M.Sadık Aslankara
Yazınımızda, kahramanının adını taşıyan üç roman büyük
önem taşıyor: Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'u
(1937), Yaşar Kemal'in İnce Memed'i (1955), Orhan
Kemal'in Murtaza'sı (Uzun öykü olarak ilk basımı:
1952; roman olarak ilk basımı: 1968). Bunlara bir açıdan
Ömer Seyfettin'in Efruz Bey'i de eklenebilir.
Söz konusu üç roman yalnızlığı "zor"a dönüştürmüş,
yalnızlığın "zor"u odağında kişilik, kimlik bulmuş, yaşama
alanını bu yönde var etmiş kahramanlarla tanıştırıyor bizi.
Yusuf, aşkın zorunu, Memed başkaldırının zorunu, Murtaza ise
aidiyetle sıradışılığın ya da gerçekle düşün arasında
sıkışmışlığın zorunu getiriyor önümüze.
Murtaza, "Yunanistan'ın Alasonya kasabasından (...),
1925'lerden sonraki mübadelede annesi, erkek kardeşiyle
Türkiye'ye göç et(miştir). [Çukurova'ya.] Yirmisinde(dir)."
(Tekin Yayınları, on beşinci basım, 2003, Yazıyı boğmamak
için sayfa numarası vermeyeceğim.)
Bir yuvarlamayla 1905 doğumlu olduğu hesaplanabilir
Murtaza'nın. Ne var ki romanın bir başka yerinde üç yüz on
beşlilerle birlikte askere gittiğine değinilir. Buna göre
Murtaza, 1899'lu gibi durur bir çalım.
Pek öyle uzun boylu değilse de kalın, tıkız, sıkı biri
olduğu düşünülebilir onun. Hatta oldukça iri gövdelidir.
Sonra güçlü kuvvetlidir. Kırk beş numara postalı, iri burnu,
kalın kıllı kolları, kalın kemikli, kocaman elleri olan
biri.
Türkiye'ye girişinde yalnızlığı seçmiştir. Hayattaki
tek varlığı olarak annesiyle kardeşi onu engellemeye
çalışırken o, küçük bir hileye karşılık kendisine desteyle
para gösterenlerin yanını değil doğruculuğu seçmiştir.
Yüzünü bile görmediği, düşlerinde yaşattığı, Balkan
Savaşında şehit düşen dayı (Kolağası Hasan Bey) figürüdür
ona bu gücü veren, yalnızlığının hem tetikçisi, hem
besleyicisi.
Murtaza'nın çok farklı yapıda biri olduğu, delikanlılık
yıllarından bu yana ortadadır sanki. Yazarın aktardığı
veriler, Murtaza'nın kişiliğinin, daha delikanlılık
yıllarında pekiştiğini gösteriyor bize. "İskân dairesi
mamurları"na göre Murtaza, onca alaysamaya, aşağılamaya
karşın, işletilir yine de! "Yüreği, şehit Kolağası Hasan
Bey'le birlikte vatan, millet, memleket için çarpan, çan
sesinden kurtarılıp Ezanı Muhammediye'ye kavuşturulmayı
dünya nimetlerinden üstün tutan (.) sapına kadar doğrucu
vatandaş"tır kendine "sinema" (eğlence) arayan insanlar için
o!
Ailesinin bakışıyla oysa, "doğruculuk yüzünden aileyi
ne hale getirmişti(r) budala!" Murtaza, "başta kardeşi,
herkese küs(er)." Ötesinde şöyle düşünür: "Ölsün anam
isterse on sefer! Namerdim dönersem Hasan Bey dayımın
yolundan. Kırılsın sapı kaşığın!" Sonradan durumunu düzelten
kardeşinin yardım önerisini bile reddeder.
Dayısı tam bir idoldür Murtaza için. "Kumandar"a
benzetilmesinden hoşlanışının altında dayısına yaklaşmışlık
duygusu kendini sezdirir iyiden iyiye.
