Ana Sayfa

İnternette Orhan Kemal


Virgül Dergisi, A.Ömer Türkeş  / Haziran 2005)

İŞTE BU BİZİM HİKAYEMİZ

'

 

 

            Edebiyat dünyasının Orhan Kemal adıyla tanıdığı Mehmet Raşit Öğütçü, 15 Eylül 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Babası Abdülkadir Kemali Bey; birinci mecliste milletvekilliği, 3 Mayıs 1920’de Vekiller Heyetinde Adliye Bakanlığı yapmış, 26 Eylül 1930’da Adana’da Ahali Cumhuriyet Fırkasını kurmuştu. Partisi muhalif görüşleri nedeniyle kapatılınca 1931’de ailesini de yanına alıp Suriye’ye kaçtı. Orhan Kemal’in hem eğitimi yarım kalmış hem de ailecek yoksulluğa düşmüşlerdi. Suriye ve Lübnan’da bir yıl kadar yaşayan Orhan Kemal, Türkiye’ye döndü.

            Adana’daki hayat da kolay değildi; çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık, kâtiplik, ambar memurluğu yaptı. 1938’de askere gittiğinde mapuslukla tanıştı. “Yabancı rejimler lehine propaganda ve isyana muharrik” suçundan yargılanarak, 27 Ocak 1939’da beş yıla hüküm giydi. Kayseri, Adana ve Bursa Cezaevinde Nâzım Hikmet’le tanışması kaderini değiştirecekti; şiir ve hikâye yazmaya onun teşvikiyle başladı. Ne var ki geçimini sadece yazdıklarıyla temin edecek durumda değildi. Hamallık da dahil olmak üzere pek çok yıpratıcı işte çalıştı. Üstelik mimlenmişti de! 1950’de ailesini de yanına alarak İstanbul’a göç etti ve bundan böyle yalnızca kalemiyle geçindi. 7 Mart 1966’da bir ihbar üzerine “Hücre çalışması ve komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle yeniden cezaevine düştü Orhan Kemal’in yolu. 13 Nisan 1966’da serbest bırakıldı. Artık yıpranmıştı Türk edebiyatının büyük ustası. Bulgar Yazarlar Birliğinin davetlisi olarak gittiği Sofya’da, tedavi edilmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970’de öldü.

            Epsilon Yayınevinin tarih sırası gözetmeksizin Cemile ile başlattığı son Orhan Kemal edisyonu geçtiğimiz aylarda yayınlanan Dünya Evi ile sekizinci kitabına ulaşırken otobiyografik özellikler taşıyan Küçük Adamın Romanları serisi de Arkadaş Islıkları dışında tamamlanmış oldu.

            Küçük Adam’ın doğumundan gençlik yıllarına kadar uzanan bir süreyi kapsayan roman dizisi 1914-40 yıllarını kapsar; Baba Evi’nde yazarın çocukluk dönemi, Suriye’ye göç, Lübnan’da çekilen yoksulluk ve Adana’da sürdürdüğü başıboş gençlik günleri, Avare Yıllar’da aile desteğinden mahrum genç adamın bütün yoksulluk ve adaletsizliğe rağmen sevincini yitirmeden verdiği hayat mücadelesi, Cemile’de küçük adamın evleneceği güzel Boşnak kızı üzerinden işçi mahallelerinde ve fabrikalarda sürüp giden acımasız koşullar, Dünya Evi’nde ise gençlerin toplumsal koşulların tüm olumsuzluklarına karşı direnerek sürdürdükleri evlilikleri anlatılır.

            Yazının başında özetlediğim zorluklarla dolu hayatın Orhan Kemal’in zihninde derin izler bıraktığı Küçük Adam dizisindeki romanlarda izlediğimiz dramatik kesitlerden anlaşılıyor. Ancak diğer hikâye ve romanlarında da görüleceği gibi, sefaletin kıyısındaki insanları yaşadıkları mekânlar ve sahip oldukları eşyalarla birlikte olanca çıplaklığıyla sergilerken iyimser bakışını hiç yitirmez. Okuduğumuz, art arda sıralanan felaketler antolojisi değildir; acılarla birlikte sevinçler, yoksul insanlara soluk aldıran küçük mutluluklar, aşklar, ilk cinsel deneyimler, eğlenceler, kötülere karşı dostluk ve dayanışma duyguları da vardır. Üstelik bütün bunlar Adana’nın meyhaneleriyle, genelevleriyle, o yıllardaki toplumsal hayatıyla birlikte canlandırılmıştır.

