Nedendir bilinmez, uzunca bir süredir, adından söz edilmeyen bu
büyük yazarımızın yapıtlarının yeniden okura sunulması, hem yazın
dünyamız, hem kültürümüz adına son derece sevindirici bir gelişme.
Bir zamanlar on binlerce okuru derinden etkileyen, Türk edebiyatının
akışına yön veren bu yazarımızın, genç kuşaktan insanlarla
buluşmasının edebiyat geleneğimiz açısından da çok önemli olduğunu
düşünüyorum. Konu açıldığında, köklü bir roman geleneğimizin
olmayışından, edebiyatımızın cılız kaldığından söz edilir. Oysa,
Batı edebiyatı kadar görkemli olmasa da edebiyatımız, hiç de
küçümsenecek bir durumda değildir. Ama farkında olana. Farkında
olana diyorum, çünkü, yazarlarımızın çoğu edebiyat tarihimizi
bilmezler. Kendi dilimizde yazan sanatçıları bilmenin önemini bile
kavrayamamışlardır. Biraz da bu yüzden olacak, tüketim kültürünün,
güncel olan ama kalıcılığı çok tartışılacak değerlerine yaslanarak,
edebiyatımızın yaratıcılarını tarihten çıkarma, belleklerden silme
çabalarına karşı çıkmazlar. Edebiyatımızın kilometre taşları olan
yazarlarımızın, bir unutulmuşluk duvarının ardına gömülmeye
çalışılmasına tepki göstermezler. Bunun nedeni ister cahillik, ister
vefasızlık, isterse kıskançlık olsun sonuçta kaybedenin edebiyat
olduğunu da algılayamazlar. Çok değil, on beş, yirmi yıl önce her
yazdığı olay olan, kitapları üst üste baskılar yapan, birçok yabancı
dile çevrilen Orhan Kemal de son yıllarda unutulmuş
-unutturulmuş-yazarlarımızdandır. Oysa Orhan Kemal ülkemizde köyün
çözülüşünün insan üzerindeki etkilerini yalın bir dille, özgün bir
biçimde anlatan yazarlarımızın arasında yer alır. Onun temel
özelliği gerçekçiliğidir. Gerçekçiliğinin ise iki kaynağı vardır:
İlki kendisinin de emekçilerin arasından geliyor olması, yani bizzat
yaşadıkları; ikincisi ise o dönem sanatta geçerli anlayışın
gerçekçilik olması, özellikle de Nâzım Hikmet'in, yapıtları
üzerindeki etkisi. Bunu daha iyi anlamak için Orhan Kemal'in
yaşamöyküsüne göz atalım.
Hayata sürgün başlamak Asıl adı Raşit Kemali Öğütçü olan Orhan
Kemal 1914 yılında Adana'nın Ceyhan ilçesinde dünyaya gelir.
Yaşamını ve sanatını etkileyen politikayla tanışması çok küçük
yaşlarda olur. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 1. Dönem
Milletvekilliği yapan babası Abdülkadir Kemal Bey 1930 yılındaki
demokrasi denemesi sırasında Ahali Fırkası'na katılınca Suriye ve
Lübnan'da gönüllü sürgünlük yaşamak zorunda kalırlar. Bir yıl sonra
yurda dönen Orhan Kemal, çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık,
katiplik, ambar memurluğu gibi işlerde çalışmaya başlar. O sıralar
en büyük merakı polisiye roman okumak ve futbol oynamaktır. İşler
artınca spora veda eder ama okumaktan asla vazgeçmez. "Ve kendi
kendimi yetiştirme çabası... Elime ne geçirdimse okudum... Bilimsel
kitaplardan felsefeye, sosyolojiye kadar ne buldumsa okudum.
