Ana Sayfa

İnternette Orhan Kemal


Picus - Klasikler Galerisi-Nebil Özgentürk- Ocak 2005

Orhan Kemal’i anlamak...

'

Nebil Özgentürk, Orhan Kemal’i okuma serüvenini ve Orhan Kemal’in yapıtlarının kendi yaşamındaki izdüşümünü anlattığı yazısında sizi hüzünle gülümsetecek bir de anısına yer vermiş: “2000’lerde yaşadığım bir olayı yıllar var ki hüzünle taşırım.

Edebiyat kritiği değilim...

Yazı coğrafyamda kitap eleştirileri de pek olmaz.

Her ne kadar edebiyattan “müthiş” etkilensem de...

Yirmi yıla yaklaşan basın hayatımda, kabul gördüyse(!), belgeselciliğim ve yazılarımda edebiyat tadını eksik bırakmamaya, özenli bir dil kullanmaya, sıradışı bir kurgu ve özel cümleler kurmaya çalışsam da, sonuçta gazeteciyim! Gazete yazarıyım, metin yazarıyım!

Hayallerden çok gerçeği, miş’li geçmişten çok şimdiki zamanı esas alan “yazı” dünyalarına ait hissederim kendimi...

Bu yüzden de benim odak noktam, gözün gördüğü, kulağın işittiği durumlardır.

Hülasa, bembeyaz sayfaları, yaşanan ya da yaşanabilecek durumlarla doldurabilirim ancak... Picus’taki dostların talebi üzerine “Orhan Kemal’i anlamak” diye bir yazı yazmaya koyulan biri olarak bu kez de aynı şeyi yapacağım...

Benim Orhan Kemal’imi anlatmaya, yüreğimden geçenleri aktarmaya, çocukluğumu, şaşkınlıklarımı, çağının tanığı olmaya çalışan bir gazetecinin gözlemlerini aktarmaya çalışacağım!

Evet, Orhan Kemal benim çocukluğumdur sahiden...

Mesela, ilk okuduğum romandır Cemile...

Babaevi’yse, okuduğum ikinci kitaptır. Böylesine bir “ilk” dahi benim Orhan Kemal’e borcumu pek güzel anlatır sanırım. “Kitap sevgisi” denen hastalığı bana bulaştırdığı, romanı keşfetmeme yol açtığı; yani, ergenlik, gençlik yıllarımın en sıkı arkadaşı olduğu için pek sever, çok sayar ve ustam bilirim Orhan Kemal’i...

İnsanı yalın biçimde anlattığı onlarca eserinde, yedisine de yetmişine de anlaşılır kıldığı için de...

72.ci Koğuş, Murtaza, Hanımın Çiftliği ve diğer Orhan Kemal eserleri, beyaz cama ve beyaz perdeye yansıdığında bir koşu gidenlerden ve ekranın karşısına ilk kurulanlardan biriyimdir de...

Adana’nın tozlu sokaklarında, Orhan Kemal’in roman kahramanlarının bıraktığı mekanlarda büyüyen bir Çukurovalı, yani “Adanalı Orhan Kemal’in hemşerisi” olarak da çok özel bir gurur taşırım...

İşte, bu ve daha pek çok nedenle bağlandığım, saygı duyduğum, efsane saydığım Orhan Kemal’e ilişkin(Orhan Kemal’in romanlarındaki, şiirlerindeki insan sıcaklığı, yaşamındaki akıl almaz zorluklar, roman gibi bir hayat yaşamasının dayanılmaz ağırlığı vs.) 2000’lerde yaşadığım bir olayı yıllardır unutamam, yıllar var ki hüzünle taşırım. Yine sapla samanın birbirine, at izinin it izine karıştığı, hatta zirvede olduğu zamanlar, malum!

Nicedir, Orhan Kemal’in Bir Filiz Vardı kitabını arıyor, bulamıyordum.

Nedense, o güne değin uğradığım kitapçı ya da sahaflarda bulamamıştım bir türlü... Ha bi gayret diye, İstiklal Caddesi’nde, hem kitap hem kaset satan marketlerden birine girdim. (peşinen söylemem lazım, o iki dakikada fıkra gibi bir durum yaşandı!)

