|
Yazın ortasındayız. Söylendiğine göre, sıcaklar mevsim
normallerinin üstünde imiş. Afrika sıcakları diyorlar. Yazı çok
sevdiğim halde, ben bile İstanbul’un nemli, insanı nefessiz bırakan
sıcaklarına alıştım desem yalan olur. Ama ille de yaz derdim,
derdim ama, buğday tarlasında saman tozunun ırgatların vıcık vıcık
bedenlerine yapışmasını, kan ter içindeki destecilerin dayanılmaz
güneşin alnında kuruyup gitmesini, gözleri yakan tuzlu terlerden
insanın gözünün görmez olduğunu okuyunca “bu ne biçim yaz”
diyesim geldi. Geldi ama, kış da beter değil mi? Soğuktan “it
gibi titremek” var. Ya, peki düşman mı olacağız mevsimlere?
Yoksa mevsimleri bile güzelleştirme telaşına mı düşeceğiz?
Orhan Deniz’in yazdığı gibi, “Çok işimiz var, çoook!”
Reklamdaki bezgin çocuğun kaçınılmaz görev ve sorumluluk
duygusuna bulanarak söylediği bu sözden, bezginliği atıp, coşku
ve tutkuyu katarak bir kez daha söyleyelim isterseniz, “çok işimiz
var, çoook!”
Ama, roman okumayı da bırakmayalım. Dedim ya, sarı sıcakların
insanı derdest ettiği şu temmuz günlerinde, “bu toprağın”
insanını bir de edebiyat cep-hesinden tanımak için okuyalım. Üstelik,
toplumcu edebiyatın en önemli kalemlerinden birinden, Orhan
Kemal’den.
Orhan Kemal’in romanları otobiyografik özellikler taşıyor.
“Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı romanda Sivas’ın bir köyünden,
Ç...’den kente, Adana’ya (Çukurova’ya), çalışmak için
gelen üç arkadaşın başından geçenler anlatılır. Yazarın
ilk gençliğinde çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık,
katiplik yaptığını da hatırlatarak...
Üç gurbetçinin öyküsü çerçevesinde kurulmuştur roman; İflahsızın
Yusuf, Köse Hasan ve Pehlivan Ali. İçlerinde yalnızca İflahsızın
Yusuf kenti bilmektedir. Sivas’ta birkaç ay hamallık yapmıştır,
dolayısıyla hep arkadaşlarına yol yordam öğreten kişidir. Üstelik,
yıllarca kentte çalışmış “emmi”sinin öğütlerini de kulağına
küpe etmiştir. Roman, aslında bir yolculuk romanıdır. Başlangıçta
köyden kente tren yolculuğu ile cisimleşir bu izlek. Ancak romanın
bütününde, kentin üç insana kurduğu tuzaklar, karşılaşılan
tehlikeler, atlatılan badireler birbiri ardına sıralanır gider.
Yolculuk sürer... Yolculuğun sonunda beklenilenler ise, öyle çok
ulaşılmaz şeyler değildir. Köse Hasan, kızına saç tokası ve
üzeri işli tarak almayı hayal eder, İflahsızın Yusuf ise, yılan
gibi ıslık çalan bir gaz ocağı alacaktır, hani şu suyu anında
fokurdatanlarından... Tabii bir de, köye üç beş kuruşla dönmek
isterler.
Köy-kent karşıtlığı karşılaşılan tüm güçlüklerin
nedeni olarak algılanır kahramanlar tarafından. Kent kocaman bir
canavardır, sürekli insan öğütür adeta. Akıl hocası İflahsızın
Yusuf, emmisinin söylediklerini arkadaşlarına bir bir aktarırken,
kentliye nasıl davranılması gerektiğinin de ipuçlarını verir.
Sözgelimi, “Emmim derdi ki, siz siz olun şehirlinin suyuna göre
gidin, şehirli ak derse, siz kara demeyin” (s.41) ya da “şehir
adamı yeyime alışkın olur. Emmim derdi ki, siz siz olun, şehirliye
yeyimi eksik etmeyin, derdi” (s.43) ve nihayet, “el kapısında
çalışan adamın boynu eğri olmalı”.
Cin olarak tariflenilen şehirliler, özellikle de gurbete çıkmışları
çarparlar, kahramanlara göre. Ancak köylü-kentli karşıtlığı
romanda giderek yerini ezen-ezilen karşıtlığına bırakır.
Kahramanlar bunun ayırtında olmasalar bile, ardı ardına gelen
olaylar ve kişiler, yalnızca kentli olarak nitelenemeyecek,
“kentli”liklerinin yanı sıra, fabrika sahibi, ırgat başı,
usta, patron, ırgat, işçi adlandırmalarıyla sınıfsal çelişkilere
dikkat çekilecektir. Benzer bir yarılmayı, ilk girdikleri işte -çırçır
fabrikasıdır- yaşarlar. Hemşerilerinin fabrikasıdır, hemen işe
alınacaklarını düşünmektedirler. Ancak iş bekleyen yığınları
görünce, patrona ulaşmak için uğraşılarına rağmen hemşeriliğin
de pek öyle işe yaramayacağını kavrayıvermişlerdir.
