MEHMET NARLI: 1963 Kahramanmaraş doğumlu. Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun. Hacettepe
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde doktorasını tamamladı. Halen
Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi.
Şiir ve roman üzerine araştırmaları, Kırağı, Türk Edebiyatı, Dergâh,
Varlık, Hece, Türk Dili, Türk Bilig gibi dergilerde yayınlandı.
Çiçekler Satılmasın (1988), Ruhumun Evvelyazıları (1999) adlı şiir
kitapları yayınlandı. Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme
(2002) adlı çalışması ise Kültür Bakanlığı Yayınları arasında çıktı
(2002).
Sayın Narlı, niçin Orhan Kemal’in romanları diye başlasak?
Romanımızda şehre gelen tarım ve fabrika işçilerini, küçük ve yoksul
kenar mahalle insanlarını, günlük hayat içinde karşılaştığımız
olumsuz, komik ve insanlığına yabancılaşmış tipleri en geniş
biçimiyle ele alan yazar Orhan Kemal’dir. Türk romanında “Anadolu’ya
yöneliş” olarak beliren tematik genişleme bütünüyle onun
romanlarında yansır. Haylaz ve yoksul gençlerin yaşayışlarını, sınıf
değiştirmek veya ekmeğini kazanmak için savaşan işçileri ve küçük
esnafları, sanayileşmeyi ağalık ve patronluk arası yarı feodal bir
tutumla yansıtan fabrika sahiplerinin hayatlarını, amelelikten
işçiliğe geçişin doğurduğu çatışmaları, siyasal organların açtığı
boşlukları dolduran vahşi kapitalizmin yaralarını, gösterir onun
romanları. Değişim ve dönüşümü devam ettiren bir sürecin önemli bir
kesitidir 1930-1970 arası. Bu sürecin sosyolojik olarak
değerlendirilmesi bir zorunluluktur diye düşünüyorum.
Orhan Kemal romanlarının yansıttığı gerçekliklere değinmişken
sorayım: Kitabınızda romanları sınıflandırmışsınız. Bu
sınıflandırmayı hangi ölçülere göre yaptınız?
Bu tasnifte birkaç noktadan hareket ettim. Birincisi yazarın benzer
bir tutumu var. Örneğin ilk kitaplarını “Küçük Adamın Notları”
adıyla nehir roman diyebileceğimiz bir dizi olarak yayınlama
başlıyor. Yine Çukurova’daki toprak ve fabrika sahiplerinin nereden
geldiklerini, nasıl o servetlere ulaştıklarını, kendi tarihinden de
hareket ederek, tarihsel bir süreçte ele almak istediğini de
biliyoruz. Üçüncü olarak romanların yazıldığı veya konu ettiği
olayların yaşandığı yerlerden yani mekan birlikteliğinden yola
çıktım. Romanlarda işlenilen ve öne çıkan çatışmalar, benzer tipler
de tasnif düşüncesinde etkili oldu. Böyle olunca Küçük Adamın
Notları (otobiyografik roman), Çukurova’daki Tarım ve Fabrika
İnsanlarının Dünyası, İstanbul’da Küçük ve Yoksul İnsanların Dünyası
(Popüler Roman Sularında), Mizahi Romanlar (Tiplerin Dünyası) gibi
bölümler çıktı ortaya.
Orhan Kemal’in bütün romanlarında tematik yapıyı oluşturan
değişmez bir çatışma var: Ekmek kavgası. Hatta fabrikayı,
yabancılaşmayı, güvensizliği, düzenbazlığı da besleyen damar bu
çatışmadır diye düşünüyorum. Ne dersiniz?