Karşıma çıkan ilk görevliyle aramda aynen şu konuşma geçti:

-Bir Filiz Vardı’yı arıyorum...

-Ne vardı abi?

-Orhan Kemal’in Bir Filiz Vardı’sı... Sizde var mı?

-Orhan Kemal diye bir şarkıcı mı var abi, ben bilmiyorum valla... Olsa da Bir Filiz Vardı isimli kaseti henüz gelmedi...

-......

-Bir de kitap reyonuna baksan!

-Abi, kitap reyonunda ne arasın şarkı türkü kaseti...

-Sen yine de bak, belki vardır!

Neyse, sonunda o markette de bulamadım Orhan Kemal’in Bir Filiz Vardı’sını!

Az tebessüm, ama çokça da hüzünle ayrıldım oradan...

Binlerce kitabın arasında “iş”ini yapmaya çalışan o genç satıcının Orhan Kemal diye bir ismin varlığından haberli olup olmaması değildi aslında işin can sıkıcı yanı...

Özellikle 80’lerden sonra dikte ettirilen “vur patlasın, çal oynasın” zihniyetiyle milyonlarca genç insan, hem birer “apolitik heykel”e, hem de zombiye dönüştürülmüştü...

Ekranlardan basına, yayıncılıktan iş dünyasına, bilimden eğitime, hayatın her alanında tuhaf rüzgarlar esiyordu ya, aşk olsundu!

Bu “vahim” durumu dile getirenlerse “statükocu” “eski kafalı” ya da “çağdışı” olmakla suçlanıyordu!

O rüzgar şimdi de devam ediyor!

Bu arada atın ölümü de arpadan oluyor, atı alan da Üsküdar’ı geçiyordu çoktan...

Sonra, yıllar sonra...

Bu satırların yazıldığı hafta dahil, birkaç hafta boyunca pek çok gazete ve derginin “çok satanlar” listesine gözüm iliştiğinde ve Orhan Kemal’in Cemile’sine üst sıralarda rastladığımda, hep bu tanıklığı hatırlayıp durdum...

Bir de o genç satıcıyı...

Acaba, Orhan Kemal için yine kaset reyonuna mı bakıyordur?

Birdenbire ünlenen, birdenbire ünsüzleşen yüzbinler yarattığımız şu gelip geçen günlerde, çağının en büyük romancılarından, hikâyecilerinden biri olan Orhan Kemal’i, bu hayattan göçüp gittiği 70’lerin başından 2000’lere kadar hangi Milli Eğitim müfredatında, hangi Kültür Bakanlığı kütüphanesinde gördük?

“TV karşısında oturma rekoru kıran toplum” olarak, çılgınlar gibi dizi izlediğimiz şu ahir zamanlarda ipe sapa gelmez yüzlerce dizinin içinde bir tek Orhan Kemal ya da başka bir yazarın eserinin olmaması size garip gelmiyor mu? Aksine, çalakalem, iki günde, cep fotoroman zihniyetiyle yazılmış dizilerle zaman öldürüp duruyoruz. Elbette Orhan Kemal’i anlamak, onun insan sıcaklığını keşfetmek daha da zorlaşıyor böylesi bir dönemde!

Aslında başlı başına, bizatihi Orhan Kemal’in kendi yaşamı dahi, ne bileyim, “96 bölümlük bir televizyon dizisi” olabilecek cinstendir kanımca.

Kudretli, kişilikli, inişli çıkışlı, macera dolu, hüzünlü ve –çok istiyorsanız- büyük aşklar, hatta “ıstırap şarkısı” içeriyor Orhan Kemal’in 55 yıllık ömrü...

Neden mi?

Daha on yedisinde, çocuk yaşında Beyrut’a, Şam’a zorunlu sürgüne gittiği için...

Elli altısında, yine kendi sürgününde Sofya’da ölüp gittiği için...

Ama kendi deyimiyle bir “ekmek kavgası uğruna dur durak demeden yazıp çizmesine rağmen açlık sınırında dolaştığı, ancak kursağından hakkı olmayan tek kuruş dahi geçmediği” için...

