Sayın Konuklar,
Önce, Orhan Kemal’in büyük sanat emeğine, ağır bir yaşamın
üstesinden gelen direncine, onun adına ödül koyan eşi ve
çocuklarına, Ölümün Gölgesi Yok adlı romanımı bu ödüle değer
bulan seçici kurulun değerli üyelerine teşekkür ederim,
saygılarımı sunarım.
Küçük
yazı denemeleri yaptığım bir dönemde, Orhan Kemal’le
Ankara’da beni Fikret Otyam tanıştırdı. O gün, AST’da 72.Koğuş’un
temsili vardı. Orhan Kemal’le Otyam önümüzdeki sırada
oturuyorlardı. Oyun sırasında Orhan Kemal’in kahkahalarını
duyan seyirciler gözlerini bizim tarafa çeviriyorlardı.
Herkesin gülmesi doğaldı da, oyunun yazarına ne oluyordu?
Otyam, “Hadi biz gülüyoruz; bu senin oyunun, sen niye
gülüyorsun!” diye sorunca, Orhan Kemal, “Fikret,” dedi,
“Sizler onların oyununu görüyorsunuz, ben şu anda onların
içindeyim..”
‘Adem
baba koğuşu’nu anlattığı 72.Koğuş’unu izlerken Orhan Kemal’i
seyircilerden daha çok güldüren, insanı gerçeğiyle yansıtan
bu doğal üslubudur.
Orhan
Kemal’in yazı yaşamının giriş kapısını bu söz aralar bize.
Önce kendini yazdı. Kendiyle yetinmedi, çevresinin ‘küçük
adamları’nı yazdı, onları bunaltan sorunlara yöneldi. Kendi
benliğinden insanlığın benliğine uzayan sanatın yoluna
girdi. ‘Yazı’nın temel kuralı güçlü gözlem, doğru yorum,
insanı gerçeğiyle kavramaktır. Bu da yetmez; bir yazar,
kendine özgü üslup yaratamıyorsa, yazdıklarını orta malı
olmaktan kurtaramaz.Orhan Kemal, Türk yazın sanatına kendi
yaratısı olan, o ölçüde de doğal bir üslup armağan etmiştir.
Öyle bir üslup ki, roman ve öykü kişileri gözümüzün önünde
tragedya kahramanları gibi acı da çekseler, yaşama
sevinçlerinden, ironilerden hiçbir şey yitirmezler. O,
kişilerinin ağlamakla gülmek arasındaki gerçeğinin hangi
yürekte çarptığını duyumsayan bir yazardı çünkü. Güçlü
gözlemleri, üslubu, kişileri konuşturmadaki ironisi bu
duyarlığın ürünüdür.
Anlatı,
yaşananı ‘yazının malı’kılma edimidir. Yazar, insanı
gerçekleriyle dil’le yeniden yaratmadıkça anlattıkları ağzı
kalabalığından öte bir anlam taşımaz. Sartre’ın, “Yazar bir
şeyi söylediği için değil, onu nasıl söylediği için
yazardır.” Sözünden bu anlaşılmalıdır. Günümüzde, üç beş gün
adından pop şarkıları gibi söz ettiren sözde edebiyat
eserlerinin, birkaç gün içinde hiçbir iz bırakmadan silinip
gitmeleri başka nasıl açıklanabilir? Orhan Kemal, daha ilk
romanları olan Baba Evi, Avare Yıllar, Cemile’de bile,
yaratıcı diliyle yazmanın ne olduğunu göstermiştir.
Erasmus,
“Hayvan hayvan olarak doğar, insan insan olarak doğmaz,
oluşturulur.” Diyor. Yazarın varlık nedeni budur; insanı
insan olarak oluşturmak, onu yaratıcılığıyla yeniden var
etmek... Oluşumdan geçmemiş insan kendini bir yere
oturtamaz. Ayrımcılık yapar, bencildir, hoşgörü yoksunudur.
Yaratılmış bütün varlıkların bir ‘can’ taşıdığını bilmez,
kendi canının bile düşmanıdır. Yazarın işi, düşmanlığı
ortadan kaldırmak, insanları ırksal, etnik, dinsel
kimliklerinden sıyırarak sevgiyle birbirlerine bağlamaktır.
Yazarın yüreğinde bu sevginin çağlayanları akar. Bu
çağlayanda arıtır insanı, oluşturur. Sanatsal arınmaya
uğramayan insan eksiklidir, kalabalığın bir parçasıdır. Her
gün ekranlarda görüyoruz; bu eksikli insanlar, spor
alanlarında gözü dönmüş boğalar gibi birbirine
saldırıyorlar, saldırmıyanlar da, plastik bebekler gibi,
bedenlerini sergiliyorlar.
Oralardan gözümüzü alıp yazarların insanlık dünyasına
bakalım...
Baba
Evi’nin Orhan Kemal’i, tuttuğu balığı götürmezse, evde
babasının dayak atacağını bile bile; onu hasta annesine
ölmeden bir iki lokma yedirmek isteyen kız arkadaşına verir.
Kız Ermeni’dir. Bir öyküsünde de, el kadar bir kız, hasta
anasına bakmak için, ona saray gibi konaklar, takılar,
giysiler vaat eden adamı elinin tersiyle iter. Sait Faik,
sabahtan akşama kadar çalışıp eline bir balık verilmeyen bir
ırıp işçisinin acısını yüreğinin şah damarında duyar, kaleme
sarılır. Yazmasa deli olacaktır. Fakir Baykurt Yılanların
Öcü’nde, üç beş karış tarlası olan “Iraz Ana”nın direncine,
yüreğinin, yazarlığının elini verir. Yaşar Kemal, Fırat Suyu
Kan Akıyor Baksana’da, birbirine düşmanlık duygularıyla dolu
iki insanı, yurdundan edilmek istenen bir Rum’la, kendini
bir yere tutundurmak isteyen yersiz yurtsuz Türk’ü ‘yazı’nın
engin soluğunda barıştırır, onları evrensel insan sevgisinin
yurttaşı yapar.
Ancak
insanına sahip çıkan yazarlar taşır bu duyguları. Sait Faik,
Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt...
işçisiyle, köylüsüyle, gecekondusuyla, dar gelirlisiyle,
insanımızı yaratıcılıklarının berrak sularında arındırmış,
onlara sahip çıkmışlardır. Bu uğurda başlarına neler
geldiğini, ne acılar çektiklerini burada yinelemeye gerek
yok.
Dostoyevski, “İnsan ne zaman içindeki kötülüğü yenip insan
olacak?” diye soruyor. Orhan Kemal yazarlık yoluna bu
sorumlulukla, insanı ‘hayatın içinden’ anlatarak
koyulmuştur. İnsanı kötülüklerden arındırıp özgür kılma
amacı yazarlığının temel ilkesidir. Bu büyük emek karşısında
saygıyla eğiliyorum. Bugün, adımın bu sonsuz yolun
yolcusuyla anılması bana mutluluk veriyor, onur bağışlıyor.
Sizleri
saygıyla, dostluk duygularıyla selamlıyorum.
Adnan
Binyazar
|