Doğru derim. Ekmek kavgası, varlıktan yokluğa düşmüş bir gencin,
kendini kuşatan şartlara uyum sağlama arayışı ve bu şartlarla
savaşması; en ilkel haliyle karın doyurma ihtiyacı, değişen ekomik
uygulamalar içinde ayakta durma savaşı, sınıf atlamanın masum
görünüşü ve düzenbazlığın, hile ve hırsızlığın kılıfı olarak hep
birinci çatışmadır. Bir beladır yoksulluk, insanı her türlü
olumsuzluklara iten, insanın kendine bile yabancılaşmasını sağlayan,
istenilmeyen ilişkilere zorlayan bir belâ. Romanlardaki insanların
bu “bela”yı algılamaları birbirinden farklıdır. Kimi onu bir “kader”
olarak algılar ve uyuşur; kimi, ailelerinden devraldıkları bir
“miras” olarak düşünür. Kimi içinse bu durum, sosyoekomik düzenin
doğurduğu bir “haksızlık”tır. Algılar farklı olunca ondan kurtulma
yolları da faklı olur. Birinci yol elbette “emek” le ulaşılması
düşünülen karşılıktır. Fakat Orhan Kemal, bu savaşın içindeki bütün
insanları bu bilinç düzeyinde göstermez. Bu da onu diğer bazı
gerçekçi romancılardan ayıran özelliğidir. Bu savaşın içinde,
yaşanılan hayata uygun olarak, insanların kimi düşlere, şansa,
tesadüfe sarılır; bazıları kişiliklerini, varlıklılara yanaşmak için
harcarlar; bir kısmı, paraya kavuşmak için bedenini satar; bazı
aileler için ekmek kapısı, kızlarını veya oğullarını varlıklı
birileriyle evlendirmektir.
Peki sosyal gerçekçi bir romancı için, ekmek kavgasını böylesine
farklı açılardan ele almak bir çelişki değil mi?
Aslında farklı açılardan ele almıyor. Hatta diyebilirim ki, ekmek
kavgasını işlerken , bütün romanlarda temel bakış açısına bağlıdır.
O da “diyalektik materyalizm”dir. Sosyal çatışmayı belirlerken,
malzemesini seçerken bu bakış açısına bağlıdır. Fakat bu malzemeyi
işlerken ideolojik bir kurgudan fazla gerçeği olduğu gibi yansıtan
bir kurgu peşindedir. Bu da Orhan Kemal gerçekçiliğinin daha çok
Gorki ve Hemingwey’in gözlemci ve eleştirel gerçekçiliğine yakın
olduğunu düşündürür. Bazı romanlarında idealize edilen, bozuk düzene
karşı kişilikli ve bilinçli bir savaş veren tipler vardır kuşkusuz.
Fakat bütün romanlar içinde bu tipler biraz naiv kalırlar. Orhan
Kemal için önemli olan, kişilerin ideolojilerini dillendirmeleri
değil, romanların, bütünüyle kapitalist ekonomik sistem içinde
“çalışmanın yabancılaşması”nı göstermeleridir. Böyle bir
yabancılaşmanın doğuracağı, insan- madde arsındaki fetişist
ilişkiyi, insanın maddeye ulaşmak için yaptığı her türlü dalavereyi
görmemek, bu yozlaşmayı sadece maddeyi elinde tutanların
kötülüklerini sergilemek, Orhan Kemal’de hep var olan yansıtmacı
tutuma ters düşerdi. Yani bir patron kıyıcı, düzenbaz olduğu gibi,
bir işçi de bütün kişiliğini maddeye karşı bir değişim bedeli olarak
harcayabilir. Bu yapıya Orhan Kemal, kendisi bir isim verir:
Aydınlık Gerçekçilik. Bu bakış açısına göre kişiler değil, bozuk
sosyal sistem suçludur. Böyle bir bakış açısına elbette, en çirkin
davranışları sergileyen olay kişileri karşısında bile tarafsız duran
bir anlatıcı ve bu insanların kurtulacaklarına inanan bir yazar
gerekir. Şunu da söyleyeyim: Orhan Kemal “yaşadıklarımı yazdım”
diyen bir romancıdır. Yaşadıklarına bu kadar önem veren bir romancı
için, gözlem ve tecrübenin, ideolojik varsayıma dayanan kurgudan
daha baskın olması kaçınılmazdır. Fakat eklemek istediğim bir şey
daha var: Belki dönemin siyasal yönlendirmeleri, kendisine
yöneltilen eleştiriler gibi etkilerden dolayı Orhan Kemal’in zaman
zaman romanlarındaki gerçekliğe zarar veren, yapay bir
“bilinçlenme”ye yer vermiştir.
