Ana Sayfa

İnternette Orhan Kemal


Picus Dergisi - Sayı 14 - Eylul.2004

Dosya

'

Hazırlayan: Deniz Pektaş

10 4 8 6
       
7 5 9 1

Resimler Ara Güler'in koleksiyonundandır.

 

 SEMİH GÜMÜŞ

Orhan Kemal'in önemini anlamak

Eleştirmen Semih Gümüş popüler edebiyatın, plastik post modern kurguların gitgide yaygınlaşan günümüzde Orhan Kemal'i yeniden değerlendirme gereğini duydu

Edebiyatı post modern kurgular içinde plastik bir değer olarak

benimsendiği, genç kuşak yazarların  son yıllarda yarattıklar» çeşitliliğin yönünü bulmakta güçlük   çektiği   günümüzde, medyanın  sularında popüler edebiyatın kapladığı yer hiçbir zaman olmadığı kadar büyüdü. Edebiyatı ciddiye alanları, gerçek edebiyatçıları hor gören aymazlığın  bunca geçerli oluşu sanki kıyamet habercisidir, ama ipler ne zaman kopacak... Bugünün okuru, yaşadığı 'dönemde Sait Faik’ ten sonra en Çok okunan, söz edilen Öykücü olan   Orhan   Kemal'den   de uzaklaşmış görünüyor.  Edebiyatımız kendi anaforunda niteliğini yitirmeyi sürdürürken, eski ustalarımızın pek çoğu gibi, Orhan Kemal'in de doğru biçimde anlaşılmaya gereksinimi var. Yeniden anlaşılmalıdır ki, yapıtlarından büsbütün  kopmuş okur yazarların edebiyatın anlamı üstüne düşünmeleri için bir pencere açılsın. Orhan Kemal, edebiyat dünyamıza girişini sağlayan ilk kitapları Baba Evi (1949), Avare Yıllar (1950) ve sonra gelen romanlarıyla anlaşılabilecek bir yazar değil. Hem hayattan aldıklarını roman gerçekliğinde tam yansıtamamış olup hem de anı-roman olmaktan çıkamadıkları için, ilk dönem romanları Orhan Kemal'in doğru anlaşılmasını sağlamaz. Sözgelimi gerçekçiliği yaşanmış olanla sınırlama kusuru yalnızca Orhan Kemal'e özgü değildi. Dış gerçekliğin romanın iç sesine dönüştürülmesi, dolayısıyla romanı taşıyan içeylemin yazınsal gerçeklik olması gerektiği ve roman kişilerinin insanal cevherinin ancak bu gerçeklik içinde anlatılabileceği kültürü zamanla edinilecekti.

Orhan Kemal'in ilk romanlarında kendi bireyliğini yaratamamış bir yazar olduğu eleştirisi, sonunda doğru bir saptama gibi görünse de, öncesinin yeterince değerlendirilmediğini anlatır. Onun değerini göstermek için romanlarındaki anı ve röportaj öğelerinin öne çıkışı görmezden gelinmemeli, ama bir yazarı oluşturan etmenler de edebiyatımızın tarihsel gerçekliği içinde durur, ikinci Dünya Savaşı'nın başlangıç dönemlerinde yayımlanan romanları sonradan çok yetersiz görülürken, aynı yıllarda yayımlanan ilk öykü kitabı Ekmek Kavgası (1949) bugün hâlâ değerini nasıl koruyor? Orhan Kemal ikisinde de yaşadığını yazma kaygısından çıkmış, farklı düzeylere tutunmuştur. Burada romanın bizim edebiyatımızda ki gelenekten, dolayısıyla birikimden yoksunluğunun, gerçekçiliğin yaşanmış  olana saplantılı  bir bağlılıkla  alınmış   olmasının ^\ belirleyici. Sanırım bu yüzden, neden <£K\^ Orhan Kemal'in yapıtlarını değerlendirenler, yazdığı çok sayıda romandan önce, öykücü saymıştır onu.

Orhan Kemal'den bugün alacağımız ilk ders, gerçek hayatın ve o gerçekliğin ürünü olan insanların nasıl yazınsallaştırılacağı olabilir, ilk bakışta sıradan görünen bu yaratma eyleminin güçlüğü, edebiyatı hayatın gücü karşısında sınamaya kalkışınca görülebilir. Olduğu gibi yaşanan hayatın özünü süzmek, aslında hayatın gücünü dayatması, yazarın hayatla çatışması dır.

Yaşadıklarını yazarak bağlamıştı Orhan Kemal, ama neden sonra bütün yapıtları arasında kayda değer bulunmayan ilk romanlarını yazdığı sırada bile, "Niçin yazıyorum bu konuyu?Ne demek istiyorum?"  ve  "Nasıl söylemeliyim?" sorularını sormuştu kendine. Baba Evi ve Avare Yıllar yazınsal bakımdan zayıf bulunmuşsa, bu durumu kendi bizden önce. "Attığım taş istediğim kuşu vurmamıştır* biçiminde açıklamıştı. Çoğun, yaşadığını yazmakla başlar her şey, yaşananlar tükenene dek. Ondan sonra gelir asıl yaratma güçlüğü. Sokaktaki insani yazarın titiz bir gözlemci olarak tanıdığı hayatı, kısacası başkalarının hayatını yasanan gençlik yıllarında edinilmesi neredeyse olanaksız, zaman içinde oluşan bir birikimdir. işçileri, özellikle çocuk işçileri edebiyi da hiçbir yazar Orhan Kemal kadar içerden anlatmadı. Değil mi ki işçiler onun için yanılması güç koşullarda kendi Öfkesini!'.