Ve yıllar boyu oğluna üç tekerlekli bisiklet, evine de buzdolabı alma hayalleri kurduğu için çarpıcı. Yani hayatı roman olduğu için...

Hem de ağır bir roman!

Ve bu roman gibi ağır hayata dostlarına yazdığı bir mektupta da dile getirdiği gibi son verebilmeyi, yani intiharı düşünecek kadar dertli olduğu için...

Bilmeyenler ve merak edenler için bir çırpıda özetlemek gerek:

Yoksulluk ve açlığın dibine vurduğu bir sıra bu hayattan göçüp gitmek isteyecektir Orhan Kemal... Yoksulluk derindir; yıllardır roman ve hikâyelerinde anlattığı kahramanlarından birine dönüştüğü bir günde, ailesini ve dahi kendisini, önce sigorta ettirecek, birkaç gün sonra da hususi bir arabanın önüne atlayıp hayatına son verecek, böylece, sigorta şirketinden alınması gereken nakit paranın çocuklarına ve karısına kalmasını sağlayacaktır!

Heyhat! Bu çılgınca fikir, gelip geçecek, sadece fikir olarak kalacaktır tabii...

Ama yaşamındaki tüm ağırlık sürüp gidecek;yani evde kaynaması gereken tencere daha uzun bir süre yine kaynamayacak, çocuklara, yine ayakkabı ve kışlık giysi alınamayacak, kış geceleri yine sobasız kalınacak, böylece kalem tutan eller yine nefesle ısınacaktır. Kısacası, her şey eskisi gibi kalacaktır.

Evet, bir kez daha söylemek gerekirse, Orhan Kemal’in yaşamı “kara bir öykü”dür aslında. Kim bilir belki de eserlerine yansıyan gerçekçilik, geçmişinden, yaşadıklarından kaynaklanıyor.

Yıllardır yaşam öykülerinde iz süren biri olarak şunu söylemem gerek ki, romanıyla gerçek yaşamı sıkı benzerlikler gösteren ender edebiyat adamlarından biridir Orhan Kemal. Bu yüzden hikâyeleri de karadır.

Baksanıza Tanrı aşkına!

Daha çocuk yaşında kara bir güne uyanacaktır Orhan Kemal...

Adana’da, bir başına parti kuran muhalif babasının elini tutacak ve sürgüne gideceklerdir birlikte. Suriye kasabalarında, Beyrut’ta, üç beş yıl süren kara günler sonrasında Adana’ya dönecek, karanlık fabrika koridorlarında en ağır işçi olarak çalışacaktır. Askerlikte de kararacaktır yaşamının bir bölümü...

Bir sabah, evet bir sabah, dolabında Nâzım Hikmet kitabı bulunacak ve derdest edilip mapushane damlarına düşecektir. Kayseri ve Bursa cezaevlerinde beş yıl süreyle en ağır koşullarda hapislik çekecek, kara hayatlara tanık olacaktır. Kara günler, cezaevinden çıkınca da bitmeyecek, fişlenmiş bir mahpus eskisi olarak yıllarca, onyıllarca iş bulamayacaktır. Sürgün, işsizlik ve yoksullukla geçen İstanbul yılları da kararacaktır Orhan Kemal’in. “Gizli örgüt” üyeliği yakasını bırakmayacak, polis, sıklıkla gözaltına alacak, her yazı ve şiirinde suç gözetilecektir... Çok yazmasına, çok çizmesine rağmen, senaryodan hikâyeye, romandan şiire edebiyatın her alanına uzanmasına rağmen, hayat bunların karşılığını hiçbir zaman vermeyecektir. Yoksul ve kara günlerin en ağırını bir sabah oğlunun bisiklet talebini karşılayamadığı için yaşayacaktır bir de... Hastalanacak, tedavi için yurtdışına gitmek isteyecek ama uzun süre pasaport verilmeyecektir. Bir kara gün daha... Baskı o kadar derindir ki, bir biçimde Kapıkule dışına çıktığında, Moskova’da dünyanın dört bir yanından yazarlarla ahbaplık edecek, romanlarını anlatacak, kenti gezecek ama ustası saydığı, memleketlisi bildiği, şiirlerine tutkun olduğu Nâzım Hikmet’in mezarını,dönüşte başına çorap örülebilir endişesiyle ziyaret dahi edemiyecektir. Ve elli altısında, Sofya’da bir sabah erkenden gözleri kapanacak, ülkesinden uzakta yaşamını yitirecek ve öldüğünde, gün bir kez daha kararacak; bürokrasi, yani devlet, cenaze arabasının üstündeki simgelerden rahatsız olacak ve Kapıkule’de aracın girişini engelleyecek, Orhan Kemal’in naaşı, ancak dostlarının çabalarıyla bir başka araçla İstanbul’a gelebilecektir. Ve hastane odasındaki son notu da karısının cüzdanında kalacaktır: “Eşe dosta selam... İnandığım doğruların adamı oldum, hep böyle yaşadım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir!”