Annesiyle ilgili böyle düşünen, çocuğu için farklı
düşünecek değil ya: "Vazife bir sırasında görmeyecek gözün
evladını bile." "Haçan her Türk bakmalıdır düşmanlara çelik
yıldırım, kurşun bilek, taş yürek. Ve vazife bir sırasında
sakınmamalıdır gözünü budaktan, dememelidir evladım,
ciğerparem. Demedim hiçbir zaman, vazife bir sırasında
evladım, ciğerparem." Nitekim romanın ilerleyen bölümlerinde
kızı Firdevs'in iş başında uyuyakalışı, oğlu küçük Hasan'ın
ekmek hırsızlığı yapışı karşısındaki tutumu, bunu apaçık
kanıtlar!
Bir dostun aracılığıyla aç kalmanın sınırından döner,
bekçi olur. Roman zamanı da Murtaza'nın bekçiliğiyle başlar
zaten. Üç bölümde yapılandırılmış romanın ilk bölümünde
Murtaza'yı mahallenin bekçisi olarak görürüz. İkinci bölümde
fabrikada kontrolör yardımcısıdır kahramanımız. Evi,
bekçilik yaptığı mahallededir, kızlarından ikisi (Firdevs,
Cemile) kontrolörlüğe getirildiği fabrikada çalışır. Roman
içine serpiştirilen bütün düğümler, son bölümde mısır tanesi
gibi arka arkaya patlar!
Murtaza'ya göre bekçilik, çok önemli görevdir. Şöyle
düşünür:
"Koskoca Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti onu buraya
sarhoşlardan korksun, hırsızlardan avanta alsın, gece
yarılarından sonra da tam siper horlasın diye bekçi tayin
etmemişti." "Yukarıda Allah, Ankara'da Devlet hem de
Hükümet, burda da Murtaza'ydı. (...) Görmüştü kurs, almıştı
çok sıkı terbiye amirlerinden. Sonra sakınmazdı gözünü
vazife bir sırasında budaktan bile!"
Bu nedenle sıradan vatandaşlara kan kusturur ya,
amirlerinin önünde esas duruşta bekler sürekli. Sonra,
"gözleri taa karşı bir noktada, göğsü dışarda, karnı içerde,
kaz adımlarıyla yürür" sürekli.
Oysa nasıl da yoksuldur Murtaza. Karısı, altı çocuğuyla
sekiz nüfuslu aile zorlukla kalkar yaşam savaşının altından.
Ekmek bile veresiye alınır bakkaldan. Karısıyla kızlarından
ikisi fabrikada çalışır zaten. Bunların arasına büyük oğlu
Hasan da katılacaktır. Sonradan aile, büyük kız Emine
evlendikten sonra, onun aydan aya gönderdiği parayla
denkleştirir geçimini. Murtaza da ayırdındadır bu yalın
gerçekliğin: "Bilirim her şeyleri... Çeker benim de içim
tereyağı, kaymak, bal... Lakin görürüm camekânlarında
bakkalların, geçerim, yetmez almaya gücüm, ederim kahır
kendi kendime, küserim."
Onun yalnızlığının asıl nedeni, kendini ötekilerden
farklı görmesinde yatıyor kuşkusuz. Yalnız kendisi gibi
bekçi olanlara karşı değil, üstleri dışında herkese
küçümseyerek bakar, çünkü hepsinden de ayrı, hatta üstün
olduğunu düşünür. Akranlarına, sıradan yurttaşlara,
amirleriymiş gibi bakar, öyle davranır..
Hep düşler içinde bir Murtaza'dır bu! Yalnızlığını
dengelemede değil bir tek, bunu temellendirmede sırtını
verdiği güç de budur; yaşadığı gerçekliği, dış yaşamda olup
bitenleri isteği yönünde yeniden kurgulamak! Bu kurgulamada
sırtı sıvazlanan adamdır Murtaza. Ödüller alır, sürekli
minnet duyulur kendisine, teşekkür edilir. Bu nedenle "sanki
görünmez pompalarla şiş(er), giysisine sığmaz ol(ur)."
Murtaza kararlı, ötesinde başına buyruk, bildiğini
okuyan, bu yanıyla korkusuz, sert biridir. Canını sıkan
herhangi bir nedenden ötüre her an öfkeye kapılabilir, ama
övgüden de delicesine hoşlanır. Bu yanıyla kendini
beğenmişin de tekidir. Ötesinde kuru kuruya şan, şeref
düşkünlüğü sergiler.
