Orhan
Kemal'i sevenler olarak Selim İleri'yle aynı Cemile'yi
okumuşuzdur herhalde... Varlık'tan çıkan, bordo zeminde çapraz beyaz
çizgili, kırmızı eğik yazılı Cemile'yi (İkinci basım, 1958).
Üzerine
tarih atmışım: 6 ya da 8 Eylül 1963. Çocuk yaştayım henüz... Nasıl
da heyecanla, rüzgârlanarak okuduğumu bugün gibi anımsıyorum romanı.
Üzerinden
bunca yıl geçince yer yer unutmuşum yine de... Epsilon tarafından
yayımlanan on ikinci basım Cemile'yi okuyunca anladım bunu.
Bu son baskısının bir özelliği var: yüz bin basılmış Cemile.
Hangi kitabevine girsem dizi dizi Orhan Kemal'ler, yalnız
kitabevleri mi, marketler de öyle... "Heeyt be Orhan Kemal!" dedim
kendi kendime. Yayınevi ulaştırmıştı ya umursamadım, girdim bir
kitabevinden içeri, gururla Orhan Kemal istedim. Ardından ekledim:
"İki tane olsun!"
Vardım
çaldım komşumun kapısını. Yalnızlığıma, yoksunluğuma bakarak arada
dumanı tüten çorbalar getiren Nurgül Arslan, bir iyilik simgesi...
Şaşkın bana bakıyor. Uzattım Cemile'yi: "İnsanlar yeni yılda
birbirine armağan almaz mı, ben de size bir Orhan Kemal armağan
etmek istiyorum."
Sonra
geçtim evime, ötekinin kapağını açtım, okumaya koyuldum, çarçabuk da
bitirdim. O gece hep Cemile'yle boğuşup durdum... Meğer
müzikal olmuş Cemile.
"Cemile"
Müzikali
Arkada bir
Adana silüeti... Kent durmadan değişiyor... Sahnenin bir yanından
develer giriyor, öte yanında bir fabrikanın insan öğüten ortamında
çitli makineleri, iplikhanenin, dokumahanenin tezgâhları
çalışıyor... Bu arada fabrika önü, Musa'nın avlusu, bu avluya
yerleşmiş yoksul aile odaları getiriliyor maketler halinde...
Bizler
oturmuş, dev bir kadronun sunduğu Cemile müzikalini izliyoruz
büyük bir hayranlıkla... Rıfat Ilgaz'ın Hababam Sınıfı
gibi... Kimler kimler yok sahnede? Tiyatromuz, sinemamız için bunca
katkıda bulunmuş Orhan Kemal'in ünlü yapıtında herkes bir rolü olsun
istemiş besbelli... Şarkıcılar kadar operacıları da dinliyoruz.
Balecilerin, modern dansçıların dansları karşısındaysa enikonu
büyüleniyoruz.
Yönetmen,
yüzyılın büyük bir siyasal müzikali olarak sahneye koymuş meğer
Cemile'yi. Bir basın açıklaması da yapıyor bu arada.
"Sinemacılarımız, bu çok güzel romanı görmezden geldiği için,
kolları sıvadık, hiç değilse müzikal yapıp halkımıza armağan edelim
dedik," diyor. Evet önde fabrika kâtibi Necati'yle işçi Cemile'nin
aşkı anlatılıyor, ama arka planda Türkiye'nin sanayileşme süreci,
kentleşme olgusu, siyasal dönüşümler, toplumsal altüst oluş, bu aşk
öyküsünün çevresinde, buna eklemlenmiş öteki sınıfsal çelişkilerle
birlikte sahneye geliyor. Cemile'nin aşkına engel olmak isteyen
kötüler, bu aşka yardım etmeye çabalayan iyiler, hep bu çelişki
odağında yerleştirilmiş sahneye koyucu tarafından.
Sahnenin
olağanüstü büyüsü hepimizi kuşatıyor... Gösteri sona erdiğinde
hepimiz hep birlikte fırlıyoruz, ayakta alkışlıyoruz Cemile'yi,
ona can veren sanatçıları... Bis üzerine bis... Biz alkışlamaktan,
onlar selamlamaktan yoruluyor ya, ne kimse oturuyor yerine ne de
sahneden çekiliyor...
Bu kadar
alkışa yürek dayanabilir mi, görkemli son bölümceyi bir kez daha
sunuyorlar büyük bir coşkuyla... Ama inanılmaz bir şey oluyor bu
arada, Kâtip'i oynayan sanatçı, rolünü bırakıyor, yerine Orhan Kemal
geçiyor... Bir alkış, bir alkış, ortalık yıkılacak, kıyamet kopuyor
sanki... Fırlıyoruz koltuklarımızdan bir anda, sahneye saldırıyoruz
ya adım atmanın olanağı yok... Bu arada yönetmen bağırıp Orhan
Kemal'in, seyinciyi tek tek selamlayacağını duyuruyor da oturuyoruz
yerlerimize. Oturduğumuz yerden elllerimizi sallıyoruz durmadan...
