konuları gerçekçi bir
anlatımla işleyen; genellikle ezik, sömürülen, yoksul insanlar
arasından seçtiği kahramanlarının yaşamlarını, sorunlarını, iç
dünyalarını yansıtırken, toplumsal yapıdaki çelişkileri ustaca
sergileyen bir yazar. Orhan Kemal'in yapıtlarını okursak,
endüstrileşmenin, kırsal kesimden kentlere göç olayının,
işçi-işveren ilişkilerinin, geçim kavgalarının yol açtığı sorunları
ne denli güçlü bir gözlem gücüyle, ne denli özgün, yalın bir
anlatımla ortaya koyduğunu görürüz. Gerçek bir edebiyat tutkununun,
Orhan Kemal'in Babaevi, Avare Yıllar, Kardeş Payı, Bereketli
Topraklar Üzerinde gibi yapıtlarından bugün de keyif almaması
zordur. Ama, Kemal Tahir gibi Orhan Kemal de günümüz toplumsal
bağlamının nerdeyse dışında sanki.
Üstelik, bu 'bağlam dışı kalma'nın nedenleri bile tartışılmıyor.
Oysa gazetelerin kültür sayfalarında, kitap eklerinde, TV
kanallarındaki izlencelerde, edebiyat dergilerinde düzenlenecek açık
oturumlarda yazarların, araştırmacıların, toplumbilimciler,
iktisatçılar ve ruhbilimcilerin bir araya geleceği tartışmalar
gündeme getirilse, yalnızca sözünü ettiğim yazarların günümüzdeki
konumuna ilişkin değil, son dönemin yayıncılık anlayışı, okur ve
yazarın geçirdiği değişim, yığın kültürünün nitelikli olan her şeyi
ezip geçmesi, giderek toplumun geçirdiği değişime ilişkin ne
ipuçları çıkar ortaya.
Ucuz kitaplar
Son günlerde kimi yayınevleri kimi yazarların kimi kitaplarını
bugüne değin görülmemiş sayıda basarak ve bugüne değin görülmemiş
ölçüde ucuza satışa sunarak belirli sınırları aşmaya yöneliyorlar.
Üstelik, böyle yaparak, korsan yayıncılığı da köşeye sıkıştırmayı
amaçlıyorlar. Açık söylemek gerekirse, böylesi bir yaklaşımın korsan
yayıncılığı önlemeye yetmeyeceğini düşünüyorum. Korsan yayıncılıkla
savaşımın, gene de yasalardan geçtiği kanısındayım. Bilinçli
savcılar ve güvenlik görevlilerinin bilinçli bir biçimde
uygulayacakları çağdaş yasalardan.
Çok sayıda basılan, çok ucuza satılan kitaplara gelince, bunların
uzun sürede yazarlara da, okurlara da bir yarar getireceğini
sanmıyorum. Uzun zamandır pek okunmayan nitelikli bir yazarı 'diriltme'nin,
onun bir kitabının çok ucuz basımını yapmaktan değil, kitaplarının
nitelikli basımlarını yapmaktan, eleştirel bir yaklaşımla
hazırlanmış bu yeni basımların yanı sıra uzmanlarına yazarın
yaşamöyküsünü yazdırmaktan, çevresinde satışa dayalı değil, düşünsel
bir tartışma ortamı yaratmaktan geçtiği kanısındayım.
Diyeceğim, uzunca bir zamandır, kitabın, yazarlığın, edebiyatın,
yayıncılığın gerçek sorunları gündeme gelmiyor; böyle olunca da,
sağlam temellere dayanmayan, geçici 'çözümler' uçuşuyor ortalıkta.
--------------------------------------------------------------------------------
'Görülmeyen Adam' metaforu
Richard Wright'ın Kara Çocuk'unu da, Ralph Ellison'ın Görülmeyen
Adam'ını da 1970'lerde, E Yayınları'ndan (Cengiz Tuncer ve Aydın
Emeç'in E Yayınları) çıkan çevirilerinden okumuştum. Görülmeyen
Adam, geçenlerde Literatür Yayıncılık'tan yeniden yayımlandı. Wright
ve Ellison, ABD'deki Siyah edebiyatının önde gelen iki temsilcisi.