Çelişik gibi görünmekle birlikte zenginlerin karşısında
sürekli boynunu büker. Zenginler, "çalışmış, kazanmış, (.)
köşk ve apartmanlara alınlarının teriyle sahip
olmuşlardı(r). Cenâbı Allah her çalışana verir" çünkü.
Aldığı maaş da bir lütuftur sanki; "Pisleyemem yediğim
çanağa," diye düşünür. Zenginlerden yana gözükür,
yoksullaraysa göz açtırmaz bir türlü. Çok sonra oğlu büyük
Hasan, "emekçi düşmanı, mal sahibi yardakçısı" olarak
görecektir zaten babasını.
Hemen her işe karışır, mahalledeki sokak kedilerini
bile kovalar. "Hisli" konuşmaktan hoşlanır. Hele kalabalık
önünde böyle fırsatlar geçtiğinde eline, kaçırmaz bunu.
Zenginler bütün bu davranışlarından ötürü sever görünür
Murtaza'yı, güven duyarlar ona. Kaldı ki kişiliğiyle güven
duyulacak biridir de o aynı zamanda. Kimsenin satın
alamayacağı, rüşvet vererek iş yaptıramayacağı...
Oysa içten bakıldığında zenginler de, yoksullar da
sevmez onu. Kendilerinin dışında biridir, bir uzaylıdır
adeta Murtaza. Tümü de alay eder onunla. Hiç kimsenin
yürekten benimsediği biri değildir, herkes bir yanıyla
şikâyetçidir ondan. Yüzüne kimseler karşı çıkmaz, ama herkes
arkasından kuyusunu kazar. Bu açıdan bakıldığında Murtaza,
halkın alçaklığının bir gösterenine dönüşür adeta.
İnsanların alçaklıklarını, iki yüzlülüklerini,
yalancılıklarını, erdemsizliklerini açığa çıkaran kolayca.
Elbette istenmeyen adam olacaktır böyle biri!
Orhan Kemal, Murtaza'yı, gerek fiziğiyle gerekse
düşünce yapısı, ruh danyası yönüyle bir tanrı romancı olarak
da ele almaktan, Murtaza'yı doğrudan romancı olarak anlatıp
portresini çizmekten çekinmiyor. Ancak yazar, bunu yaparken
Murtaza'yı okurla baş başa bırakmayı da savsaklamıyor. Ne
ki biz onu, yazarın anlattıklarından değil, nesnel dünyayla
ilişkilenişinden tanıyoruz yine de. Bu ipuçlarından kalkarak
çizgilerini netleştiriyoruz. Amirlerine, zenginlere,
yoksullara, kılıksızlara, meslektaşlarına, çocuklarına,
annesine, karısına daha kimlere kimlere nasıl davranıyor, ne
gibi tutumlar sergiliyor, an an tanıyarak yeniden kuruyoruz
onu.
Demek ki biz, Murtaza adlı bu roman kahramanını, Orhan
Kemal'in düz anlatımla aktardıklarından değil, yapıp
etmelerini, tutum, davranış, kılgılarını izleyerek, bunlarla
ilgili ayrıntılardan yola çıkarak kendi us dünyamızda
yeniden biçimlendirmeye girişiyoruz.
Sözgelimi karısını, kendisine benzeyen, Türkiye'ye
geldiğinde malı mülkü reddederek "doğrucu" davranan, kibirli
birinin kızı olduğu için seçmiştir. Ne var ki, umduğu gibi
çıkmamıştır karısı, "hiçbir zaman Murtaza'ya layık bir
kadın" değildir çünkü o. Şöyle der onun için:
"Olamayacaksın, Mürteza'ya layık evsafta kari!" Romanın
sonunda ise şöyle söyleyecektir: "Olamadın istediğim evsafta
bir tarla (.), çürüttün tohumumi."
Bütün bunların dışında ahlaksal (etik) temelde önemli
bir katalizör görevi de üstlendiği sezilir Murtaza'nın. Bu
çerçevede görev, yurtseverlik, doğruluk, erdem vb. açısından
bir denek taşıdır o ya da turnusol. Bir ahlaksallık
sorgulamasının yargıcı olarak alınabilir bu yanıyla Murtaza.
