Ana Sayfa

İnternette Orhan Kemal


http://www.yenibir.com - Nalan KARSAN - 12.01.2005

Bu yazı Bekçi Murtaza'yı unutmayanlar için...

'

 İster tesadüf deyin, ister kaderin cilvesi, adı her neyse hadise garip ama gerçekti ve aynen şöyle cereyan etti: O gün elime Orhan Kemal'in yeniden basılan Cemile romanını aldım. Seneler sonra bu defa bambaşka bir tad alarak yudumluyorum. Hakikaten yudumluyorum, edebiyat yapmak için söylemiyorum, çünkü bitiverecek diye ödüm patlıyor.

"Çürümüş tahta, paslı teneke ve kerpiç yığınlarından ibaret evleriyle işçi mahallesi sanki bir seldi, bir seldi de bu sel, uzak, çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre köpüre, korkunç anaforlar yapa yapa gelmiş, yıllardan beri mahallenin nabzı gibi atan fabrikanın ağır, beyaz taşlarla örülü, kalın, sağlam ve yüksek dört duvarına dört yandan yüklenmiş, ama duvarları aşamadan, takılmış kalmıştı. Evler... Yan yatmış, diz çökmüş, bağdaş kurmuş, kapaklanmış, yahut tam yuvarlanacakken tutunuvermiş evler, işçi evleri."

İşte benim bittiğin an bu andı. "Aşkolsun be Orhan Baba" diye söylendim kendi kendime, "Ben bundan sonra kimi okurum, neyi yazarım? Sen romancıysan, hikayeciysen, ki elhak en alâsısın, o halde bu ortalıkta kasım kasım kasılarak gezinen dil ve dil (gençler için not düşeyim, iki adet dil kelimesinden biri lisan diğeri gönül manasında kullanılmıştır) fukaraları neci oluyor? Bencileyin gafilin vaziyeti hepten vahim. Cahilin cüreti mazereti de sökmez bu yaştan sonra. Düştü mü bizim roman yazma hayallerimiz suya, sayende..."

Gözümün önünde canlanıveren evlerin birinden Cemile çıktı, yorgun argın fabrikaya yürüdü. Çatık kaşlı, güzeller güzeli Boşnak kızı. "Peşine takılmanın zamanıdır" dedim kendi kendime, "Adana'yı görmek farz oldu." Millet uyduruk Hollywood filmlerinin çekildiği platoları tavaf ederken, koskoca Orhan Kemal'in izini sürmek de bizim boynumuzun borcu olmalı. İşçi evlerinin yerinde yeller esiyordu mutlaka da Millî Mensucat duruyordur belki. Zaten hanidir aklımdaydı, Adana'ya gitmek. Yok, öyle tarihi ve turistik yerlerini gezmek maksadıyla değil. Kebap uğruna. Buradakiler acaba yerlisine ne kadar benziyor, merakıyla bir araştırma ve inceleme gezisi yapmak için. Eh serde, bir porsiyon çiğ börek uğruna günü birlik Eskişehir'e gidip dönmüşlük de var. Adana da az ilerisi, değil mi? Aşıka Bağdat misali.

Böyle düşüne taşına bilgisayarın başına geçtim ki, din don diye elektronik mektup düşüverdi. Gönderen Işık Öğütçü. Orhan Kemal'in oğlu. "Hoppalaaaaa" demişim yüksek sesle, şahidim de var Allahtan, o anlatıyor. Tamam Işık Bey, en sevgili dostlarımdan ama her gün yazıştığım biri değil. Hani oralarda bir yerlerdedir, bilirsiniz, içiniz ferahlar ama yılda bir görüşürsünüz, işte öyle dostlardan. Başlarken de söylediğim gibi ister tesadüf deyin, ister kaderin cilvesi ama garip bir durum yani. Mektubu açıp okumaya başlayınca görüyorum ki bu bir şey mi? Asıl gariplik şimdi başlıyor. O arada çıkardığım sesleri ifade edecek harfleri bulamıyorum. Artık siz anlayın. Diyor ki, "Bizim sitenin 'İnternette Orhan Kemal' bölümüne iki haber geçtim, babamın çalıştığı fabrikayla ilgili. Hemen tıklayıver."

Tıklıyorum. Haberler kötü. Mediha Olgun Karaca imzalı olanın başlığı: Orhan Kemal bir kez daha ölüyor. Spotunda ise; "Ünlü yazarın esin kaynağı olan ve bir süre de memurluk ve katiplik yaptığı Adana’daki fabrika çürümeye terk edildi" yazıyor. Ötekinde de aynı konu var. Başlığı ise "Bekçi Murtaza evsiz kaldı." Haberlerde, 98 yıllık fabrikanın tarihî değerinin, yazarın birçok başyapıtına mekan olmasının yanısıra sanayi tarihimiz ve Adana için önemi anlatılıyor ve burası bir kültür merkezi olsun deniyor.

