Ana Sayfa

İnternette Orhan Kemal


Picus Dergisi - Sayı 14 - Eylul.2004

Dosya

'

Hazırlayan: Deniz Pektaş

IŞIK ÖĞÜTÇÜ

Yazarın on üç yılı

Orhan Kemal'in  oğlu Işık Öğütçü, babasına dair çocukluk izlenimlerini anlattı: "Ben nereden bileydim kocaman bir yazarla yaşadığımı?"

 

Ben 1957 doğumluyum. Babam benim doğumumu başka hiçbir kardeşime nasip olmayan bir biçimde günüyle, ayıyla, saatiyle kayda geçirmiş. Babamla bizim beraber olma süremiz on üç yıl. Babamın edebi kişiliği bu çocuk, baba ilişkisinde elbette gündemde değildi. Babam çalışma odasına gider, bir şeyler yazardı. Çocuk aklımla nereden bileyim, kocaman bir yazarla yaşadığımı? Ben, en küçük çocuk, Fikret Otyam'ın deyişiyle "tekne kazıntısı" olduğum için biraz torpilliydim. Babam çalışırken odasının kapısını kapalı tutardı. Tabii, annem, babamı rahatsız etmeyeyim diye odaya girmemi engellemeye çalışırdı. Dört beş yaşlarında bir çocuk istediği kadar yasaklansın, sınır tanımaz. Ben gene de girerdim babamın odasına, çalışmasını bölerdim. Babam çocukları çok iyi anlar, nasıl kendine bağlayabileceğini bilirdi. Bazen çalışma odasındaki yatağın üzerine bir gofret koymuş olur; "bak oğlum, kuş getirdi bunu" derdi. Benim o heyecanım, mutluluğum, gofreti yerken yüzümün aldığı biçim onu da çok etkilerdi sanırım. Sonradan okuduğumda birçok öyküsünde, romanında bunun yansımalarını gördüm. Yalnız bunun da değil, okuduğumuz çizgi romanlardan etkilenip sokaklarda koşup oynamamızın, haykırışlarımızın... Ne zaman babamın çocuk kahramanlarını okusam o kahramanlarda hep kendimi görüyorum. Babam bayramları hep birlikte geçirmemize önem verirdi. "Şu kitabımı bir tefrika etsem de, avans alsak bayramı paralı geçirsek" dediğini çok hatırlarım. Paralı geçen kimi bayramların sabahlarında bize de harçlık verirdi.

10 4 8 6
       
7 5 9 1

Resimler Ara Güler'in koleksiyonundandır.

 

 