İNCİ ARAL

Kadın kahramanların yaratıcısı

Mor adlı romanıyla 2004 Orhan Kemal Roman Armağanına değer görülen inci Aral'ın ödül törenindeki konuşması

Orhan Kemal'in Baba Evi'ni henüz on üç yaşındayken okudum. Bu benim için öylesine heyecan verici bir tanışma oldu ki; ara vermeden Avare Yıllar'ı, Cemile'yi de bitirdim. Coşkumun nedeni bu kitaplarda, hayatta henüz tanımadığım bir gerçeklikle karşılaşmış olmamdı. Yazar, yalın, sıradan küçük insanların güçlüklerle, yokluklarla dolu dünyalarını, hayatla, çevreleri ve birbirleriyle ilişkileri içinde, doğru, duru, çok samimi bir dille anlatıyor, kişilerini yüceltmeden, gerçeği abartmadan, tam kararında ayrıntılarla ve yaşama sevincini asla karartmadan ortaya koyuyordu. Orhan Kemal'in okurunu büyüyebilmesinin sırrı insanın eşsiz serüvenini, insana özgü tüm olasılıklarla sergileme ustalığına sahip bir yazar oluşuydu. O yıllardan ve Orhan Kemal'i kaybettiğimiz 1970'ten bu yana dünyada ve ülkemizde pek çok şey değişti ama bir çok şey de hiç değişmedi. Mevsimlik işçilerin Çukurova ve Ege'deki garlarda, tarla kıyılarındaki sefalet manzaraları, varoşlardaki, ilkel fabrikalardaki ekmek kavgası sürüyor, işsizlik, yoksulluk, açlık ve güvencesizlik bitmedi. Çaresiz kaldığı için bedenini satan kadınlar çoğalıyor, babalar kızlarını pazarlıyor. Evet hâlâ ve belki de şimdi daha fazla. Çünkü bir toplumsal değerler sistemi de yıkılmakta ve Orhan Kemal'in insanları daha büyük kayıplarla benzer koşullarda yaşamaya devam ediyorlar. Ama artık onlar pek az yazılıyor. Günümüzde, gerçeği yazmanın ve daha adil bir dünyayı arzulamanın modasının geçtiği düşünülüyor. Bu çok yanlış çünkü edebiyatın gücü karanlıkta kalmışlara, unutulmuşlara ışık tutabilir; insanlığa umut ve direnç taşıyabilir. Orhan Kemal, bunu yüreklilikle yapabilmiş ve bedelini ödemekten çekinmemiştir. Aynı çevrede yer aldığı, yakından tanıdığı, benimseyip sevdiği insanları taze, dolaysız bir bakış ve yüksek yazarlık vicdanıyla toplumsal gerçekçi dünya görüşü çerçevesinde yeniden yaratma büyüklüğüyle kendisinden sonra gelen bir çok yazara öncü olmuş ve beni hem okur olarak hem de yazarlığım açısından çok etkilemiş ve beslemiştir. Ben insanı, bulunduğu ülkenin, coğrafyanın, toplumun özel oluşum ve gelişim koşulları içinde kavrayıp yazmayı öncelikle ondan öğrendim. Görmeyi, gördüğünü kendi içinde yaşamayı ve bilincine vararak anlatabilmeyi de. En önemlisi insandan umut kesmemeyi. Ben de onun gibi insanın doğuştan kötü, suçlu ve bencil olmadığına inandım. Orhan Kemal'in bence çok önemli bir başka özelliği Türk Edebiyatına ilk kez yaşayan, cinsellikleri olan, kanlı canlı kadın kahramanlar taşımış olmasıdır. Kendisine kadar, Öykü ve romanımızda daha çok geleneksel erkek bakışının ürünü olan ve olay Örgüsünün basit taşıyıcısı durumunda kalan kadınlar onunla, tutkulu, yırtıcı, gerçek ve etkileyici kadın tiplerine dönüşmüşlerdir. Kadınları yazınsal yoğunluk içinde, önyargısız ve cesaretle anlatabilme başarısı sonraki kadın yazarları da kuşkusuz etkilemiştir. Bir yazar, başlangıçta kendinden önceki büyük yazarların ayak izlerine basarak yol alır, onların yaktığı ışıkta kendi yolunu, sesini arayıp bulur. Edebiyatın toprağı geçmişin deneyimlerine dayanarak sürülebilir ancak. Orhan Kemal Türk Edebiyatının en önemli yazarlarından biridir ve benim ustam dır. Ustamın onurlu adına verilen ve bu yıl emeğime değer bulunarak beni de onurlandıran bu büyük ödülü aldığım için son derece mutluyum. Orhan Kemal adının ve eserlerinin sonsuza kadar yaşamasını diliyorum ve bu çabayı sürdürenlere teşekkürlerimi sunuyorum.

HİLMİ YAVUZ

Kant ile Murtaza

Orhan Kemal Türk edebiyatının medyamızın buyurgan denetimine girmeden önceki döneminde Türk romanının büyük adlarından biriydi.