Örneklemeniz mümkün mü bu durumu?
Bir Filiz Vardı’daki genç kızın, Gurbet Kuşları’ndaki delikanlının
bilinçlenmesi gibi.
Belki cevabı zor bir soru soracağım: Orhan Kemal’in insanları
“bizim”mi?
Seçtiğin kelimenin hangi anlamları kuşattığını bütünüyle
değerlendirmeyi bir tarafa bırakır da, “her gün birlikte olduğumuz,
beraber yaşadığımız, sosyal, siyasal ve ekonomik değişimden hem
olumsuz yönden etkilenen insanlarımız” mı diye alırsam, evet, Orhan
Kemal’in insanları “bizim” insanlarımız. Hem de bazı köy
romanlarındaki insanlardan, bazı işçi romanlarındaki işçilerden daha
fazla bizim insanımız. Bereketli Topraklar Üzeri’nde, Kanlı
Topraklar’da, Eskici Dükkanı’ında inşaatlarda, tarlalarda en ilkel
ihtiyaçlarını karşılamak için çalışan, bağrışan, küfreden, ağaya ve
adamlarına yanaşan, kendi kabuğuna çekilip çıkarlarını kollayan,
sabrıyla, cehaletiyle, güdüleriyle ortada olan insanların bizim
olduğunu anlamak için dört koldan Adana’ya veya İstanbul’a gelen
insanlar arasında kısa bir süre yaşamak yeterlidir. Bütün bu
insanlar bizim; Orhan Kemal’in duruşu “yerli bir duruştur” derken
bir soru da inceleme boyunca kafamı kurcalamadı değil. Hemen bütün
romanlarda aksiyonu sağlayan iki güçten biri ekmek kavgası biri
cinsellik. Bu durumu, ne, “diyalektik materyalist bakışın ürünüdür”
diye, ne de insanın temel ihtiyaçları, bizim insanlar için de
geçerlidir ve gerçek hayatımızdaki aksiyonu oluşturan da bu iki
güçtür” diye kestirip atamadım. Romanlarda kadınlar tarafından
cinselliği ile algılanan, yaklaştığı kadını elde eden, güçlü, alımlı
tiplerin varlığından söz edebilirsem de, bu tutumun psikanalitik
yorumları için yeterince kanıtlayıcı analizlere ulaştığımı da
söyleyemem. Romanları çekici kılmak gibi popüler bir kaygının çok
etkin olduğunu da sanmıyorum. Sanıyorum bütün bu etkilerin buluştuğu
yerde “bize” çok da uymayan bir abartı var.
Orhan Kemal ve popüler roman diye bir başlık açsak ne gibi
değerlendirmeler yaparsınız?
Orhan Kemal İstanbul’a geldikten sonra da, yoksul mahallerde
yaşayanların, fabrikalarda çalışanların , ekmek parası için
vagonlara dolup İstanbul’a gelenlerin hayatlarını yazmaya devam
eder. Yoksulluğun sonuçlarını yansıtmada yeni problemler de görülür:
Sokaklarda başıboş gezen çocuklar, kötü yola düşen, artist olmak
için evlerini terk eden kızlar gibi. Fakat bu geniş tematik alana
rağmen bu romanlarda teknik ve estetik bir zayıflama başlar. Bu yeni
problem alanları, popüler malzemeyi getirir beraberinde. El Kızı,
Küçücük, Yalancı Dünya gibi romanlarda popüler amaç estetik ve
düşünsel amacın önüne geçer. Bu kitapların yazılmasında, tefrika
edilmesinde, yayınlanmasında ekonomik kaygıların öne çıktığı da bir
gerçektir. Okurun aklından çok, merak ve heyecanlarına yönelen bu
romanlar, tefrika yoluyla çok sayıda okura ulaşırlar. Magazin
kültürünün gazeteler yoluyla yaygınlaştığı yıllarda okuma yazma
bilen geniş kitlelerin rahat anlayacağı, çözebileceği romanlardır
bunlar. Hemen hemen hepsi önce gazetelerde tefrika edilirler.