1966 yılıydı; İlkokul ikiye gidiyordum. Sabaha karşı eve birileri geldi, ev arandı, belki o sırada annem söylemiştir onların kim olduğunu, sonunda babam onlarla birlikte gitti. Bir iki gün sonra gazetelerde Orhan Kemal'in tutuklanma haberleri yayımlanmaya başlandı. O zaman babamın bizden uzak kalacağını idrak ettim ve çok üzüldüm. Hatta o yıllarda babamdan çok istediğim bir şey vardı. Bisiklet almasını istiyordum; adamcağızın da başının etini çok yemiş olmalıyım ki, Fikret Otyam hapishaneye bir mektup yazıp şöyle demiş: "Herkes çabuk çıkmanı istiyor, Özellikle de Işık  bisikletten  falan  çoktan vazgeçti, babam çabuk gelsin, yeter diyor." Benim bu halim babanım o kadar içine işlemiş ki, hapisten yazdığı bir mektupta "Çıkınca bisikletini mutlaka alacağım," diyordu. Nihayet 1969 yılında o bisikleti aldı, üstelik ben de babamı o bisiklete bindirdim. Koca adam oğlunu kırmadı, o iki tekerlekli bisiklete bindi.  Onun bisikletin üstünde şöyle bir gidip gelişi benim gözümde hâlâ çok canlıdır. Babamın kitaplarını okurken bazen kimi cümleleri not ediyorum, İstanbul'dan Çizgiler isimli kitabında bir öyküde geçiyordu.   (Babamın  insanları çok sevdiği ve bunu ağabeyime yazdığı  mektuplarda dile getirdiği hep dikkatimi çekmiştir.) O öyküdeki öğretmen üzerine babamın şöyle bir düşüncesi var:  "insanlarımızın anadan doğma aptal, aylaklığı zanaat edinmiş olduğunu ileri süren acayip fikirlere katılmıyorum.   Bizim   insanlarımız  da dünyanın öbür insanları kadar çalışkan, gözü açık ve güçlüdürler. Elverir ki, onları anlayan Öğretmen Ali'ler, namuslu Öğretmen Ali'ler kollarını sıvasın. Selam olsun benden bütün Türkiye,  hatta bütün dünyadaki Öğretmen Ali'lere." Oğluna duyduğu sevgiyi, bağlılığı, Türk halkının bütün fertlerine, hatta bütün dünyanın insanlarına duyardı. Onun insanları bizleriz, sizsiniz, bütün insanlar... İtiraf edeyim, annemden çok dayak yedim ama babam bana bir fiske olsun vurmadı. O kıyamazdı. Bugün hâlâ o kuşaktan babamın arkadaşları gelir, hep iyi şeyler hatırlar ve anlatırlar. Belki Orhan Kemal Müzesi'ne geldikleri için iyi şeyler söylediklerini düşünebilirsiniz ama çok değişik ortamlarda çok farklı kişilerden de aynı izlenimi ediniyorum. Dostları arasında da çok sevilen bir kişiliği var. Son derece yardımsever birisi. 1967'de Basınköy'e taşınmıştık. Babam ağabeyimin maç saatlerinde çıkar, onu seyrederdi. Bugün ben bir yazarın ya da sanatçının maç seyrettiğine tanık olmuyorum. Belki de günümüzde eğlenme ve dinlenme araçları çok çeşitlendiği için insanlar evlerine daha çok kapanıyordur. Babam futbolu zaten çok severdi. Evde spor dergilerimiz vardı. Babam dinlenmek için o dergileri okurdu. Benim işim değil, ben gidip seyretmem diye düşündüğünü, araya mesafe koyduğunu hiç hatırlamıyorum. Bir yaz, yine benim ısrarımla, bizim Basınköy'ün Menekşe'deki plajına gittik. Saat beş veya altı sularıydı. Babamı hep giyimli kuşamlı görmüştüm; ilk kez orada çıplak gördüm. Böyle zayıf, cılız, bembeyaz bir vücut... Babamın kırılganlığına dair ilk anım. Hiç görmesem belki daha iyi olurdu. Kumlarda oturdu. Denize girip girmediğini hatırlamıyorum. Sonra kalktık, eve döndük. 5 Mayıs 1970'te babam Bulgaristan'a giderken babamla hiç vedalaşamadım. Ben o sıralar okulda öğlenci olduğum için beni uyandırmamışlar. Sabah annemle bir taksi çağırmışlar, binip gitmiş. Ölüm haberini aldığımız günü hatırlıyorum. 2 Haziran'dı. Ben babamın bana aldığı bisikletle dolaşıyordum. Basınköy'de bir postane şubesi vardı. Bulgaristan'dan Basınköy'ün PTT'sine ulaşmışlar. Memur beni bisikletle dolaşırken görünce git ablanı çağır, dedi. Gittim çağırdım, ablama söylemişler babamın vefat ettiğini. Ablam ağlamaklı dışarı çıktı. Eve kadar gittik, sonra karşı komşumuza gittiğimi hatırlıyorum. O sırada radyolar da vefat haberini vermeye başlamışlar, komşunun biri çıktı, başınız sağ olsun dedi. ilk orada ağladım. Sonra cenazesini almaya Kapıkule'ye gittik. Zincirlikuyu'da iki kürek toprak attırdılar bana, zaman zaman da hâlâ giderim mezarına. Bazen müzeyi şöyle bir dolaşıyorum, bakıyorum içimde hâlâ vedalaşmamış olmanın acısı. Keşke uyandırsalardı beni, keşke vedalaşmış olsaydık, gitmeden bir sarılsaydım ona. Bir insanı gördüğümüzde onu son görüşümüz olduğunu bilseydik belki de yaşam katlanılmaz olurdu.

