Ana Sayfa

İnternette Orhan Kemal


Radikal  - Ahmet Umit - 11.10.2004

Yeniden hoş geldin usta  

'
Nedendir bilinmez, uzunca bir süredir, adından söz edilmeyen bu büyük yazarımızın yapıtlarının yeniden okura sunulması, hem yazın dünyamız, hem kültürümüz adına son derece sevindirici bir gelişme. Bir zamanlar on binlerce okuru derinden etkileyen, Türk edebiyatının akışına yön veren bu yazarımızın, genç kuşaktan insanlarla buluşmasının edebiyat geleneğimiz açısından da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Konu açıldığında, köklü bir roman geleneğimizin olmayışından, edebiyatımızın cılız kaldığından söz edilir. Oysa, Batı edebiyatı kadar görkemli olmasa da edebiyatımız, hiç de küçümsenecek bir durumda değildir. Ama farkında olana. Farkında olana diyorum, çünkü, yazarlarımızın çoğu edebiyat tarihimizi bilmezler. Kendi dilimizde yazan sanatçıları bilmenin önemini bile kavrayamamışlardır. Biraz da bu yüzden olacak, tüketim kültürünün, güncel olan ama kalıcılığı çok tartışılacak değerlerine yaslanarak, edebiyatımızın yaratıcılarını tarihten çıkarma, belleklerden silme çabalarına karşı çıkmazlar. Edebiyatımızın kilometre taşları olan yazarlarımızın, bir unutulmuşluk duvarının ardına gömülmeye çalışılmasına tepki göstermezler. Bunun nedeni ister cahillik, ister vefasızlık, isterse kıskançlık olsun sonuçta kaybedenin edebiyat olduğunu da algılayamazlar. Çok değil, on beş, yirmi yıl önce her yazdığı olay olan, kitapları üst üste baskılar yapan, birçok yabancı dile çevrilen Orhan Kemal de son yıllarda unutulmuş -unutturulmuş-yazarlarımızdandır. Oysa Orhan Kemal ülkemizde köyün çözülüşünün insan üzerindeki etkilerini yalın bir dille, özgün bir biçimde anlatan yazarlarımızın arasında yer alır. Onun temel özelliği gerçekçiliğidir. Gerçekçiliğinin ise iki kaynağı vardır: İlki kendisinin de emekçilerin arasından geliyor olması, yani bizzat yaşadıkları; ikincisi ise o dönem sanatta geçerli anlayışın gerçekçilik olması, özellikle de Nâzım Hikmet'in, yapıtları üzerindeki etkisi. Bunu daha iyi anlamak için Orhan Kemal'in yaşamöyküsüne göz atalım.