Sanıyorum annemden gelen 'müsbet bilimlere eğilim' olacak,
metafizikle bağlantım hemen hemen hiç olmadı... Kendi kendimi müsbet
bilimlerin ışığı ve doğrultusunda yetiştirmeye çalıştım... Genel
olarak marksizim ile ilintim çok sonraları başladı... Hayata bakış,
bazı sonuçlara varış, derken hapishane... Hapishane benim için bir
çeşit üniversite oldu diyebilirim... Hikâyeci, romancı kabiliyetim
orada keşfedildi..." (1) Hapishane yılları Orhan Kemal'in yaşamında
bir dönüm noktasıdır. Hapishaneye ilk şiirlerini yazdığı askerlik
sırasında girer. Askerde Nâzım Hikmet'ten, onun şiirlerinden övgüyle
söz edince, 'yabancı rejimler lehinde propaganda yaptığı'
gerekçesiyle yargılanır ve beş yıl hapse mahkum olur. Ama rastlantı
tanrısı bu defa onu yalnız bırakmaz. Bursa'da yatarken Nâzım Hikmet,
bulunduğu cezaevine nakledilir. Kısa sürede Nâzım'la dost olup,
odasına taşınmayı başarır. Ama bu Orhan Kemal'in beklediği gibi
eğlenceli saatlerin değil, sıkı bir eğitim döneminin başlaması
demektir. İlk şiirlerini Nâzım'a okuduğunda aldığı tepki şaşırtıcı
olduğu kadar ilginçtir de. "Okumaya başladım... Heceyle yazılmış
şiirlerdi bunlar; taşkın hislerimi samimiyetle, insan gibi değil de,
'ilahileştiğini' iddia edenlerinkilere benzetip onlar gibi
komikleştirerek dile getirdiğim şiirler... İlk dörtlük henüz
bitmemişti: - Kafi kardeşim, kafi... Bir başkasına lütfen... Halbuki
en güvendiklerimden biriydi... İçimde bir şeyler yıkıldı. Bir
başkası... İlk, ikinci, üçüncü mısraın yarısı. - Berbat! Kanım
tepeme çıktı, başım döndü, ufaldım. Tekrar bir başkası... - Rezalet
..... - Peki kardeşim, bütün bu laf ebeliklerine, hokkabazlıklara,
affedin tabirimi, ne lüzum var? Samimiyetle duymadığınız şeyleri
niçin yazıyorsunuz? Bakın, aklı başında bir insansınız,
duyduklarınızı, hiçbir zaman duyamayacağınız tarzda yazıp
komikleşmekle kendi kendinize iftira ettiğinizin farkında değil
misiniz? Bütün kanım tepemden ayaklarıma iniyor ve bir kağıt
tomarından ibaret 'şiirlerim' elimden desteyle düşüyor, artık
okuyamıyordum. - Sizde, dedi, sanat için iyi bir kumaş var,
muhakkak... Demin şiirlerinize karşı fazla haşin davranmıştım...
Beni mazur görün, sanat bahislerinde hiç şakam yoktur... Sizinle
yakından meşgul olmak istiyorum... Yani kültürünüzle... Evvella
Fransızca, sonra diğer kültür bahisleri üzerinde muntazaman dersler
yapacağız. Tahammülünüz var mı?" (2) Orhan Kemal her gün yedi sekiz
saat ders çalışır. Bir gün Nâzım'ın eline rastlantı sonucu Orhan
Kemal'in bir roman başlangıcı geçer. Şair ilgilenir. Kısa öykü
yazmasını söyler. Böylece o zamanki ismiyle Mehmet Raşit Öğütçü'nün
öykücülük serüveni başlamış olur. Fransızca'nın yanı sıra dünya
edebiyatı, felsefe, ekonomi-politik dersleri de alan genç
yazarımızın ilk öykülerini gören Nâzım yanılmadığını anlar.
İşçileri, emekçileri çok iyi tanıyan Orhan Kemal öykülerinde
gerçekçi portreler çizmektedir.