"Herhangi bir vatandaş doğar anasından vazife için, ölür
vazife uğruna!" der. Ardını getirir sözünün:
"Kavede, yemek yerken, sokakta, yapar iken hâşâ
huzurdan çişini apteshanede. Her yerde, her zaman vazife.
Kapıp koyuvermeyeceksin kendini. Demeyeceksin geçeyim dalga.
Her an vazife bir sırasında sayacaksın kendini. Kulakların
bekleyecek seferberlik davullarını. Ne zaman duyacaksın
başlar çalmaya davullar, coşacaksın, geleceksin cûş-ü
hurûşa, sığmayacaksın sen sana!"
Romanın trajikomik boyutunu belirleyen yanı bu ele alış
biçiminden kaynaklanıyor bana göre. Gerçekten de roman
okunurken, okurun bir yandan gülmesi, bir yandan ağlaması
Murtaza'nın yansıttığı çelişik kişilikten kaynaklanır.
Gülünçlü, üstelik oldukça gülünçlü bölümcelerle karşılaşılsa
da bunların acıyla, ağlamalarla karşılanmaması olanaksızdır.
Yalnızlığın zorundan güç alarak sonuna dek dayanırken
davranışları yer yer bizi ayağa kaldırır evet, ama yer yer
de bu ölçüde bir namusluluk karşısında utanırız elimizde
olmadan. Çünkü okur olarak hiçbirimizin bu oranda namuslu
kalabilmesi, hadi olanaksızdır demiyeyim ama çok güçtür
doğrusu.
Burada Murtaza'yı bir Don Kişot gibi alabilmek de
olanaklı görünüyor bana. Ötesinde Orhan Kemal'in yaratım
sürecinde, Don Kişot'u dikkate aldığı da öne sürülebilir
hatta. Gerçekten de emniyet müdürüyle fabrika fen müdürünün
arasındaki konuşma bunu ele vermeye yetiyor bence. Örneğin
Murtaza'yı görüp tanıdıktan sonra fen müdürünün usundan Don
Kişot geçer. Nitekim emniyet müdürü, Murtaza için, "Don
Kişot'a benziyor." "Herif bekçi değil, Türkiye
Cumhuriyeti'ni toptan disipline sokmaya memur biri nerdeyse,
bir diktatör," demekten kendini alamaz.
Çok sonra fabrika umum müdürünün, "Bu adam Don Kişot
desenize," sözüne şu yanıtı getirecektir fen müdürü: "Don
Kişot'ların kökleri hiçbir devirde kurumadı ki devrimizde
kurusun. Her memleketin kendine göre Don Kişot'ları var,
olacak." Hiç kuşku yok ki, tersine bir Don Kişot'tur bu!
Öyleyse davranışlarıyla, düşünce yapısıyla, sıkı düzen
adına insanlara uyguladığı baskı nedeniyle tam bir faşist
kimlik yansıttığı düşünülebilir onun, ne ki bu kimliğin
yalnızca görev ahlakının gereği olarak ortaya çıktığını
unutmamak gerekiyor!
Çünkü bir yanıyla çok saf, çocuksu, söylenenlere hemen
inanıveren biri Murtaza. Gerçekten de Murtaza, Orhan
Kemal'in toplumsal dokuya ustalıkla yerleştirdiği trajikomik
bir kahraman olarak alınabilir kolayca.
Murtaza romanı, dünya edebiyatının, insanın
köpekleşmesine yönelik belki de en dramatik, bir açıdan en
trajikomik öykülerinden biri bana göre. Bu yanıyla
Murtaza, adı, kahramanına özgülenmiş romanlarımız
arasında, Türk yazınının en seçkin örneklerinden biri olmayı
önümüzdeki bütün zamanlarda sürdürecek görünüyor.
Dünya yazını da, bu romana hak ettiği yeri verecektir
elbet bir gün. Yeter ki, Türk çevirmenler, bilincine
varabilsin bunun! Baksanıza Don Kişot da, Murtaza da
aramızda yaşamayı sürdürüyor hâlâ! Dünya Don Kişotlarıyla,
Murtazalarıyla dönüyor çünkü
Bunları görüp yazabildikleri için de Cervantesler,
Orhan Kemaller büyüyor, büyüyor...
|