Orhan Kemal'in en küçük oğlu Işık Öğütçü'nün, babasının yayımlanmamış günlüklerinden ve şiirlerinden derlediği Yazmak Doludizgini okurken, altmış altıncı sayfada durakladım. 17 Ocak 1970 tarihli günlüğü yer alıyordu o sayfada. Orhan Kemal, o gün Murtaza romanının ikinci cildini yazmaya başladığını ve o akşam Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Hilmi Yavuz'la buluşup konuştuğunu yazmıştı. Duraksadım; o geceyi hatırlamıştım çünkü... Orhan Kemal, Türk edebiyatının, medyamızın buyurgan denetimi altına girmeden önceki döneminde Türk romanının büyük adlarından biriydi: -Kemal Tahir gibi, Samim Kocagöz gibi, Kemal Bilbaşar gibi... Bugün, bütünüyle medyaya endekslenmiş romancıların hakimiyeti altındaki bu güdümlü (evet, güdümlü!) edebiyat ortamında, Orhan Kemal'in adının anılmamasında şaşılacak bir yan olmasa gerek. Tıpkı Kemal Tahir'in ya da Samim Kocagöz'ün veya Kemal Bilbaşar'ın esamelerinin okunmayışı gibi... Işık Öğütçü'nün, babası için hazırladığı o sevimli kitabı okurken, Orhan Kemal'in romancılığını yeniden değerlendirmek mecburiyetinde olduğumuzu düşündüm. Bu mecburiyet, onun, Türk romanının klasik dönemini belirleyen "gerçekçilik" anlayışının (kendisi, "aydınlık gerçekçilik" demeyi tercih ederdi) temelkoyucu kavramlarından biri olan "tip" kavramını, belki de Türk romanı tarihinde en mükemmel örnekleriyle edebiyata geçirmiş olmasıyla ilgilidir. Murtaza romanındaki Murtaza "tip"inin, klasik Fransız romanında, mesela, ancak Balzac'ta rastlayabileceğimiz bir edebi maharetle kurgulandığını nasıl görmezlikten gelebiliriz? "tip"i, trajik ve komik olan'ın diyalektiği üzerine inşa etmek! -Orhan Kemal'in büyük başarısı buradadır. Sadece Murtaza mı; -elbette değil! Eskici ve Oğulları'ndaki Eskici'yi düşünelim. eskici de, Tahir Alangu'nun deyişiyle, "eski özlemleri ve tutkuları ile töreden kalma eski baba tipinin gülünç bir kuklası haline" düşer. Ama bu düşüşte gülünç olan, trajik olanın öteki yüzüdür.

Tahir Alangu, Orhan Kemal'in ölümünden sonra yazdığı "Orhan Kemal'in Romancılığı" başlıklı yazısında, tam da bu mesele üzerinde durur. Orhan Kemal'in büyük hikayeleri ve romanlarındaki "örnek tiplerin dramı"na dikkati çeker. Ben de, bundan aşağı yukarı otuz yıl kadar önce yazdığım bîr yazıda, Murtaza'nın, Kant m Ahlak Kuramı bağlamında drama düşmüş somut bir insan tipi sayılabileceğini belirtmiştim. Bilindiği gibi, Kant, ahlakını, kategorik buyruk ("categorical imperative") ilkesine dayandırır. Bu, bir ödevi, herhangi bir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın, sadece Ödev olduğu için yerine getirme yükümlülüğüdür. Murtaza da, "Ödevimi yapmam gerek" derken, bunun sonuçlarını hesaplamaz. Kant, bu kesin ahlaki buyruğun, özü üzerinde bir tartışmaya girilmesini doğru bulmaz. Ona göre, "Bu işi niçin yapmam gerek," sorusuna verilecek cevap, "sebebi yok, yapmam gerek! "tir. Murtaza da, kahvede işçilere Ödev ahlakı üzerine söylev verirken, tastamam bu soruyu soracak ve şöyle diyecektir: "Neden? Çünkü lazım böyle!"

Murtaza trajikomiktir. Ödevi, sadece bîr formdan ibaret görmenin getirdiği katılıkla davrandığı durumlarda, zorbadır Murtaza; -bu katılığı saçmalık kertesine vardırdığı durumlardaysa, gülünç!. Orhan Kemal, Adana'daki bir fabrikadan Murtaza tipinde bir Donkişot çıkartmıştır; -hem de müthiş bir kurguyla!

Şimdi, medyanın güdümünde sahte bir edebiyatın trajikomik tipleri dolaşıyor ortada. Orhan Kemal yaşasaydı, kim bilir bu sahte edebiyattan ne Donkişot'lar çıkartırdı!