Ölümüne acımasız bir dünyadır kent. Paranın saltanatı
insanları unufak etmektedir. Ancak kaçacak başka bir yer olmadığına
göre... Bu canavarı, içinde barındırdığı onca oyuna rağmen
yenmek mümkün müdür? İlk fire, karanlık, izbe bir bekar odasında
ölüme terk ettikleri yol arkadaşları Köse Hasan olacaktır. Köse
Hasan çırçır fabrikasının sulu koza bölümünde soğukta çalıştırıldığı
için hastalanır ve fışkılar üstünde yapayalnız ölür. İflahsızın
Yusuf ve Pehlivan Ali ise, arkadaşlarını yarı yolda bırakmış,
“ekmek parası”nın derdine düşmüşlerdir. Korkunç çalışma
koşulları ve sömürülüşleri ile dolu çarpıcı sahneler içinde,
Hasan kayboluverir. Hasan’ın son günlerine okuyucuyla birlikte
Yusuf ve Ali de tanık olmazlar. Hasan’ın ölümü romanda bir
zirve yaratmaz. Yazar, “daha şiddetlilerine hazır olun”
demektedir adeta. Yolculuk ise devam etmektedir.
İkinci durak bir inşaattır. Yusuf, emmisinin öğütlerini bir
bir tutarken, henüz “ergen” olan Pehlivan Ali’nin kadınları
keşfetmesine tanık oluruz. “Siz siz olun, şehir yerinde avrat kısmına
kulak asmayın” uyarıları da kâr etmez. Ali, inşaatta çalışan
Ömer’in nikahsız karısı olan Fatma ile kaçacaktır. Yusuf ise,
inşaattaki Kılıç Usta adlı bir duvarcı ustasından duvar örmeyi
öğrenmektedir. Hedefleri büyüktür. Duvar ustası olmayı
planlamaktadır. Roman, Pehlivan Ali üzerinden devam eder. Ali bu
kez de bir çiftlikte çalışmaya başlar. Fatma ise gittikleri çiftlikte
ağanın oğluyla işini uydurur. Cin gibi şehir adamının
Ali’yi son çarpışı ise, Ali’nin tehlikeli bir işte ırgat
başı tarafından kullanılmasıyla ölümüne neden olmasıdır.
Harman yerindeki en zorlu işe verilmiştir Ali, patoza buğday
destelerini atacaktır. Ancak kırk beş kişi çalışması
gerekirken, çalıştırılan işçi çok daha azdır ve Ali
acemidir. Üstelik işçileri kışkırttıkları için işten atılan
Halo Şamdin ve Zeynel’in yerine alınmışlardır. Halo Şamdin
ve Zeynel ırgatlar arasında saygınlığı olan, ırgat başına kök
söktüren, yani “boynu eğri olmayan” iki Kürt’tür. Yazar,
olayları giderek tırmandıran bir gerilimi yerli yerince verir.
Romanın doruk noktası Ali’nin patozun ağzına kendini kaptırmasıdır.
Ali ölür. Artık patoz, ne kenttir, ne patrondur, ne ırgat başıdır.
Ama kapitalizmin ta kendisi olarak cisimleşir. “Bu sırada patozu
çalıştıran motora bağlı uzun kayış da deli deli dönmeye başlamıştı.
Dört köşe delikten karanlık içeriye baktılar. Mekanik şakırtısıyla
sertçe işleyen birtakım parıltılı aletler...” (s.378).
Zirveyi ve ölüm anını Orhan Kemal son derece usta bir şekilde
anlatmıştır romanda;
“Ağa memnun, ırgatlara baktı. Birden coştu: -Ha babam kardaşlarım
ha! Diye bağırdı. Irgatlar yekindi. Koca koca demetler daha büyük
bir hızla patoza uçurulmaya başladı. Öyle müthiş bir çalışmaydı
ki... Küçük ağa bu tempoya kendini kaptırdı patoza az daha
sokuldu. -Devirin ha, devirin ha, devirin!!! Beden kalınlığında
demetler, patozun doymak bilmeyen ağzından içeri devriliyor.
Irgatlar kinle, öfkeyle, hınçla çalışıyorlardı. İnsan gücünün
üstünde bir çalışmaydı. Damarlarında kan değil, milyonluk
kilovatlar akıyordu sanki. -Devir ha, devir ha, devir!! İyice
yumulmuştu gözleri, açamı-yordu. Açsa cayır cayır yanıyordu.
“Mank” denilen cins-ten koyu bir sersemlik İçindeydi. Terden sırılsıklam
paçavralar da boynundan kaymıştı. Saman tozu alabildiğe üşüyüp
yakıyordu. Kavruluyordu boynu boğazı, göğsü, gözleri. Sanki
acı kırmızı biber eklenmişti. -Devir babam, devir babam, devir!!!