Derhal cevap yazmaya koyuluyorum. O sırada yanımdaki arkadaşım, "Gidip bir sayısal kuponu alayım mı? Hazır islim üstündeyken banko tutturursun" diye ciddi ciddi ayaklanıyor. Benimse artık asıl merakım işin ayrıntıları. Tesadüfün esrarı üstüne kafa patlatsak ne olacak?

Tek emeli babasını gelecek nesillere de kazandırmak, Işık Öğütçü'nün. Hepimizin olan bu sorumluluğu ona yüklemek bizlerin nam-ı hesabına ayıp ama ne yapalım biz buyuz. Oysa bırakın Amerika'yı İngiltere'yi filan, Orhan Kemal o beğenmediğimiz komşularımızdan birinde doğsaydı, bu vazifeyi üstlenen devletin ve milletin etkili ve yetkililerinden, analardan, babalardan, öğretmenlerden oğluna sıra gelmezdi. Bu gerçeği de hatırlamakta fayda var.

Neyse efendim, gecikmeden merakımı gideriyor, Işık Öğütçü: " Son sahiplerinin borçları nedeniyle fabrika hazineye geçmiş. Hazine de burayı 49 yıllığına kiraya vermiş. Ama şu anda çalışmıyor. Çünkü uzun süredir üretime ara verildiği için fabrika olarak tekrar faaliyete geçirilmesi gerek maddî gerek çevresel sebeplerden mümkün değil. Şimdi Adana'nın göbeğinde kalan bu yer çok kişinin iştahını kabartacak. Bu durumu gündeme firmanın üçüncü dönem sahiplerinden olan Mustafa Özgür'ün torunu Fatih Özgür getirdi. Buranın İstanbul'daki örnekler gibi ( Feshane, tütün depoları, gümrük antrepoları, Silahtar elektrik santralı gibi) bir kültür yeri olmasını istiyor. Ben de öyle. Hatta ismini ''Millî Mensucat- Orhan Kemal Kültür Kompleksi'' olarak düşündüm bile. Yani burası şu an devletin. Kültür Bakanlığı "Bana verin burayı" dese alır. Ondan sonra da Adana veya Seyhan belediyeleri mi yoksa Çukurova Üniversitesi mi alsın işletsin,sanayi ve edebiyatın ve de kültürün canlı tanığı olarak dünyaya ilan etsin. Babamın fabrikayı anlatan pek çok kitabı var. Gençler buralarda canlı canlı hem okusunlar hem de yaşananları gözlerinde canlandırsınlar. Ben de gittim gördüm. Müthiş bir yer. Orhan Kemal'in tüm kahramanları o fabrikada gözünüzün önünden geçiyor; makinalar canlanmış şıkır şıkır işliyor, develer yüklü gelip malları depoya boşaltıyor, kömür vagonları kazanlara kömür çekiyor. Anı olarak fabrikanın bir tuğlasını bile aldım getirdim. Bir gün yıkılırsa hiç olmazsa bir tuğla canlı tanık olarak kalsın istedim. Bilmem aydınlatabildim mi?"

Aydınlandım aydınlanmasına, hatta hayal kurmaya bile koyuldum. Orada gezinecek, oturup kitap okuyacak, söyleşilere katılacak gençleri düşündüm. Bir sevindim ki sormayın. Ama "İşin ucunda ticaret, para, pul olmayınca kültür-sanat meseleleri kimi heyecanlandırır, kimi harekete geçirir ki?" diyen iç sesim hevesimi kursağımda bıraktı. Neyse ki Bekçi Murtaza ona ağzının payını verdi; " Görseydin kurs, alsaydın sıkı terbiye büyüklerinden konuşmazdın böyle cahil sözler. Bilirdin yüksektir bir vazife herşeyden." Ben de devam ettim; "Geleceğe eser bırakmanın ise en yüksek bir vazife olduğunu bilen elbet çıkacaktır. Adının en fazla kendisinden sonraki birkaç neslin hafızasında sürmesine razı olmayan birileri mutlaka vardır." Ve nereden geldiğini bilmediğim bir ses noktayı koydu: "Tarih koynunda sadece sanata ve bilime hizmet edenleri sonsuza kadar saklar."



 

 



.


[email protected]