Hilmi Yavuz'un Zaman Gazetesi'nde yayınlanan yazısı

Görüşler

YAŞAR KEMAL

            (Ünlem dergisi, Mart/Nisan 2004} 

insanları anlatmak zor demiştim. Ama insanların bir yönü olur ki, bütün yönlerine baskın çıkar. O yönünü anlatmak, ortaya çıkarmak da kolay olur. Örneğin Orhan Kemal bir direnç adamıdır. Şu insan soyu İçinde Orhan Kemal kadar belaya, işkenceye, zulme dayanan çok az insan çıkmıştır bence... Orhan Kemal'in bu dayanıklılığı şimdi bir sürü olayla aklıma geliyor da tüylerim diken diken oluyor. Senaryocular, en pespaye, aşağılık Avrupa romanlarından çaldıkları senaryoları Yeşilçam'da beş bine okuturken, Orhan ancak beş yüz lira alabilir alın teri, gözünün nuru o hikayelere... Çünkü Yeşilçam esnafı, polisin, hükümetin Orhan'ı sevmediğini bilir, Çünkü Yeşilçam esnafı, Orhan'ın o gün öğleyin evinde çocuklarının ekmek beklediğini bilir. Babıali esnafı da iyi davranmaz Orhan'a. Babıali esnafı da onun öğle yemeğine muhtaç olduğunu bilir. Onun için en kötü çeviriye en az iki bin lira verirken, Orhan Kemal'in, içinde Bereketli Topraklar'ın (Üzerinde) olduğu altı kitabına İki bin beş yüz lira verir. 1966'da bu çağda, asıl zulüm budur. Baskı, vahşet, utanılacak hal budur. Hapis mapis değil... insanlığımızın yüz karası, bir yazarın buna mahkum edilmesidir. Orhan Kemal'le birlikte bir derginin kapısında elli lira için tam iki saat beklediğimizi de biliyorum. Adam bizi bekletti bekletti de sonra yarına, dedi. Oysa Orhan o dergiciye beş hikaye götürmüştü. Orhan'ın ömrü böyle gazete kapılarında, Yeşilçam, kitapçı kapılarında, böyle elli liralar beklemekle geçti. Zulmün en amansızı budur işte. Hapis mapis değil...

Hâlâ şaşarım, Orhan Kemal o güzelim kitaplarını bu dert, bu bela içinde nasıl vakit bulur da yazar? Onunla her şeyi soracak kadar arkadaşım, ama bu soruyu bir türlü soramadım.

Bazı eyyam dalkavuğu eleştiriciler, onun çabuk yazdığından, yazarlık gücünü harcadığından söz ediyorlar, yukarıda anlattıklarımdan dolayı onu kınıyorlar. Hayır, yalan söylüyorlar, kasıtlı konuşuyorlar. Ya da anlamıyorlar. Orhan yukarıda anlattığım İnsanlık dışı koşullar içinde bile yaratma mucizesini gerçekleştirmiştir. Hem de yapıtlarını her gün biraz daha geliştirerek, güzelleştirerek... Benim şaştığım, bu koşullar altında her gün biraz daha nasıl olgunlaştığıdır. Örneğin bir Eskici ve Oğulları, Bereketli Topraklar'dan daha güzeldir. Bir Hanımın Çiftliği, Baba Evi'nden daha güzeldir.

DOĞAN HIZLAN

 (Hürriyet gazetesi, 26 Nisan 2003}

Bedelli askerlikten terhis olmayı beklerken, beş yıla mahkûm edilmek; yazarın yol ayrımı böyle başlar.

Mahkemelere düştüğünde, bugün komik gelen sorulara, iddia makamının söylediklerine verdiği yanıt, gerçekçi edebiyat için günümüzde de geçerli bir gerekçe: "Hikaye kitabım mahkemeye verilmişti. Hakim, iddia makamına uyarak konularımı neden hep fakir fukaradan, işçilerden aldığımı; Türkiye'de varlıklı insanların, iyi yaşayanların olup olmadığını sormuştu, ilk bakışta evet, çok doğru bir soru. Neden hep bu insanların yoksulluğunu ele alıyorum? O zaman hakime 'Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konulan alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok, demiş ve beraat etmiştim.'"

FERİDUN ANDAÇ

(Cumhuriyet gazetesi, 24 Mayıs 2001)

Resimli romanların dünyasıyla tanışmak, bu ilk adım okumanın kapısını açabilir bize. Çocuğun dünyasında görsellik önemlidir. Bunu izleyen süreçte sürükleyicilik ve serüvenin yanına düşsellik eklenir. Jules Verne'vâri yazarlar, bu bakımdan her çocuğun dünyasında derince izler bırakır. Yüzünüzü biraz daha hayata dönmüş, topluma, hayata bakar olmuşsanız; hele bir de sokakları tanıyorsanız, onları anlamanın kıyısına gelmişseniz; karşınızda başka yazarlar duruyordur; Gorki, istrati, Steinbeck, Orhan Kemal... Bu yetişkin halinizin İbresi belirmiştir çok az. Oku r — yazarlığın sırrını da çözmeye de yönelmişsin izdir artık. Duygu ve düşünce eğitimin yanı sıra okuma eğitimine de ilk adımdır bu. (... ) Orhan Kemal, kişisel tanıklığından yola çıkarak yazdığı öykü ve romanlarında topluma, toplumun insan çevre gerçeğine bakar. Ama Türkiye'nin tarihsel/toplumsal değişim sürecine esas tanıklığı yazınsal birikiminin ikinci evresiyle başlar. Toprak kavgaları, fe­odalizmin can çekişmesi, tarımda makine­leşme, kırsal kesim insanının Çukurova'ya göç edişi, onların ekonomik serüvenleri, in­san ilişkileri... Sonrasında da bu göçü izle­yen başka göçün büyük kentteki sorunları... Orhan Kemal'in toplumsal değişim sürecine tanıklığını üç temel nokta üzerinde değer­lendirilmesi gerektiği kanısındayım. Bunun birincisi tarihselliktir. Bu, sınıf bilincini de içerir. Yani yazın dünyasına baktığımızda Orhan Kemal'in sınıf bilincinden hareket eden bir yazar olduğunu görüyoruz. Bir başka boyut ise toplumsallıktır. Bu da tanık­lık sürecini içerir. Diğer bir boyut ise birey­selliktir. Yansıtılanlarda insan gerçekçiliğinin bütün boyutlarını görüyoruz. Yani insanı dışsal gerçekliğiyle değil, bütün gerçekçiliğe yansıtmayı amaçlar.