Tesadüflerin bolluğu, hızlı tempo, kalabalık entrika, mutlu ve adil
sonlar gibi anlatım özelliklerinden yola çıkarsak bu romanları
popüler roman olarak sınıflandırabiliriz. Aslında Orhan Kemal, bir
kısmı senaryolaştırılan bu romanların yeşilçam melodramları olduğunu
bilir. Dostlarına hep bu kitaplar üzerinde yeniden duracağını
söyler. Fakat geçim sıkıntısı buna izin vermez. Yeri gelmişken
söyleyeyim ki, romanın estetik amaçlarını hesaba katmazsak, popüler
romanların, hem dönüşen sosyal hayatı yansıttıklarını, hem de
hayatın dönüşümünü etkiledikleri kesindir. Sosyoloji ile roman
arasındaki ilişkilerin popüler roman olmadan yeterince
değerlendirilebileceğini sanmıyorum.
Kitabınızda kullandığınız bir başlık da mizah? Orhan Kemal, bir
mizah yazarı mıdır?
Hayatın zıtlıklarını, haksızlıklarını, çelişkilerini işlerken,
hayatın içinde var olan mizah hep vardır romanlarda. Buna rağmen
Orhan Kemal, bir mizah yazarıdır diyememeyiz; gözlemci ve eleştirel
tutumunda mizaha da yaslanmıştır diyebiliriz. İncelediğimiz yirmi
sekiz romanın sadece dördünde (Murtaza, Müfettişler Müfettişi, Üç
Kağıtçı, Tersine Dünya) insanı katı ve acıtıcı gerçekler karşısında
gevşeten bir mizah öne çıkar. Murtaza’da Murtaza’nın, saçmalığa ve
zorbalığa varan vazife anlayışı, kaz adımlarıyla yürüyüşü, şivesi,
saflığı ve bütün bunların abartılmasıyla ortaya çıkan yapı, tam bir
mizahî yapıdır. Sosyal ve bürokratik eleştirinin mizahla yapıldığı
Müfettişler Müfettişi de öyledir. Hele bu romanda ve bunun devamı
olan Üç Kağıtçı’da, mizahı sadece baş kişinin söz ve davranışlarına
kilitlememesi, lokantacısından arabacısına, valisinden emniyet
müdürüne kadar, her insanın çelişki, korku ve güvensizliklerinin
arkasındaki uyumsuzluğu, haksızlığı, politik manevraları
hissettirerek vermesi önemlidir. Şöyle de ifade edebiliriz bu
durumu: Romanı okuyan kişi baş kişi Kudret Yanardağ’a gülmez
aslında, “bize” güler; biz dediğimiz yapıya güler. Tersine Dünya’yı
saymazsak mizahta son derece başarılıdır Orhan Kemal.
Son Bir Soru: Her romancı gibi Orhan Kemal de içinde yaşadığı
toplumun problemlerine kayıtsız kalmadı elbette. Ama Orhan Kemal’in
Türk romanına eklediği nedir?
Orhan Kemal, çok genel anlamda edebî arka planı, en azından sokağa
yönelme, vakayı diyaloglarla sunma ve şiveleri kullanma açısından
Hüseyin Rahmi’ye kadar uzanan natüralist ve realist roman
anlayışını; Sadri Ertem, Sabahattin Ali gibi romancılardan devralan
sosyal gerçekçi bir romancıdır. Şehirdeki işçiyi, yoksulu bütünüyle
romana alan ilk romancıdır. İnönü ve Menderes dönemlerinin sosyal
siyasi fotoğrafını çekme açısından “dönem romanı” saymak mümkündür.
Teknik anlamda romana kattığı yenilikler de var kuşkusuz. Onun
diyalog kurmadaki başarısı (yüzlere varan yeşil çam senaryolarına
diyaloglar yazmıştır), kişilerine fazla karışmayan, zaman zaman
araya giren vaka dışı anlatıcı bir yenilenme olarak kaydedilebilir.
Vaka dışı tanrısal anlatıcıdan kurtulmak isteyen gerçekçi eğilimler
için bu bir aşamadır.
|