Ben on üç yaşıma kadar babamın yazdığı tek satırı bile okumamıştım. Kendisi de bana al şu kitabımı oku oğlum, dememiştir. Bir gün yine Basınköy'de babam ve ağabeyimle otururken -Orta bire gidiyordum o sıralar- ağabeyim yavaş yavaş kitap okumaya başlasan iyi olur dedi. Babam konuşmaya katıldı ve kendi kitaplarını değil, iki Çocuğun Devrialemi’ni okumamı önerdi. On iki ciltlik bir kitaptır. Çünkü gençliğinde o da okumuş ve çok etkilenmiş; kendi yazdıklarında da iki Çocuğun Devrialemi'ne göndermeler vardır. Babamın ölümünden sonra orta sona gelene kadar otobiyografik romanlarından başlayarak bütün kitaplarını okuyup bitirdim. Ama babamı en çok 2000 yılından sonra tanımaya başladım. Kitaplarını yeni basımlarına hazırladığım için bir kitabını üç dört kere okudum, çocukluğumun bakışıyla bulduklarımdan çok daha farklı şeyler buldum ve allak bullak oldum. Birçok kahramanının ruh çözümlemelerinde kendisinden izler olduğunu gördüm. Ne müthiş bir gözlemciymiş! Çukurova Üniversitesinin Bahar Şenliği'ne katıldığımda babamın çok sözünü ettiği Milli Mensucat fabrikasını ziyaret ettim. Babamın fabrikayla ilgili yazdığı her şeyi bir belgesel izler gibi orada gördüm. Kömür taşımaya yarayan rayları, koza kabuklarını. Bekçiye, "babamın kitaplarında bu fabrikanın erkek tuvalet kapılarının yarı belden kesik olduğunu yazar, böyle bir şey var mı" diye sordum. "Geçtiniz," dedi, "o bölümdeki erkek tuvaletlerinin kapıları yarı belden kesiktir." Babam bunları 1950'lerde yazmış, ben elli dört yıl sonra gidiyorum ve okuduklarımdan bildiğim ne varsa orada görebiliyorum; kelimelerin cümlelerin gerçek hayatla nasıl kaynaştığını görebiliyorum. Bence bu çok ilginç bir yetenek. Murtaza'nın ikinci cildinin nüshalarını yazarken bize evde okurdu. O zaman anladım, yazmıyordu aslında onu yaşıyordu, oynuyordu, kendisi Murtaza oluyordu. Daktilonun başında yazarken de transa geçtiğine inanıyorum, Murtaza kişiliğiyle oturup yazıyordu.

Bazen düşünüyorum, keşke biraz büyüyüp bilinçlendiğim dönemlerde babam yanımda olsaydı. Dünya görüşümde bana yeni ufuklar açardı. Ondan çok şey öğrenirdim. Babanım kendi babasından da edindiği çok bilgi var. Babamın babası ilk mecliste Kastamonu milletvekili olarak görev yapmış, Atatürk'le aynı mecliste bulunmuştu. Hiç kimsenin bilmediği, kayıtlarda olmayan bir bilgi yumağını babam kendi babasından devralmıştı. Keşke yanımızda olsaydı, onun yaşında olup da yaşayanlar var. Ama düşünüyorum da onca sıkıntı, üzüntü, yokluk onu uzun yaşatmazdı zaten. Yokluğunu elbette hissediyoruz, ama bize bıraktığı büyük bir miras var, çünkü Orhan Kemal bizim ailemizin babası ama Türkiye'nin de çok büyük bir sanatçısı ve dünyanın önemli yazarlarından birisi.

 



.


[email protected]