SENNUR SEZER

(Evrensel gazetesi, 2 Haziran 1996)

Füruzan Hüsrev Tökin, Arif Yesari dergiyi (Büyük Gazete)  yönetenler arasındaydı. 'Melih Cevdet Anday, Adnan Özyalçıner sanat sayfasında derlemelerini okuduğum yazarlardı. Ben Taşkızak'tan arta kalan cumartesi öğleden sonralarını orada değerlen­diriyordum, sergi haberleri yazarak, düzeltim yaparak. Orhan Kemal'i ilk kez orada gör­düm.  Cağaloğlu'nda, Molla Fenari So­kak'taki Büyük Gazete binasında. Hani Va­tan gazetesinin yerinde bir kat otoparkı in­şaatı yükseliyor ya, o sokak. Bir ucu Çatal­hane'ye açılır. Tepeden tırnağa "pırıl pırıl, “özenli"  görünüyordu.  Gömleği lekesiz, pantolonu ütülü. Ayakkabıları boyalı. Başında fötrü. Yüzü, asıklığa yakın bir durgunluktaydı..  Herkes mürettiphanede  olmalıydı, yöneticileri sordu galiba. Ben "kahve­yi nasıl içersiniz" dîye yanıtladım ve alt ka­ta koştum. "Orhan Kemal geldi! Orhan Ke­mal" Telifini almaya gittiğinde hep o endişeli yüzü taşıdığını, kimi yayın evlerinde çay ısmarlanmasını o gün para ödenmemesi­ne işaret saydığını, çok daha sonrala­rı öğrenecektim. İkbal Kahvesi'nde, Meser­ret Kıraathanesi'nde, Varlık Yayınevi'nde, ukça. Tam takım elbisesiyle dolaş-ayakkabılarına gösterdiği özen belki avunma yoluydu. Ya da giydiklerinin eksikliğini gizlemek isteği. Şiirlerim İçinse bir önerisi vardı, Gorki'nin Ana'sı gibi bir tip yaratmak. Öyle bir edası mı olur, öyle bir imge mi, benim bileceğim, çözeceğim şey. Ama bir ana şiiri yazılmalıydı. Hâlâ uğraşı­yorum dediğini yapmak için. Orhan Kemal, sonraları iyi arkadaşım oldu. Yaşamının kimi yanlarını "kadın gözüyle yargılamam" için anlatan. Öykülerindeki genç kız karakterle­rinin, davranışlarının, ruh çözümlemelerinin irdelemelerini yaptırdığı. Sabah erken kalkıp çalıştığını, Cibali'de eski bir evde oturduğu­nu bilirdik. Küçük sevinçlerinin Adana Kebab'ta ya da Aksaray'da bir dubleyle sınırlı oluşunu. Büyük oğlunun adının Nâzım ol­duğunu da. Nâzım Hikmet'le üç buçuk yıl aynı hapishanede yatmıştı. Bursa'da, "Ha­pishane idaresinin beton sofası köşesinde duran eşyalarını Necati gösterdi: Pötikareli bir çula sarılı yatak dengi, meşini eskimiş iki bavul, bir sepet... Demek o da bizim gibi herhangi bir insandı, şiirden gayrı şeyler, fa­ni şeyler de düşünebilir, yatak dengi, bavu­lu, sepeti olabilirdi.

FAKİR BAYKURT

(Emek Gazetesi  3 Haziran 1979)

Eleştirmenlere göre en göz alıcı romanı Murtazâ'dır. Balkanlar'dan göçüp gelmiş bir fabrika bekçisinin acı, gülünç portresidir bu. Kendine ve sınıfına yabancılaşmış Murtaza, fabrika sahibinden muhasebeciye kadar herkesi amiri bilir ve sıkı disiplin içinde, "ci­ğer paresi" evladına bile acımadan görevini yapar. Beyni militer, islam ahlak anlayışı dolu, anlaşılmaz bir görevsever. Beklediği, fabrîkanın işçisi olan öz kızının ölümüne yol açar. Amirim dediği patronlar zor gününde tanımaz bile. Acı gerçeği zamanında göremez ne yazık. Bu aşırı görevsever, acı, gülünç tip,  belki  bu türden  davranışları "murtazacılık" diye, bilincini bulamamış işçi tipinin karakteristiğini sergiler, insan romanı okuyup bitirdiği zaman o zavallının acısından uzun süre kurtulamaz. (...) Özellikle kadın işçi okurlar için Cemile romanını anmak ve önermek isterim. Okuyup üs­tüne seminer düzenlenmeli; kurtuluşa giden ışığın yolunu bulmaya çalışılmalıdır. Devrim­ciler arasında sadece ideoloji anlatan temel kitapları okuyup başka kitap kapağı kaldır­maktan vazgeçmeyi, zaman yitirir diye ro­man, öykü okumayı nedense zararlı saymayı, ben sağaltılması gereken bir kültür hastalığı olarak görürüm. Okumadan olur mu? Onları sadece okumakla kalmayıp birlikte seminer düzenleyip tartışmayı da gerekli görürüm.