Orhan Kemal doğuyor Raşit Öğütçü'nün Orhan Kemal'e dönüşmesi de o
yıllara rastlamaktadır. Artık yazarımızın öyküleri çeşitli
dergilerde yayınlanmaya başlamıştır ama ne yazık ki bunlardan eline
para geçmemektedir. Nâzım, Orhan'ın 'Güllü' ve 'Asma Çubuğu' adlı
öykülerini İkdam gazetesinde gece sekreteri olan Kemal Sülker'e
gönderir ve telif hakkı alınmasının önemini vurgulayan bir de not
ekler. Kemal Sülker öykülerin altına Orhan Kemal takma adını
yazarak, yazıişleri müdürüne, 'bunları ben yazdım, telif hakkı için
muhasebeye bildir de paralanalım', der. Böylece Orhan Kemal adı
doğmuş olur. Orhan Kemal hapishaneden çıkınca sık sık işsiz kalarak
çeşitli mesleklerde çalışmayı sürdürür. Bu arada öykülerini
dergilere yollar. Kalemi günden güne yetkinleşmektedir. Derken roman
yazma sevdasına kapılır. Onu ilk destekleyen yine Nâzım'dır. "Hemen
başla", diye yazar hapishaneden. İlk romanı 'Baba Evi' Orhan
Kemal'in hapishaneden çıkışından beş yıl sonra Varlık Yayınları'nca
basılır. Onu öyküleri ve öteki romanları izler. Ama geçinmek için
hâlâ başka işlerde çalışmak zorundadır. 1950 yılında ailesiyle
birlikte İstanbul'a göçünce yalnızca yazarlıkla geçinmeye karar
verir. Ancak bu düşündüğünden de zordur. Gazetelere kısa öyküler
yazar, küçük çıkarların peşindeki filmcilere senaryo yetiştirmeye
çalışır, üstelik bunlardan dişe dokunur bir para da kazanamaz. Yine
de mutludur. Sabahın dördünde, herkes uyurken çalışmaya başlar,
hevesle yeni bir öykünün yeni bir romanın yazımına girişir. Geleceğe
ilişkin umudunu hiçbir zaman yitirmez. Boş zamanlarında da
arkadaşlarının yanında alır soluğu. En iyi arkadaşlarından,
edebiyatımızın bir başka işçisi Muzzafer Buyrukçu bir anısını şöyle
anlatıyor: "Edip Cansever'le tavla oynamaları bir alemdi. Tanıdık,
yabancı seyirciler kuşatırdı çevrelerini. Çaylar, kahveler, kantlar,
oraletler içilirken, oyunun gerilimi karşılıklı sataşmalarla
artardı. "Sen mi ökesin ben mi ökeyim, şimdi göreceğiz," sözleriyle
Edip Cansever'in moralini bozmaya çalışırdı. "Bugün formumdayım Bay
Kansöve, seni çiğ çiğ yiyeceğim." Edip Cansever soyadını Fransızcaya
çeviren Orhan Kemal'e, onun aşırı neşesini sürekli kılmak isteğiyle
ve az rastlanan soyluluktaki gülüşüyle, "İnsan yaşlanınca çenesi
düşermiş," derdi. Orhan Kemal bu cümleyi beğenmemiş gibi yalancıktan
yüzünü buruştururdu. "Buyruk, işitiyor musun banal sözleri?" "Eee,
seviye meselesi," derdi, "o senin gibi, bir milletvekilinin oğlu
değil ki..." Edip Cansever dikkatini zarlara verdiğinden Orhan
Kemal'e attığım kamışı sezemez, "Allahaşkına kışkırtma şu düğün
serserisini," derdi. Edip Cansever'in yenilgiye uğratılmasını
beklerken kendisine ateş edildiğini toz duman yatışınca anlayan
Orhan Kemal başını sallaya sallaya konuşurdu. "Dost dediğin böyle
olur, sağ gösterip sol vurur." (3) Orhan Kemal 1970 yılında tedavi
için gittiği Sofya'da yaşama gözlerini yumduğunda, arkasında 'Murteza',
'Bereketli Topraklar Üzerinde', '72. Koğuş' gibi başyapıtların da
yer aldığı iki yüzü aşkın öykü, otuza yakın roman bıraktı. Orhan
Kemal içinden geldiği toplumu, kendisi gibi yaşamını çalışarak
kazanan insanları yazdı, ezilen, ekmek derdinde olan insanları.