Wright, 1940'lı yıllarda, edebiyatı ırkçılıkla savaşın alanı kılan
en önemli yazarlardan biriydi. Ellison, 1950'lerden başlayarak,
Wright'ın açtığı yoldan yürüdü, ama çok farklı biçemlerde.
Ellison, özellikle 1953'te yayımlanan Görülmeyen Adam adlı
romanında, Wright'ın karakterlerine hiç uymayan yeni bir Siyah
'kahraman' getirdi edebiyata. Wright'ın, kendilerini ezen bir
toplumun ürünü olan karakterleri öfkeli, eğitimsiz, kendilerini iyi
ifade edemeyen tiplerdi. Ellison'ın 'görülmeyen adam'ı ise eğitimli,
kendi kendinin ayırdında bir karakterdi. Ellison, AfroAmerikan
kültür ve duyarlığının, gerek Beyaz gerek Siyah yazarlar,
toplumbilimciler ve politikacılar tarafından ortaya konulan düşkün,
kaba görünümün çok ötesinde olduğu kanısındaydı. Siyahlar'ın kendi
geleneklerini, kendi ritüellerini, kendi tarihlerini yarattıklarını
savunuyordu Ellison.
İki yazarın karakterlerini oluştururken benimsedikleri farklı
yaklaşımlar, biraz da, yetişmiş oldukları ortamlardan
kaynaklanıyordu. Wright'ın protesto edebiyatı, ırkçılığın ürkünç
boyutlara eriştiği 'derin' Güney'de yaşanmış yabanıl bir çocukluk
çağının doğal sonucu sayılabilirdi. Ellison'ın daha serinkanlı
tutumunun ise, köleliğin hiçbir izinin bulunmadığı Oklahoma'da
geçmiş bir çocukluktan kaynaklandığı söylenebilirdi. Ellison,
Oklahoma City'nin en yoksul ailelerinden birinden gelmesine karşın,
iyi bir okula gitme olanağı bulmuştu. Yıllar sonra, çocukluk
dönemini anlatırken, "Kentte iki çeşit insan vardı," diyordu.
"Günlük giysilerini pazar günleri de giyenler ve pazar giysilerini
her gün giyenler. Ben, pazar giysilerini her gün giyenlerden olmak
istiyordum..."
Ellison'ın Siyah edebiyatına getirdiği yenilikçi yaklaşım, salt
Siyahlar'la sınırlı kalmaktan çok, evrensel bir kimlik sorunsalını
içeriyordu. Onun 'kahraman'ı, 'görülmeyen', 'görünmez' bir adamdı.
Ellison'ın bakışı evrenseldi; Siyahlar'ın ABD'de başına gelen,
insanoğlunun kargaşa içindeki, bazen de kayıtsız bir dünyada geçerli
bir kimlik bulma çabasının bir metaforuydu. Onun bu yaklaşımının,
Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülen ilk Amerikalı Siyah yazar olan
Toni Morrison'a kadar uzandığı söylenebilir.
Görülmeyen Adam'ın çevirisi Mehmet H. Doğan'ın. Yaklaşık otuz yıl
önce yapılmış bu usta işi çevirinin dili yeniliğini koruyor. Bunu
neden söyledim? Yeni yapılan birçok çeviride aynı yeniliği
göremiyorum da ondan.
Sözün özü
Âşık olamayan âdem benzer yemişsiz ağaca.
Yunus Emre
Aşkın iğnesiyle dikilen dikiş/
Kıyamete kadar sökülmez imiş.
Seyranî
Gerçek aşk cinlere perilere benzer: Adı dillerde dolaşır, ama
gözüyle gören pek azdır.
La Rochefoucauld
Aşktan kurtulmak, ona yakalanmak kadar kolay değildir.
Thomas Hardy
İlk aşkın devrimden farkı yoktur: Hayat, hiç değişmeden sürüp
giderken, birden allak bullak olur.
İvan Turgenyev
Aşk, bilhassa akşamları nöbetini arttıran bir hastalıktır.
Hüseyin Rahmi Gürpınar
Arzuladıkça kulunum/ Arzulandıkça kölen.
Bedri Rahmi Eyuboglu
. |