Evet, işte böylesine “kara” ve “ıstıraplı” bir yaşam süren Orhan Kemal’in neden “lay lay lom” edebiyatı yapmadığını galiba daha net anlayabiliyoruz. Ya şu sözlerine ne demeli: “Ben sadece tanık olmayı yeterli bulmuyorum, insanı anlayacak, savaşını anlayacak, buna katılacak sanatçı, tanık olmak namusluluktur, ama yeter şart değildir. Hayatı insanlarla birlikte yaşamak gerekir! Ben hikâye, roman, tiyatro oyunlarımla bozuk düzenimizin nedenlerini insanlarımıza göstermek, onları uyarmak, gösterip uyarmakla da kalmayıp bu bozuk düzeni düzeltmeye çaba göstermelerini, bu çabayı elbirliğiyle göstermemiz gerekliliğini yanıtlarım, yanıtlamaya çalışırım.”

Şu ya da bu, Çetin Altan’ın az bulunan değerli bir içkiye benzettiği Orhan Kemal, hep bu ülkeyi anlattı dibine kadar... Sıradan insanların başdöndürücü derinliğini... Kimi zaman yitirse de iyimserliğini, zaman zaman ölümün kıyılarında gezinse de, daha güzel bir dünya vaat etti...

Ve sadece öykü, roman, hikâyeyle değil, şiirle de bir dünya kurdu kendine...

Ve “iyi” olduğunu gösterdi.

Mesela...

En yakın dostu, öğretmeni Nâzım Hikmet’i arkasında bırakıp da güneşe çıktığında, şunları karalamıştı:

“Sen Promete’nin çığlıklarını kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran adam

Sen benim mavi gözlü arkadaşım, kabil değil unutmam seni

Seni yapayalnız bırakıp hapishanede

Bir üçüncü mevki kompartımanda

Pupa yelken koşacağım memlekete...”

Mesela... Daha İstanbul’a ilk taşındığı günlerde, 40’ların sonunda 2000’lere şöyle seslenmişti şiirinde:

“Ne güzel olurdu, 21.asrı görmek...

Mesela... Ne zevkli şey olurdu seyretmek torunumun Van Üniversitesi’ndeki kız arkadaşlarıyla kutbu şimalide kızak kaydığını!

Adana’da gençlik aşımı yaptırıp, Hindistan’da gerdeğe girmek için arzuhalsiz müracaat etmek hastanelere ne zevkli şey olurdu! Ne tadına doyulmaz olurdu, Adana Misisli Çopur Ali’nin, Sorbon Üniversitesi’nde ‘Parçalanan Atomun Sanayie Tatbiki’ne dair konferansını izlemek! Şu 1941 Harbi için, ‘Ne acayip şey!’ demek ne tadına doyulmaz olurdu!”

Üzerine güller yağsın Orhan Kemal... Merak etme, Işık oğlun, “Istırap Şarkısı”nı neşeye çevirmeye çalışıyor karınca kararınca. Gözün arkada kalmasın, adına kurduğu müze, her gün biraz daha zenginleşiyor... Sen göremedin ama Işık oğlun sayesinde dizelerin, hikâyelerin yirmi birinci asrın çocuklarının koltukaltlarına girer umarım...

 



.


[email protected]