TARIK DURSUN K.

(Dünya gazetesi, 25 Ekim 2001)

Yazılı değildir ama yine de kuraldan sayılır; yazar kısmı, özellikle hikayeci ve romancılar kendi kredilerini kullanır; romanda da, hika­yede de. Yaşam gerçeği en çok kendi göz­lemledikleri, yine kendilerine ait gerçeklerdir de ondan. Türk küçük hikaye sanatının us­taları (Sait Faik'ten Yaşar Kemal'e, oradan Orhan Kemal ve Muzaffer Buyrukçu'ya ka­dar uzanan zincir içinde) bu "kredi”nin en elle tutulur örneklerini vermişlerdir. Bu yazarlar içinde en çok öne çıkanı, hikaye ve romanlarıyla Orhan Kemal'dir. Şunu diyebiliriz; Orhan Kemal'in gerçek yaşamdaki serüvenleri en ince ayrıntılarına dek Orhan Kemal hikaye ve romanlarındadır. Orhan Kemal "küçük insan"ların, kıyı, kenar semtlerin ve mahallerin, oralarda cendereye alınmış gibi sıkışık yaşayanların dünyalarını yaza yaza bitirememiştir. Bitirememiştir, çünkü o çevrelerde yaşayan insanların toplamı yazarın sağlığında bitmemiş, yaşam koşulları değişiklik göstermemiş ve serüven yürüyüp gitmiştir. Sonra, daha çok 50'li yıllar ve onu izleyen yıllarda toplumun alt kesiminde bir dönüşüm başlatılmış ve çoğunluğu oluşturan o kesim insanı iç ve dış güçler aracılığında kendi kabuğunu kırıp çıkmış; ardından da üreticilik aşamasına girmeden doğrudan tüketici yapılmıştır.

FETHİ NACİ

(Cumhuriyet Kitap, 06, 06. 2002)

Orhan Kemal'in bir çabasına değinmek gerek. Romanın birinci baskısı 1954'te, ikinci baskısı 1964'te. Başka türlü söylersek, biri Demokrat Parti döneminde, öbürü 27 Mayıs ertesinde. Birinci baskı 288 sayfa, ikinci baskı 427 sayfa.

ikinci baskının kapağında yayınevi şöyle demiş: "Yayımlandığı sıralar yılın en başarılı romanı sayılan bu kitabı Orhan Kemal, ikinci baskısı için üzerinde tam bir yıl çalışarak, adeta yeniden yazdı. "Orhan Kemal gerçekten çalışmış roman üzerinde. Önce birinci baskıdaki şive taklitlerini kaldırarak çok akıllıca bir iş yapmış. Sonra romana yer yer bazı ekler yapmış. Bunların bazıları gerçekten yararlı, bazı hareketleri ya da psikolojik durumları aydınlatan ekler; bazıları romanın örgüsündeki yoğunluğu bozan gereksiz uzatmalar (genellikle Pehlivan Ali ile İlgili olan ekler); bazıları da 27 Mayıs sonrasının getirdiği nispî özgürlük ortamında, Orhan Kemal'in romanla daha fazla görevler yerine getirmek kaygısıyla yaptığı ekler. Romandaki kişilerin sömürü bilincinden uzak olduklarını belirtmiştim. Birinci baskıda Orhan Kemal, belirli şartların sonucu olan bu gerçek duruma sonuna kadar bağlı. Oysa ikinci baskıda, "romanıyla bilinçlendirme çabası", zaman zaman var olması mümkün de olmayan bir bilinci varmış gibi göstermesine yol açmış. Örnekse birinci baskıda "Pehlivan Ali kocaman yumruklarını sıkmış öfkeyle bakıyordu. Hasan'a değil onu bu hallere sokan kahpe feleğe." (s,117) Oysa, Orhan Kemal'in bütün roman boyunca ayrıntılarıyla gösterdiği gibi, Pehlivan Ali "devrin, devranın, kahpe feleğin" farkına varmadan öbür dünyayı boylayacaktır. Bir de Allahla, dinle, ağalarla ilgili ekler var. Örnekse "Bu Allah da hep onların Allahı mıdır nedir? Fakir fukaraya garaz tekmil..." (s.250) Birinci baskıda topal, "Allanın acımadığına" deyince Hidayet'in oğlu "Ne biliyorsun acımadığını" (s. 86) derken ikinci baskıda "insan ol da sen acı" (s.125) der. ikinci baskıya eklenen bir cümle de şu: "Sen, ben hatta ağa olmasa da işler yürür ama, onlar (işçiler) olmasa yürümez!" (s.261). Batöz ustası söyler bunu. Zaten bütün roman da olan bitenin farkında olan iki emekçi vardır, ikisi de İşçi sınıfından gelme batöz ustası. Orhan Kemal'in sömürülenleri uyandırmak manıyla bir şeyler söyleme çabasın rum: Ama bu eklerin, belirli bir j içinde, yama gibi kaldığını da soy edemeyeceğim. Bereketli Toprakı rinde, bir bilinçsizliğin romanıdır; bı ler, ister istemez, romanın bütünlü] rar verecektir. (...) Orhan Kemal, insanlara hep umu iyimserlikle bakar. Türk romanında han Kemal bakışı" vardır. O her şeye rağmen aydınlık bir yan, insani bir yan bulabileceğine inanı eserlerinde gösterirken, anlattığı to ekonomik şartlara kimi zaman bo; bile olur. Oysa, Bereketli Topraklar de'de, severek, kahrolarak baktığı i hoşgörüyle ama olduğu gibi gösteri rm birbirine güvensizliklerini, yalar nı, birbirlerini gammazlamalarını, ; çiliklerini bütün çıplaklığıyla göste Zeynel'in söylediği "Onların seks bir mezelik yürek çıkmaz" (s. 400); gerçekçi bakışın özeti gibidir.