Derken
uyanmışım... Hayırdır inşallah, gazetelere saldırıyorum, durduk
yerde uydurmuş olamam ya Cemile müzikalini. Baş sayfalarında
duyurmuşlardır herhalde bu büyük olayı gazeteler. Ama bunun rüya
olduğunu kavramakta gecikmiyorum tabii...
Brecht'in,
ilk kez 1928'de yayımlanan Üç Kuruşluk Opera'sını (Bak.:
Bertolt Brecht / Bütün Oyunları, Mitos-Boyut) anımsar mısınız?
Cemile, bir açıdan bununla koşutluk kurularak da düzenlenebilir
bana göre. Bunun için, Londra'nın yaklaşık üç yüzyıl önceki
dilencili yaşamına düğümler atmak gerekmiyor elbette. Orhan Kemal'in
yoksul Boşnak kızı Cemile'den kalkarak müthiş bir denge üzerinde
kurduğu iktidar kavgası, bunun sınıfsal çelişki temelinde
örüntülenmesi Brecht'in Üç Kuruşluk Opera'da getirmek
istedikleriyle sıkı sıkıya örtüşecektir kanımca.
"Cemile"nin
Roman Değeri
Gerçekten
de yazınımızda ahlaksal değerlerin böylesine zengin dolantılarla
enine boyuna tartışıldığı bir roman var mıdır, doğrusu bilmiyorum...
Bizde yoksulların aşkına pek karışılmaz, ne ki kız güzelse eğer, o
zaman öykü bilegeldiğimiz örüntüsüne kayar çabucak. Her türlü engel
çıkarılır bu aşkın önünde...
İki
yoksulun aşkı, herhangi bir artıdeğer taşımadığı zaman olağandır
yalnızca. Kızın güzelliği artıdeğer sayıldığından büyük kavgalara
yol açar bu. Bir yandan âşık delikanlı, öte yandan güzel yoksul kıza
sahip olmak isteyen çeşitli güçlerin temsilcisi erkekler kıran
kırana bir savaşa girişirler aralarında... Önde görünmese bile,
genelde patronlar da, bir biçimde, dolaylı eklemlenir bu
çatışmaya...
Türk
yazınının, sinemasının bu çok eski izleği, Orhan Kemal'in elinde bir
kez daha biçimleniyor görüldüğünce... Cemile'nin ilk
yayımlanışı, 1952... Halit Ziya'nın Aşkı Memnu'sundan elli
yıl sonra, günümüzden elli yıl önce Orhan Kemal, Türk roman
geleneğinin en yalın örneklerinden birini koyuyor bence yapıtıyla.
Brecht,
1920'lerin sonlarına odaklanmıştı Üç Kuruşluk Opera'da. Orhan
Kemal ise 1930'ların başlarını anlatıyor bize. Zaten roman, "1934
yılı Eylül sonlarının berrak bir gecesiydi," tümcesiyle başlıyor. Bu
tarih önemli. Tüm dünyanın etkilendiği 1929 bunalımının yaşandığı
yıllar. Birinci Dünya Savaşının ağır faturası emekçi yığınlara
çıkarılmışken, ikincisinin hazırlıkları da ekleniyor buna...
Bu açıdan
bakıldığında Cemile, sıradan bir aşk romanı değil, bir dönem
romanı, ötesinde gerçek bir siyasal roman doruğu bence! Siyasal
herhangi bir söyleme yaslanmadan, herhangi bir siyasal örgütlenişe
sırtını dayamadan, düpedüz bir aşk romanıyla da siyasal roman örneği
ortaya konulabileceğini gösteriyor bize Orhan Kemal. Doğrusu ya, bu
yanıyla da önemli bir yapıt Cemile.
1950'ler
Orhan Kemal'in yazarlığında önemli bir aşamayı vurguluyor zaten.
Gerçekten de tüm öyküleri, romanları tarandığında, onun en büyük
sıçramayı 1950 başlarında sergilediği görülebiliyor... Cemile
bunun ilklerinden. Upuzun bir roman da değil öyle, 160 sayfayı bile
bulmuyor. Ama ta o dönemden günümüze, şaşılacak ölçüde sağlam
kalmış, dipdiri duruş sergileyen kaç roman anımsarsınız acaba?