            Orhan Kemal, yoksulluğun sınıfsallığını vurgulamaya Çukurova gerçeğini işlediği romanların ilki olan Bereketli Topraklar Üzerinde(1954) ile başlar. “Memleketimizin insanlarının kalkınmasını, refahını, yükselmesini istedim. Bu işin de köyden başlaması kanısına vardım,” düşüncesiyle yazılan Bereketli Topraklar Üzerinde’de yoksulluk, emeğin üzerindeki sömürünün zorunlu bir sonucudur. Yoksul köylerinden kalkıp çalışmak için Çukurova’ya inen üç garip köylünün hikâyesinin anlatıldığı bu romanda, girdikleri her işte acımasızca sömürülen, kente geldiklerinde horlanan, alay edilen, kendileri gibi sefalet içerisinde yaşayan insanlara sığınan, ama biri dışında ayakta kalmayı beceremeyen köylüler kadar toplumsal ve ekonomik hayat da çok iyi gözlemlenmiş tarımsal alandaki değişmeler eksiksiz kaydedilmiştir.

            Pek çok edebiyat incelemesinde yazarın en iyi romanı olarak kaydedilen Bereketli Topraklar Üzerinde’de, acımasız koşullarda insanın geçirdiği değişimi, giderek sadece ilkel güdülerini doyurmaktan başka  bir şey düşünmeyen bencil yaratıklar haline gelişleri çarpıcı sahnelerle yansır. Gözler önüne serilen tablo Hugo’nun Sefiller’i ya da Zola’nın Germinal’i kadar dehşet vericidir. İyi-kötü ayrımı kalmamıştır; an gelir, erkekler cinsel açlıklarını köreltmek için hastalıktan kırılan bir kadına uçkur çözer, an gelir ölüm döşeğindeki arkadaşlarını sırtlarında taşırlar. Erkeklerin karşılaştıkları sömürü ve eziyet, kadınlar söz konusu olduğunda daha da dayanılmaz bir hal alır. Etraflarını kuşatan erkekler arasında hiçbir güvenceleri yoktur, fiziksel güçleri yoktur, barınacak evleri ve umutları yoktur; “gövdeleri, bir anlık dostluk, bir lokma ekmek, birkaç kuruş para vaadi karşılığında herkese açık olan, üzerinde herkesin hak yürüttüğü ve istediği sürece hâkimiyet kurduğu alanlara dönüşmüştür.”

            Orhan Kemal, Vukuat Var(1958), Hanımın Çiftliği(1961), Eskici ve Oğulları(1962) ve Kanlı Topraklar(1963) romanlarında da aynı temayı işlemeyi sürdürür. Adana çevresindeki toprak ve fabrika işçilerinin hayatları Çukurova’daki siyasal, ekonomik ve toplumsal değişimlerle paralellik içerisinde, ama romanının merkezine daima insanı dramlar konularak canlandırılmıştır. Güçlüyü daha güçlü kılan tek parti yılları, umudu temsil eden Demokrat Parti(DP) iktidarı, DP’yi köylü yanlısı belleyen ve ağanın el koyduğu toprakları geri almayı hayal eden köylünün DP’nin gerçek sınıfsal yapısını fark etmesiyle başlayan düş kırıklığı, toprak zenginlerinin komik modernleşme girişimleri, zenginlere yaranmaya çalışan ve o yılların yükselen değerlerine sarılan taşra politikacıları, çevrenin merkeze karşı refleksleri, lümpenlerin hırsı, köylülerin boyun eğmişliği ve geleneksel ilişkilerin kapitalizme doğru evrilmesi gibi birçok meseleye değinir.

            1960’lı yıllara kadar Türk romanında zenginlik-yoksulluk karşıtlığı, en çok “köy romanı” olarak adlandırılan akım içerisinde işlenmiş ve söz konusu karşıtlık, bir önceki dönemin kötülük-iyilik çiftinin yerine geçen ezen-ezilen ilişkisinin simgesine dönüşmüştür. Yoksul halk ve onun yanındaki aydının bir tarafta, zengin kesim ve siyasal iktidarın öte tarafta olduğu bir mücadelenin dile getirildiği özel bir alandır toplumcu romanlar. Olup bitenlere, hastalıktan kırılan, bir lokma ekmek için dilenen, iş bulamayan yoksul insanlara, onların yaşadıkları bakımsız ve pis mahallelere, derme çatma evlere ve kentlerin gelişip bölünmesine gerçekçi ve eleştirel yaklaşmalarına rağmen, ilk dönem solcu yazarların kaleminden çıkma metinlerin pek azında –bugüne kalan- edebi bir güzellik bulabiliyoruz.