Hasıraltı'nda buluşuyor, '68 Kuşağı'nın devrimci gençleri de üstada bir şey olmasın diye camlı bölmenin çevresinde etten duvar örüyordu adeta. Rivayetler "raviyan-ı ahbar"a kalsın, Orhan Kemal'in çevresinde dönen söylentiler ise o zamanın gençlerinin çoğunun malumu idi.

Özellikle de Muzaffer Buyrukçu ve Arap Talat'ın anlattıkları...

Karaköy'de Toprak Mahsulleri Ofisi'nde çalıştıktan sonra emekli olan Buyrukçu ve Talat, bir de matbaacı Yelfe İhsan, Orhan Kemal'in sıkı dostları arasındaydı. O günlerden kalan bir Orhan Kemal anısı gönüllerde şöyle mekan bulmuştur: Üstat, hastalığı nedeniyle Bulgaristan'a gitmişti. Varna yakınlarında yazarlar evinde misafir edilir. Masasında bir kuş sütü eksiktir, fakat Bulgarlar ne yapsalar, üstadın yüzünde yine de mutluluğun en küçük bir esintisi görülmemekte... Bir gün nedenini sorarlar. Üstat, mutsuzluğunun nedenini şöyle açıklayacaktır: "Her şey çok güzel de Muzo (Buyrukçu), Arap, Yelfe yanımda olmadıktan sonra kiminle muhabbet edeceğim. Olmaz olsun böyle mutluluk!" Hani, "Gönül sohbet ister, kahve bahane" derler ya, o misal...

Geçen gün, iş bu "kahve" bahanesiyle yolum Cihangir Akarsu caddesinde Orhan Kemal Müzesi ve ikbal Kahvesi'ne düştü. (...) Vefalı çocukları bir "Orhan Kemal Kültür ve Sanat Koordinatörlüğü"   kurmuşlar.  Oğlu Işık Öğütçü, babasının " aydınlık gerçekçiliği" ile müze ve kahveyi aydınlatıyor. (...) Amaçlarının bir kültür ve sanat vakfı kurmak olduğunu söylüyor, babasının imzasını taşıyan fincandan kahvesini yudumlarken... Ardından bir anıt mezar yapımı ve kültür sitesiyle Orhan Kemal enstitüsü ya da üniversitesinin kuruluşu. (...) Yaşım, Orhan Kemal'in öldüğü yaşı çoktan geçti, ama ben hâlâ yaşadığına inananlardanım ve hâlâ yazmayı sürdürmekte. Bakarsınız, sizin de bir hikayenizi yazar, ikbal Kahvesi'nin bir müdavimi olarak... Neden olmasın!

ALİ POYRAZOĞLU

(Sabah gazetesi, 26 Ekim 2003)

(Semaver Kumpanya) Nisan ayından beri Orhan Kemal'in ünlü romanı Murtaza üzerine çalıştı. Oyun daha önce iki üç kere sahnelendiği, İki kere de filme çekildiği için yeni bir yorum, yeni bir bakış gerektiğinin bilinciyle dalmışlar ünlü romanın içine. Orhan Kemal'in büyük ustalığı çok sıradanmış gibi öyküler anlatırken okuyucuyu toplumun bilinçaltına büyük yolculuklara çıkartmasında gizliydi. Semaver Kumpanya oyuncuları da dilimize "Murtazalaşma hali" olarak yerleşmiş dünyaya bakma, varolma halinin hangi koşullarda gerçekleştiğinin öyküsünü anlatmaya karar vermiş. Oyun, "Murtaza Nasıl Murtaza Oldu'yu anlamak ve seyircilere nakletmek üstüne kurulmuş. Başkaldırmadan, eleştirmeden, gözü kapalı ve sonuna kadar sisteme teslim olan Murtaza'lardan birinin Öyküsünü anlatırken Murtaza'ları yaratan kaosun, toplumsal karmaşanın, çöküntünün de anlatılması oyunu çok etkili kılmış. Açık biçim dediğimiz birçok Özgürlükler tanıyan yorumlama üslubundan bio-mekanik dediğimiz disipline birçok anlatım yollarını harmanlayıp etkileyici bir sahne dili oluşturmuşlar, Orhan Kemal'in romanı Semaver Kumpanya sahnesinde yeniden doğuyor.