Cemile'yi
günümüze taşıyan, bundan sonraki yıllarda da okur gözünde değerli
kılacak yan, roman kahramanlarının yaydığı gerçektenlik duygusundan
kaynaklanıyor kuşkusuz. Çünkü öylesine geniş açılı bir bakışa sahip
ki Orhan Kemal, kahramanlarını hep içerden bakışla yansıtabiliyor
bize. Erkekler kadar kadınları, yoksullar, emekçiler kadar
zenginleri, sonradan görmeleri, etnik farklılıklar gösterenleri...
Hiçbir kahramanı çizgisel durmuyor yine de, hiçbiri inandırıcılığını
yitirmiyor. İşte Cemile'nin gücü buradan geliyor!
Yoksa
yalınkat okuduğunuzda dümdüz anlatılan bir roman bu. Onlarca sayfa
süren, Cemile'nin gündelik yaşantısının anlatıldığı "Musa'nın
avlusu" bölümcelerinin yer yer uzun, hatta gereksiz olduğu bile öne
sürülebilir bu arada. Zaten hiçbir kurgu oyunu da yok yapıtta. Yok
ama kahramanlar, roman evrenine öylesine güç katıyorlar ki, romanın
içindeyken sanki canlıymışçasına tutup havaya kaldırıyorlar romanı,
olağanüstü bir eylemsellik kazandırıyorlar böylece kitaba. Bunun
için Orhan Kemal'in yaptığı tek iş var: yazar olarak hiçbir
kahramanını zorlamıyor o, onları kendi istediği yönde evirmeye
girişmiyor...
Orhan
Kemal'in Cemile'deki roman kahramanlarını kendi özyaşamından
çıkardığı savlanabilir kolayca. Hangi yazar için geçerli değildir ki
bu tür bir öne sürüş? Ne var ki, yazarın bu yönde ortaya koyduğu
dönüştürüm değil midir dikkate alınması gereken? Bu açıdan
bakıldığında Orhan Kemal, Murtaza'da bütün dünya edebiyatına
armağan biçiminde alınabilecek bir roman kahramanını nasıl
yarattıysa Cemile'dekileri de işte böyle ortaya çıkardığı
savlanabilir kolayca.
Onun
romanları zamanında bu yanıyla değerlendirilebilseydi eğer, sanırım
bu hem Orhan Kemal'in, bundan sonraki gelişimini niteliksel bağlamda
çok daha yoğunlaştırıp üst düzeye çıkarabilirdi hem de özellikle
toplumcu gerçekçi yazarların, ondaki bu niteliksel değeri
kavramalarını sağlardı da belki, kimileyin çizgiselliğe düşmekten
alıkoyardı kendilerini.
Üstelik o,
anlatımcı bir yazar da değil, daha 1950 başlarında anlamlandırmayla
örüntülemeye koyulmuş öykülerini, romanlarını.
Buradan şu
sonuca varıyorum: 1950'lerin daha başlarında, bu büyük çıkışı
görülmediği için Orhan Kemal'e haksızlık yapılmış. Ötesinde Orhan
Kemal'in, 1950 kuşağının açtığı çığıra karşın kendi özgünlüğünü
koruyabildiği, bunu tek başına bugünlere ulaştırabildiği de
eklenmeli bu değerlendirmeye.
Unutulmaz Bir Yazar: Orhan Kemal
Kapının
zili. Açtım, Nurgül Arslan. Cemile'yi pek beğenmiş, Orhan
Kemal'i ilk kez okuyormuş, öteki romanlarını merak etmiş.
Kitapçıya
gidiyoruz. "Heeyt be Orhan Kemal!" dedim kendi kendime. Nurgül
Hanım, şaşkınla baktı yüzüme. Açıkladım: "Kitapçıda romanlarını,
öykülerini görünce siz de böyle diyebilirsiniz."
Biz Nurgül
Hanımla kitapçıya doğru yürürken, Orhan Kemal de bir yerlerden bizi
izliyordu sanki... Başında fötrü, ince bıyıkları, takım giysisi,
kravatı, siyah pardösüsü... Hayır hayır, bizi izlemiyordu, yanında
çıraklığa durduğum ilk ustam Orhan Kemal, aslında kahramanlarının,
okurlarının arasında dolaşıyordu yalnızca...
Yeni yılın
bu ilk günlerinde, dışarıda bir aşk havası mı vardı ne? "Cemile
mevsimi bu," dedim birden. Nurgül Arslan, heyecanla atılıp beni
yanıtladı: "Sizi bilmem, ama benim için öyle!"
Adım gibi
biliyorum, şimdi öte yakada, bizlerden ne roman kahramanları, öykü
kişileri yaratıyor da o, biz ayırdında değiliz bunun...
İyi de
bırakıp gittiklerinin ayırdında mıyız peki?
Bir gün
kapınız çalınsın diye beklemeyin... Siz kalkıp kapısını çalın Orhan
Kemal'in! |