Onların git gide acımasızlaşan yaşam karşısındaki tutunma
mücadelelerini anlattı. Bir yazar olarak her zaman sömürülenlerin
yanındaydı ama içinde kimseye karşı kin, düşmanlık yoktu. Belki de
onu kaba gerçekçilikten, didaktik olmaktan koruyan yanı da bu
olmuştur. Onun öykülerinde kelimenin tam anlamıyla gerçek
insanların, gerçek serüvenleri vardı. Acı bir düdük sesiyle boşalan
fabrikaların yorgun paydos saatleri, bahçede yakılan mangalın ölgün
pırıltısı, havayı dolduran anason kokusu, insan teninin sıcaklığı,
umudu hep diri kalan Çukurova köylülerinin buruk gülümseyişleri,
ayaklarının altındaki toprağın kaydığını gören ağaların kendi
kültürlerinden vazgeçmeleri, yeni yetme fabrikatörlerin acımasız
sonradan görmelikleri... Sanayileşme adımlarını atan ülkemizde
insanın bin bir türlü halini yazdı.
Edebiyat bir araçtır Yalın, hızlı, akıcı bir dil kullanıyordu
Orhan Kemal. Kahramanlarının psikolojilerin diyaloglarla, olayların
akışı içinde anlatmayı seçmişti. Kafalarını tek bir biçemle bozmuş,
kimi çok bilmişlerin dudak büktüğü bu üslup aslında son derece zor
bir tarzdır. Orhan Kemal bunu başarmıştı. Zaten başka çaresi de
yoktu. Gazetelere yazdığı öykülerin kısa olması gerekiyordu, aynı
zamanda bu tarz onun edebiyata bakış açısından kaynaklanıyordu.
Orhan Kemal'e göre edebiyat, dünyayı değiştirmenin araçlarından
biriydi. Ama yalnızca bununla sınırlı değildi. Bu yüzden Orhan
Kemal'in romanlarında keder kadar neşe de yer alır. Trajik öykülerin
yanı sıra, 'Tersine Dünya' gibi komik yapıtları da vardır. 'Murteza'da
olduğu gibi yapıtlarında hicivi kullanmaktan da çekinmemiştir. Kendi
sözleriyle o, "İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için
yönetilmesi çabası adına sanat," yapsa da edebiyatın çok
işlevliliğini hiçbir zaman gözardı etmemiştir. Epsilon Yayınevi,
Orhan Kemal'in kitaplarını yeniden yayınlarken, onun gerçek
değerinin mutlaka anlaşılması gerektiğini, bunun büyük yazara bir
vefa borcu olduğu için değil, edebiyat kültürümüzün güdük kalmaması,
zenginliğinin, çeşitliliğinin, derinliğinin yok olmaması için
gerekli olduğunu düşünüyorum.
1) Politika gazetesi, 3 Haziran 1976. 2) Nâzım Hikmet'le Üçbuçuk
Yıl, Orhan Kemal ,Tekin Yay., s. 28-32. 3) Yazko, Somut, Yıl:3,
Sayı:44.
'Cemile'nin ilk baskısı 100 bin İlk baskısı 100 bin adet
basılacak olan 'Cemile', Orhan Kemal'in hayatından satırlara taşan
bir roman. Arka planında 1934 Adana'sındaki yoksul bir işçi
mahallesinin ve işçilerin ekmek parası için verdiği mücadelenin
anlatıldığı; güzel Boşnak kızı, işçi Cemile ile 24 lira 95 kuruş
aylığa mahkûm Kâtip Necati'nin aşk öyküsü. Orhan Kemal
kahramanlarını ve yaşadıkları çevreyi o kendine özgü gerçekçiliğiyle
resmederken, yaşanan onca yoksulluğun yanında, düşmanlıklara,
ilkesizliğe, toplumun duyarsızlığına karşı, insanları ayakta tutan
dayanışma ve dostluk bağlarının gücünü vurguluyor.
CEMİLE Orhan Kemal, Epsilon Yayınevi, 2004, 152 sayfa, 2 milyon
900 bin lira
. |