HALİT KIVANÇ

Takım kaptanları Haldun Taner ve Orhan Kemal ve de büyük maçın hakemi Halit Kıvanç,

Siz benim bir futbol maçında hakemlik yaptığımı duydunuz mu hiç? Bahse girerim ki "yok canım... olmaz öyle şey" dersiniz. Ama oldu işte! Hem de bir değil, iki değil, tam üç kez... Maçlarda gördüğünüz hakemler gibi giyindim, sahaya çıktım, düdüğümü çaldım ve oyun yönettim. Çok merak ettinizse anlatayım.

Yıllar önce büyük gazetelerde çalışanlar, yazarlar, çizerler, foto muhabirleri toplanır, formamızı giyer, çıkıp top oynardık, işte o maçların ikisinde hakemlik yaptım. Birinde Cumhuriyet gazetesi takımı o sıraların büyük gazetesi Vatan'da çalışanların oluşturduğu takımı 4-1 yenmişti. Ötekinde de Tercüman gazetesi takımı Yeni Sabah gazetesi takımına 3-1 galip gelmişti, iki maçta da hakemliğimden şikayet etmemişlerdi. Fakat üçüncü hakemliğim, pek çok yönden tarihe geçti. Yalnızca spor değil, sanat tarihimize de, edebiyat tarihimize de... Çünkü karşılaşan takımlardan biri ünlü tiyatro sanatçılarından, diğeri ünlü edebiyatçılardan oluşuyordu. (...)

Büyük yazar Orhan Kemal'i futbol maçında top sürerken görenler önce şaşırmıştı. Ama ustanın gençliğinde Adana Karması'nın golcüsü olduğunu öğrenince şaşkınlıkları geçecekti. Hele Orhan Kemal'in attığı çalımlan seyredince. (...) A? sonra ilk düdüğümle maç başlıyor ve daha ilk akından gol geliyordu. Bu golü (bizzat yiyen) Türk Edebiyatçılar Birliği kalecisi Adnan özyalçıner, yıllar sonra bir öyküsünde şöyle anlatacaktı: "Baktım top Keşanlı Ali'nin ayağında... Fakat güneş tam karşımdan geliyor, Cezzar'ın kafasına çarpınca gözlerim kamaştı. Bir adım öne çıkarken Engin topa frikik atar gibi vurunca top beni aştı, süzüle süzüle kalemize giriverdi. " (...)

Ve gerçekten şahlanan edebiyatçılar, o yenik durumdan kurtulmayı başaracaklardı. Eski günlerin gol kralı Orhan Kemal gemisini kurtaran kaptan oluyordu, ilk yarı 2-2 kapanacak sanılırken Edebiyatçılar üçüncü golü de atmış, kırk beşinci dakika biterken 3-2 öne geçmişlerdi. (...) Dediğim gibi... Şakacıktan bir maçtı, eğlence idi, dinlence idi. işin alayındaydık. Bana bir daha hakemlik yaptırmasınlar diye penaltıyı gol olana kadar tekrarlatmıştım..

Sonrasında edebiyatçılar gerçekten harika oynadılar, Ülkü Tamer takımını tekrar Öne geçirdi. Ve maçın son dakikalarında Orhan Kemal uzaktan attığı mükemmel golle takımının zaferini ilan etti. Edebiyatçılar Keşanlı Ali'leri 5-3 yenmişlerdi.

Oyundan sonra kucaklaşmış, tekrar böylesi güzelliklerde buluşmayı dilemiştik. Ama ne yazık ki olmadı, olamadı. Olay, tatlı anılarımız arasında kaldı. Haldun Taner'leri, Orhan Kemal'leri golleriyle değil, kitaplarıyla yaşatmaya devam ettik...

(Bütün Dünya)

ÖZDEMİR İNCE

(Hürriyet gazetesi)

Bir eşleştirme yapacak olursam, Orhan Kemal bizim Maksim Gorki'miz, Ignozio Silo-ne'miz, Emile Zola'mızdır. Buna karsın kimileri Orhan Kemal'in, Zola, Gorki ve Silone'nin kendi ülkelerinde sahip ol­dukları edebî makama sahip olmadığını ileri sürebilir. Yazınsal itibar ne işe yarar, nereden kaynaklanır ve etkinlik alanı nedir? Sanıldığı gibi, çok okunmanın, okur nezrinde amigo sahibi olmanın yazınsal saygınlıkla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu alanda, kişisel böbürlenmelere icazet veren, "Renkler ve zevkler tartışılmaz" safsatası da geçerli değildir. Makine yağıy­la sütü karıştırıp içeni ya da uyumsuz renkleri bir araya getiren hödük bulamaçcıyı "zevk sahibi" mi sayacağız? O misal, Bereketli Topraklar Üzerinde, Eskici ve Oğulları, Cemile ve Murtaza'nın yazınsal varlığından habersiz Adem'e tanrılar bile yardımcı olamaz. Gerçek yazarlar konusunda "unutulmak" fiili geçersizdir. Onlar "var"dır. Öylesine vardır­lar ki bütün moda yazarların yok oluşlarını görürler.

 

 



.


[email protected]