Paydos en azından yarım saat geçmişti. Hala: -Devir ha, devir
ha, devir!” (s. 388).
Ali’nin çok acemi olduğu zor bir işte kendini makinaya kaptırmasıyla
ölümü romanda bir tepe noktasıdır. Ancak roman Ali’nin ölümüyle
bitmez. Başlangıçtaki yolculuk izleği tamamlanır. Üç işçiden
kala kala yalnızca İflahsızın Yusuf kalmıştır. O ise, arkadaşlarının
yerine de yolculuğu tamamlar. Emmisinin tüm öğütlerini
uygulayan Yusuf, her zaman alttan alan, “boynu hep eğri olan”,
“sakala göre tarak vuran” Yusuf, ıslık çalan ocağı
alabilmiştir. Yeni elbiseleri ile görürüz Yusuf’u. Gıcır gıcırdır.
Mutludur. Kentle savaşımında kazanmanın gururu ile habire övünür.
Ama bu kazanım ne pahasına bir kazanımdır? Yazar okuyucuya bu
soruyu sordurur. Ancak, Yusuf yine de sonunda başarıyı yakalamış
bir usta olarak çizilir romanda. Kendine duvar ustalığını öğreten
Kılıç Usta’ya rağmen, çünkü o; “olma kula kul, öpme el
ayak, kirlenmesin ağzın. Ya ver canını insan için, ya da etme
kalabalık dünyamızda”(s.165) demişti, bu öğütler yerine,
emmisinin “sakala göre tarak vur” öğüdünü pusula yapmıştır.
Ve yolculuktan, “cinler”le savaşmaktan muzaffer çıkmıştır.
İşte burada Orhan Kemal, okuyucunun Yusuf’un başarısını nasıl
yorumlayacağına dönük bir yönlendirme yapmaz. Okuyucu kendi
tercihini yapmaya bırakılır... “Kazanmış mıdır aslında
Yusuf?” Bu soru belirsizlik içererek havada kalır romanda.
Orhan Kemal’in insanları
Bereketli topraklar üzerinde yaşayan insanlar sefalet içinde yaşayan,
yoksul insanlardır. Güzel insanlar mıdırlar? Hayır alabildiğince
çirkindirler, yaşam koşullarının belirlediği, bir dilim ekmek
-ki kimi zaman bunu bile bulamazlar- peşinde koşan insanlardır
bunlar. Para kazanmak en temel gereksinimse diğeri cinsel aşktır.
Maddi ve manevi olarak reva görülen bir hayvan yaşamıdır ırgatlara.
“Allahın bile lanetlediği kullardır” ırgatlar. Pis ahırlarda
yatıp kalkarlar, hendeklerde sevişirler (aslında çiftleşirler),
kurtlu ekmek yerler ve birbirlerinin bitlerini kırarlar... Kadınlar,
romanda Fatma, Aptal kızı, Hayriye para uğruna elden ele dolaşırlar.
Dram, kadını erkeğiyle, Kürdü, Türkü, Arabıyla aynı dramdır.
Umudu barındırırlar mı? Bunu söylemek çok zor. Ancak, Orhan
Kemal’in diğer romanlarında da çizdiği usta, ya da ustabaşı
tiplemeleri belli bir bilinç öğesini taşırlar. Çok okurlar,
bilirler, kimileyin ırgatların, işçilerin yanında yer alırlar
ancak etkileri ve güçleri sınırlıdır. Bunun yanında, Kürtler
ki, her daim tehlikeli olarak çizilir Kürt karakterler, “iyisi
alabildiğine iyi, kötüsü alabildiğine kötü”dür. Örneğin,
Halo Şamdin ve Zeynel gerek fiziki özellikleri ile gerekse başkaldırıyı
simgeleyen karakterler olmalarıyla umudu temsil eden kahramanlar
olarak karşımıza çıkarlar. Ancak bu umut ateş gibi harlayıp sönüverecekmiş
duygusu uyandırır okuyucuda... Araplar, mucahirler... Çukurova’nın
kızgın güneşi altında bir lokma ekmek uğraşısında yan yanadırlar.
Ama bilinçsiz, ama öfkeli, ama homurdanan ancak öfkesinin nasıl
patlayacağı öngörülemeyen kocaman bir dev gibi...
50’li yılların Anadolu’suna, topraksız tarım işçilerine
bakmanın tam zamanı değil mi? Değil mi ki, “tarım reformu”
dedikleri ve birbiri ardına çıkardıkları yasalarla yeni bir
yoksul köylü dalgası ekmeğini aramaya çıkacak. Ancak,
50’lerdeki gibi kentten bihaber olmayan, beklentileri ise kurtlu
ekmekle karşılanamayacak bir dalga olacak bu... “Bu memleket
adam olur” inancıyla bereketli topraklar üzerinde güneşi keşfetmek
için bunu hak eden insanlarla sözleşmeye...
* Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, Cem Yayınları 1985. |
|
Sema Sav
|
|