Hayata sürgün başlamak Asıl adı Raşit Kemali Öğütçü olan Orhan Kemal 1914 yılında Adana'nın Ceyhan ilçesinde dünyaya gelir. Yaşamını ve sanatını etkileyen politikayla tanışması çok küçük yaşlarda olur. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 1. Dönem Milletvekilliği yapan babası Abdülkadir Kemal Bey 1930 yılındaki demokrasi denemesi sırasında Ahali Fırkası'na katılınca Suriye ve Lübnan'da gönüllü sürgünlük yaşamak zorunda kalırlar. Bir yıl sonra yurda dönen Orhan Kemal, çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık, katiplik, ambar memurluğu gibi işlerde çalışmaya başlar. O sıralar en büyük merakı polisiye roman okumak ve futbol oynamaktır. İşler artınca spora veda eder ama okumaktan asla vazgeçmez. "Ve kendi kendimi yetiştirme çabası... Elime ne geçirdimse okudum... Bilimsel kitaplardan felsefeye, sosyolojiye kadar ne buldumsa okudum. Sanıyorum annemden gelen 'müsbet bilimlere eğilim' olacak, metafizikle bağlantım hemen hemen hiç olmadı... Kendi kendimi müsbet bilimlerin ışığı ve doğrultusunda yetiştirmeye çalıştım... Genel olarak marksizim ile ilintim çok sonraları başladı... Hayata bakış, bazı sonuçlara varış, derken hapishane... Hapishane benim için bir çeşit üniversite oldu diyebilirim... Hikâyeci, romancı kabiliyetim orada keşfedildi..." (1) Hapishane yılları Orhan Kemal'in yaşamında bir dönüm noktasıdır. Hapishaneye ilk şiirlerini yazdığı askerlik sırasında girer. Askerde Nâzım Hikmet'ten, onun şiirlerinden övgüyle söz edince, 'yabancı rejimler lehinde propaganda yaptığı' gerekçesiyle yargılanır ve beş yıl hapse mahkum olur. Ama rastlantı tanrısı bu defa onu yalnız bırakmaz. Bursa'da yatarken Nâzım Hikmet, bulunduğu cezaevine nakledilir. Kısa sürede Nâzım'la dost olup, odasına taşınmayı başarır. Ama bu Orhan Kemal'in beklediği gibi eğlenceli saatlerin değil, sıkı bir eğitim döneminin başlaması demektir. İlk şiirlerini Nâzım'a okuduğunda aldığı tepki şaşırtıcı olduğu kadar ilginçtir de. "Okumaya başladım... Heceyle yazılmış şiirlerdi bunlar; taşkın hislerimi samimiyetle, insan gibi değil de, 'ilahileştiğini' iddia edenlerinkilere benzetip onlar gibi komikleştirerek dile getirdiğim şiirler... İlk dörtlük henüz bitmemişti: - Kafi kardeşim, kafi... Bir başkasına lütfen... Halbuki en güvendiklerimden biriydi... İçimde bir şeyler yıkıldı. Bir başkası... İlk, ikinci, üçüncü mısraın yarısı. - Berbat! Kanım tepeme çıktı, başım döndü, ufaldım. Tekrar bir başkası... - Rezalet ..... - Peki kardeşim, bütün bu laf ebeliklerine, hokkabazlıklara, affedin tabirimi, ne lüzum var? Samimiyetle duymadığınız şeyleri niçin yazıyorsunuz? Bakın, aklı başında bir insansınız, duyduklarınızı, hiçbir zaman duyamayacağınız tarzda yazıp komikleşmekle kendi kendinize iftira ettiğinizin farkında değil misiniz? Bütün kanım tepemden ayaklarıma iniyor ve bir kağıt tomarından ibaret 'şiirlerim' elimden desteyle düşüyor, artık okuyamıyordum. - Sizde, dedi, sanat için iyi bir kumaş var, muhakkak... Demin şiirlerinize karşı fazla haşin davranmıştım... Beni mazur görün, sanat bahislerinde hiç şakam yoktur... Sizinle yakından meşgul olmak istiyorum... Yani kültürünüzle... Evvella Fransızca, sonra diğer kültür bahisleri üzerinde muntazaman dersler yapacağız. Tahammülünüz var mı?" (2) Orhan Kemal her gün yedi sekiz saat ders çalışır. Bir gün Nâzım'ın eline rastlantı sonucu Orhan Kemal'in bir roman başlangıcı geçer. Şair ilgilenir. Kısa öykü yazmasını söyler. Böylece o zamanki ismiyle Mehmet Raşit Öğütçü'nün öykücülük serüveni başlamış olur. Fransızca'nın yanı sıra dünya edebiyatı, felsefe, ekonomi-politik dersleri de alan genç yazarımızın ilk öykülerini gören Nâzım yanılmadığını anlar. İşçileri, emekçileri çok iyi tanıyan Orhan Kemal öykülerinde gerçekçi portreler çizmektedir.