            Elbette meseleyi doğru koyan yazarlarda yok değildir. Türk hikâyeciliğinin farklı kollarda akan iki büyük ismi Sait Faik ve Sabahattin Ali, zayıf, güçsüz, sinik ve yoksul insanların dünyasına sızmayı, o dünyanın işsiz, hasta, aç, küskün hayatlarını en canlı görüntülerle ve basit bir dille yansıtmayı başarmışlardı. Ancak Türk romanında toplumsal gerçeklikler ve yoksul insan hayatlarından söz ediyorsak eğer, Orhan Kemal’e ayrı bir sayfa açmak gerekir. Çünkü o, gerek ilk romanlarında sözünü ettiği çocukluk ve gençlik anılarını, gerek Çukurova’yı anlattığı ikinci dönem romanlarını ve gerekse de İstanbul’un kenar mahallelerinde geçen son romanlarını hep aynı kesimden insanlara, hep maddi hayatın ezdiği dar gelirli ve yoksul insanların ayakta kalma savaşlarına, umutlarına, sessiz bir öfkeyle katlandıkları kaderlerine ayırmış; işçilerden, köylülerden, küçük esnaf ve zanaatçılardan, dar gelirli memurlardan, işsiz güçsüz serserilerden, sokak çocuklarından, hayat kadınlarından derlenmiş şahıslar kadrosunu zaman zaman zengin kesimlerden insan tipleriyle genişletmiştir.

            Orhan Kemal, sosyalist sözcüğünü kullanmanın sakıncalı olduğu yıllarda kendilerine toplumcu gerçekçiliği yakıştıran kuşağın en etkili isimlerindendi. 1950’li yılların Türkiye’sinde yoksulluk ve zenginliğin ifade ettiği anlam ve karşıtlıkları kimi zaman mekânda, kimi zaman tarlalarda, bazen fabrikalarda, hapishanelerde, Yeşilçam kapılarında ve yüksek tahsil etrafında,bireysel dramların ardındaki ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümleri ihmal etmeden ve fukaralık edebiyatına kaçmadan kolaylıkla özetleyiverir. Maddi sorunlardan söz edilmesi doğrudan açlıktan, sefaletten dem vurulması demek değildir; sosyal dengesizlik ve onun yarattığı acılar, roman kişilerinin bireysel kaderlerinde ve tutkularında çıkar ortaya. Kurtulmayı düşledikleri bu hayatın sıkıntıları içinde bile bütün insani özellikleriyle canlandırılan roman kişileri o dönem romanlarındaki basmakalıp tiplerden farklıdır.

            Edebi açıdan başarılı bulunamayacak romanlarında bile alt sınıfların temsili eksiksizdir. Kadın erkek çoluk çocuk, emeğiyle geçinmeye çalışan yoksul insanları, köyden kente göçü, ırgatlıktan işçiliğe geçişi, gecekondulaşmayı, köylünün şehirde tutunma çabalarını, yozlaşmasını, sömürü çarklarının işleyişini anlatırken karşılaştığımız kesif yoksulluğa ve vahşi sömürüye rağmen, insanlara daima umutla ve iyimserlikle bakmıştır. Fethi Naci’nin sözleriyle, Türk romanında bir “Orhan Kemal bakışı” vardır. O, her insanda, her şeye rağmen aydınlık bir yan, temiz, insani bir yan bulunabileceğine inanır. Bunu eserlerinde gösterirken, anlattığı toplumsal, ekonomik şartlara kimi zaman boş verdiği bile olur(...) Severek, kahrolarak baktığı belli olan insanları, hoşgörüyle ama olduğu gibi gösterir. Onların birbirlerine güvensizliklerini, yalancılıklarını, birbirlerini gammazlamalarını, gösterişçiliklerini palavra atışlarını, ilkel egoizmlerini bütün çıplaklığıyla gösterir.

            İyimser bakışını,

            “Ben halkımı, köylümü, bütün köylüleri, bütün fakir fukarayı seven bir yazarım. Belirli birtakım şartlar yüzünden geri, bilgisiz, görgüsüz, pis kalmış insanların imkâna kavuştukları zaman değişip gelişebileceklerine, ileriliği benimseyeceklerine, uygarlaşacaklarına inanıyorum.(....) Romanlarımdaki iyimserlik bana, halkımızı yakından çok iyi tanımaktan geliyor. Daha açıkcası ben halkın kendisi, bir parçasıyım. Onun için yakından görüyor, biliyorum ki en kötü insanın bile iyi bir yanı var. Daha açıkcası, en kötü insanı içinde yaşadığı toplum yaratıyor. Onun için bizim bulunduğumuz toplumun değil, dünyanın gelecekte düzene gireceğini, düzenli toplum insanlarının da daha çok mutlu olacağına inanıyorum.” cümleleriyle özetleyen Orhan Kemal’in çok inandırıcı insan tipleri yaratabilmesi, anlattığı insanları hem gerçekten de tanımasından hem de onlara hareket özgürlüğü tanıyan, kendi kendilerini ifade etme imkânı veren karşılıklı konuşma ağırlıklı anlatı tekniğinde aranmalıdır.