Orhan Kemal doğuyor Raşit Öğütçü'nün Orhan Kemal'e dönüşmesi de o yıllara rastlamaktadır. Artık yazarımızın öyküleri çeşitli dergilerde yayınlanmaya başlamıştır ama ne yazık ki bunlardan eline para geçmemektedir. Nâzım, Orhan'ın 'Güllü' ve 'Asma Çubuğu' adlı öykülerini İkdam gazetesinde gece sekreteri olan Kemal Sülker'e gönderir ve telif hakkı alınmasının önemini vurgulayan bir de not ekler. Kemal Sülker öykülerin altına Orhan Kemal takma adını yazarak, yazıişleri müdürüne, 'bunları ben yazdım, telif hakkı için muhasebeye bildir de paralanalım', der. Böylece Orhan Kemal adı doğmuş olur. Orhan Kemal hapishaneden çıkınca sık sık işsiz kalarak çeşitli mesleklerde çalışmayı sürdürür. Bu arada öykülerini dergilere yollar. Kalemi günden güne yetkinleşmektedir. Derken roman yazma sevdasına kapılır. Onu ilk destekleyen yine Nâzım'dır. "Hemen başla", diye yazar hapishaneden. İlk romanı 'Baba Evi' Orhan Kemal'in hapishaneden çıkışından beş yıl sonra Varlık Yayınları'nca basılır. Onu öyküleri ve öteki romanları izler. Ama geçinmek için hâlâ başka işlerde çalışmak zorundadır. 1950 yılında ailesiyle birlikte İstanbul'a göçünce yalnızca yazarlıkla geçinmeye karar verir. Ancak bu düşündüğünden de zordur. Gazetelere kısa öyküler yazar, küçük çıkarların peşindeki filmcilere senaryo yetiştirmeye çalışır, üstelik bunlardan dişe dokunur bir para da kazanamaz. Yine de mutludur. Sabahın dördünde, herkes uyurken çalışmaya başlar, hevesle yeni bir öykünün yeni bir romanın yazımına girişir. Geleceğe ilişkin umudunu hiçbir zaman yitirmez. Boş zamanlarında da arkadaşlarının yanında alır soluğu. En iyi arkadaşlarından, edebiyatımızın bir başka işçisi Muzzafer Buyrukçu bir anısını şöyle anlatıyor: "Edip Cansever'le tavla oynamaları bir alemdi. Tanıdık, yabancı seyirciler kuşatırdı çevrelerini. Çaylar, kahveler, kantlar, oraletler içilirken, oyunun gerilimi karşılıklı sataşmalarla artardı. "Sen mi ökesin ben mi ökeyim, şimdi göreceğiz," sözleriyle Edip Cansever'in moralini bozmaya çalışırdı. "Bugün formumdayım Bay Kansöve, seni çiğ çiğ yiyeceğim." Edip Cansever soyadını Fransızcaya çeviren Orhan Kemal'e, onun aşırı neşesini sürekli kılmak isteğiyle ve az rastlanan soyluluktaki gülüşüyle, "İnsan yaşlanınca çenesi düşermiş," derdi. Orhan Kemal bu cümleyi beğenmemiş gibi yalancıktan yüzünü buruştururdu. "Buyruk, işitiyor musun banal sözleri?" "Eee, seviye meselesi," derdi, "o senin gibi, bir milletvekilinin oğlu değil ki..." Edip Cansever dikkatini zarlara verdiğinden Orhan Kemal'e attığım kamışı sezemez, "Allahaşkına kışkırtma şu düğün serserisini," derdi. Edip Cansever'in yenilgiye uğratılmasını beklerken kendisine ateş edildiğini toz duman yatışınca anlayan Orhan Kemal başını sallaya sallaya konuşurdu. "Dost dediğin böyle olur, sağ gösterip sol vurur." (3) Orhan Kemal 1970 yılında tedavi için gittiği Sofya'da yaşama gözlerini yumduğunda, arkasında 'Murteza', 'Bereketli Topraklar Üzerinde', '72. Koğuş' gibi başyapıtların da yer aldığı iki yüzü aşkın öykü, otuza yakın roman bıraktı. Orhan Kemal içinden geldiği toplumu, kendisi gibi yaşamını çalışarak kazanan insanları yazdı, ezilen, ekmek derdinde olan insanları. Onların git gide acımasızlaşan yaşam karşısındaki tutunma mücadelelerini anlattı. Bir yazar olarak her zaman sömürülenlerin yanındaydı ama içinde kimseye karşı kin, düşmanlık yoktu. Belki de onu kaba gerçekçilikten, didaktik olmaktan koruyan yanı da bu olmuştur. Onun öykülerinde kelimenin tam anlamıyla gerçek insanların, gerçek serüvenleri vardı. Acı bir düdük sesiyle boşalan fabrikaların yorgun paydos saatleri, bahçede yakılan mangalın ölgün pırıltısı, havayı dolduran anason kokusu, insan teninin sıcaklığı, umudu hep diri kalan Çukurova köylülerinin buruk gülümseyişleri, ayaklarının altındaki toprağın kaydığını gören ağaların kendi kültürlerinden vazgeçmeleri, yeni yetme fabrikatörlerin acımasız sonradan görmelikleri... Sanayileşme adımlarını atan ülkemizde insanın bin bir türlü halini yazdı.

Edebiyat bir araçtır Yalın, hızlı, akıcı bir dil kullanıyordu Orhan Kemal. Kahramanlarının psikolojilerin diyaloglarla, olayların akışı içinde anlatmayı seçmişti. Kafalarını tek bir biçemle bozmuş, kimi çok bilmişlerin dudak büktüğü bu üslup aslında son derece zor bir tarzdır. Orhan Kemal bunu başarmıştı. Zaten başka çaresi de yoktu. Gazetelere yazdığı öykülerin kısa olması gerekiyordu, aynı zamanda bu tarz onun edebiyata bakış açısından kaynaklanıyordu. Orhan Kemal'e göre edebiyat, dünyayı değiştirmenin araçlarından biriydi. Ama yalnızca bununla sınırlı değildi. Bu yüzden Orhan Kemal'in romanlarında keder kadar neşe de yer alır. Trajik öykülerin yanı sıra, 'Tersine Dünya' gibi komik yapıtları da vardır. 'Murteza'da olduğu gibi yapıtlarında hicivi kullanmaktan da çekinmemiştir. Kendi sözleriyle o, "İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilmesi çabası adına sanat," yapsa da edebiyatın çok işlevliliğini hiçbir zaman gözardı etmemiştir. Epsilon Yayınevi, Orhan Kemal'in kitaplarını yeniden yayınlarken, onun gerçek değerinin mutlaka anlaşılması gerektiğini, bunun büyük yazara bir vefa borcu olduğu için değil, edebiyat kültürümüzün güdük kalmaması, zenginliğinin, çeşitliliğinin, derinliğinin yok olmaması için gerekli olduğunu düşünüyorum.

1) Politika gazetesi, 3 Haziran 1976. 2) Nâzım Hikmet'le Üçbuçuk Yıl, Orhan Kemal ,Tekin Yay., s. 28-32. 3) Yazko, Somut, Yıl:3, Sayı:44.

'Cemile'nin ilk baskısı 100 bin İlk baskısı 100 bin adet basılacak olan 'Cemile', Orhan Kemal'in hayatından satırlara taşan bir roman. Arka planında 1934 Adana'sındaki yoksul bir işçi mahallesinin ve işçilerin ekmek parası için verdiği mücadelenin anlatıldığı; güzel Boşnak kızı, işçi Cemile ile 24 lira 95 kuruş aylığa mahkûm Kâtip Necati'nin aşk öyküsü. Orhan Kemal kahramanlarını ve yaşadıkları çevreyi o kendine özgü gerçekçiliğiyle resmederken, yaşanan onca yoksulluğun yanında, düşmanlıklara, ilkesizliğe, toplumun duyarsızlığına karşı, insanları ayakta tutan dayanışma ve dostluk bağlarının gücünü vurguluyor.

CEMİLE Orhan Kemal, Epsilon Yayınevi, 2004, 152 sayfa, 2 milyon 900 bin lira

.

 



.


[email protected]