            Çok kolay okunur, ilk bakışta çok basitmiş gibi görünür Orhan Kemal romanları. Yukarıda sıklıkla vurguladığım toplumsal gerçekler hikâyeye bir anlatıcı aracılığıyla sokulmaz, kişilerin ruh tahlilleri ya da sayfalar süren mekân tasvirleri de yoktur. Sanki yazar aradan çekilmekte, roman kişilerinin yaşadıklarını gözlemlemektedir. Bu durumda olup bitenlerin aktarılması kişilerin iç konuşmalarına ve diyaloglarına bırakılmıştır. Ancak bu konuşmalar Kemal Tahir’in kişilerinin uzun, yoğun ve kimi zaman bıktırıcı “tirat”larına benzemez. Tersine Orhan Kemal’de iç ve dış konuşmalar olabildiğince yalın ve gerçekçidir; karşılıklı konuşmalarla bir durumu, bir davranışı, bir çelişkiyi sergilerken roman kişilerinin ruhsal durumunu iç konuşmalarla dışa vurur. Siyasal, toplumsal ve ekonomik derinliği sağlayan da, yine büyük bir anlatım gücü taşıyan iç ve dış konuşmalardır. Böylelikle Bakhtin’in dikkat çektiği çoksesliliği kendine özgü bir üslupla yakalayan Orhan Kemal, hem karakter hem tip özelliğine sahip roman kişileri yaratmıştır.

            Atmosfer yaratmadaki, eşyalar, mekânlar ve yoksulların yaşam koşullarını canlandırmadaki ustalığı da dikkat çekicidir. Orhan Kemal –Svetlana Uturgauri’nin Türk Edebiyatı Üzerine adlı incelemesinde belirttiği gibi- roman kişilerinin hayatlarını kendine özgü kısa ve özlü anlatımla verir: Eğri büğrü evler; çürümüş, akan damlar; yetersiz beslenme; uykusuzluk ve insanı yıpratan uzun çalışma saatleri. İşte işçiler fabrikaya gidiyorlar; evlerinin çürük kapıları şak diye kapanıyor ve yağmurlu gecenin soğuk karanlığına erkekler, kadınlar, çocuklar, uykularını doğru dürüst alamamış, iyice dinlenmemiş insanlar soğukta titreşerek arka arkaya sokağa dökülüyorlar. Birçok kişinin bir arada kaldığı evlerin daracık avlularında toplanıyor, sonra sokağa akıyorlar; başka avlularda oturanlar da gelip onlara karışıyor; kalabalık çığ gibi büyüyerek fabrikaya yollanırken onların çalışma koşulları hakkındaki bilgiler metinde şuraya buraya serpiştirilmiş ayrıntılar ve kısa tasvirlerle çarpıyor gözümüze. Mesela Cemile romanında bu ortamı canlandırmak için patronun fabrikada yaptığı günlük denetlemeden yararlanmış Orhan Kemal: Kadir Ağa, bir patronun keskin gözleriyle pamuğun fabrikaya girdiği yeri, ardiyeyi, nişasta kokan haşıllama yerini, inanılmaz bir gürültüyle çalışan ve çevresinde yumak yumak pamukçuklar uçuşan dokuma tezgâhlarını denetlerken manzaranın dehşetini onunla birlikte izliyoruz: Her bankoda “öncü” ve “arkacı” denilen işçiler çalışır. Islak betonun üzerinde yalın ayak veya takunyalarla çalışan kız, oğlan, genç, ihtiyar, kadın, erkek işçiler... Bilhassa çocuklar... Dokuz, on yaşlarında, gözleri uyku dolu, renksiz şeylerdir ki, iş kanununa uysun diye, annelerinin, teyze, hala, dayı yahut da tamamiyle yabancı bir büyük insandan parayla satın alınmış nüfus kâğıtlarıyla işe girmişlerdir.

            İyisiyle kötüsüyle otuza yakın roman, üç yüze yakın hikâye üreten; Türk romanının bu büyük ustasını bir tek yazıya sığdırmak, kuşkusuz, onun yazarlığının pek çok yanını gözden kaçırmakla sonuçlanacaktır. Akıcı, basit, sade ama derinlikli anlatımıyla 1950’lerden 70’e kadar Cumhuriyet toplumunun gerçek hikâyesini yazan Orhan Kemal, anlatımıyla örtüşen dünya görüşüyle, kaderini yoksul kitlelerle bağlayan aydın duruşuyla, hiç yitirmediği inancı ve yaşama sevinciyle edebiyatımızın en dikkate değer, en heyecan ve hayranlık uyandıran isimlerinden birisidir.



 

 

 



.


[email protected]