Ana Sayfa

Sol Dergisi - 143. Sayı / Temmuz 2001

Orhan Kemal’in anısına
Bereketli topraklar üzerinde bir yolculuk

  Yazın ortasındayız. Söylendiğine göre, sıcaklar mevsim normallerinin üstünde imiş. Afrika sıcakları diyorlar. Yazı çok sevdiğim halde, ben bile İstanbul’un nemli, insanı nefessiz bırakan sıcaklarına alıştım desem yalan olur. Ama ille de yaz derdim, derdim ama, buğday tarlasında saman tozunun ırgatların vıcık vıcık bedenlerine yapışmasını, kan ter içindeki destecilerin dayanılmaz güneşin alnında kuruyup gitmesini, gözleri yakan tuzlu terlerden insanın gözünün görmez olduğunu okuyunca “bu ne biçim yaz” diyesim geldi. Geldi ama, kış da beter değil mi? Soğuktan “it gibi titremek” var. Ya, peki düşman mı olacağız mevsimlere? Yoksa mevsimleri bile güzelleştirme telaşına mı düşeceğiz? Orhan Deniz’in yazdığı gibi, “Çok işimiz var, çoook!” Reklamdaki bezgin çocuğun kaçınılmaz görev ve sorumluluk duygusuna bulanarak söylediği bu sözden, bezginliği atıp, coşku ve tutkuyu katarak bir kez daha söyleyelim isterseniz, “çok işimiz var, çoook!”
Ama, roman okumayı da bırakmayalım. Dedim ya, sarı sıcakların insanı derdest ettiği şu temmuz günlerinde, “bu toprağın” insanını bir de edebiyat cep-hesinden tanımak için okuyalım. Üstelik, toplumcu edebiyatın en önemli kalemlerinden birinden, Orhan Kemal’den.
Orhan Kemal’in romanları otobiyografik özellikler taşıyor. “Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı romanda Sivas’ın bir köyünden, Ç...’den kente, Adana’ya (Çukurova’ya), çalışmak için gelen üç arkadaşın başından geçenler anlatılır. Yazarın ilk gençliğinde çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık, katiplik yaptığını da hatırlatarak...
Üç gurbetçinin öyküsü çerçevesinde kurulmuştur roman; İflahsızın Yusuf, Köse Hasan ve Pehlivan Ali. İçlerinde yalnızca İflahsızın Yusuf kenti bilmektedir. Sivas’ta birkaç ay hamallık yapmıştır, dolayısıyla hep arkadaşlarına yol yordam öğreten kişidir. Üstelik, yıllarca kentte çalışmış “emmi”sinin öğütlerini de kulağına küpe etmiştir. Roman, aslında bir yolculuk romanıdır. Başlangıçta köyden kente tren yolculuğu ile cisimleşir bu izlek. Ancak romanın bütününde, kentin üç insana kurduğu tuzaklar, karşılaşılan tehlikeler, atlatılan badireler birbiri ardına sıralanır gider. Yolculuk sürer... Yolculuğun sonunda beklenilenler ise, öyle çok ulaşılmaz şeyler değildir. Köse Hasan, kızına saç tokası ve üzeri işli tarak almayı hayal eder, İflahsızın Yusuf ise, yılan gibi ıslık çalan bir gaz ocağı alacaktır, hani şu suyu anında fokurdatanlarından... Tabii bir de, köye üç beş kuruşla dönmek isterler.
Köy-kent karşıtlığı karşılaşılan tüm güçlüklerin nedeni olarak algılanır kahramanlar tarafından. Kent kocaman bir canavardır, sürekli insan öğütür adeta. Akıl hocası İflahsızın Yusuf, emmisinin söylediklerini arkadaşlarına bir bir aktarırken, kentliye nasıl davranılması gerektiğinin de ipuçlarını verir. Sözgelimi, “Emmim derdi ki, siz siz olun şehirlinin suyuna göre gidin, şehirli ak derse, siz kara demeyin” (s.41) ya da “şehir adamı yeyime alışkın olur. Emmim derdi ki, siz siz olun, şehirliye yeyimi eksik etmeyin, derdi” (s.43) ve nihayet, “el kapısında çalışan adamın boynu eğri olmalı”.
Cin olarak tariflenilen şehirliler, özellikle de gurbete çıkmışları çarparlar, kahramanlara göre. Ancak köylü-kentli karşıtlığı romanda giderek yerini ezen-ezilen karşıtlığına bırakır. Kahramanlar bunun ayırtında olmasalar bile, ardı ardına gelen olaylar ve kişiler, yalnızca kentli olarak nitelenemeyecek, “kentli”liklerinin yanı sıra, fabrika sahibi, ırgat başı, usta, patron, ırgat, işçi adlandırmalarıyla sınıfsal çelişkilere dikkat çekilecektir. Benzer bir yarılmayı, ilk girdikleri işte -çırçır fabrikasıdır- yaşarlar. Hemşerilerinin fabrikasıdır, hemen işe alınacaklarını düşünmektedirler. Ancak iş bekleyen yığınları görünce, patrona ulaşmak için uğraşılarına rağmen hemşeriliğin de pek öyle işe yaramayacağını kavrayıvermişlerdir.
Ölümüne acımasız bir dünyadır kent. Paranın saltanatı insanları unufak etmektedir. Ancak kaçacak başka bir yer olmadığına göre... Bu canavarı, içinde barındırdığı onca oyuna rağmen yenmek mümkün müdür? İlk fire, karanlık, izbe bir bekar odasında ölüme terk ettikleri yol arkadaşları Köse Hasan olacaktır. Köse Hasan çırçır fabrikasının sulu koza bölümünde soğukta çalıştırıldığı için hastalanır ve fışkılar üstünde yapayalnız ölür. İflahsızın Yusuf ve Pehlivan Ali ise, arkadaşlarını yarı yolda bırakmış, “ekmek parası”nın derdine düşmüşlerdir. Korkunç çalışma koşulları ve sömürülüşleri ile dolu çarpıcı sahneler içinde, Hasan kayboluverir. Hasan’ın son günlerine okuyucuyla birlikte Yusuf ve Ali de tanık olmazlar. Hasan’ın ölümü romanda bir zirve yaratmaz. Yazar, “daha şiddetlilerine hazır olun” demektedir adeta. Yolculuk ise devam etmektedir.
İkinci durak bir inşaattır. Yusuf, emmisinin öğütlerini bir bir tutarken, henüz “ergen” olan Pehlivan Ali’nin kadınları keşfetmesine tanık oluruz. “Siz siz olun, şehir yerinde avrat kısmına kulak asmayın” uyarıları da kâr etmez. Ali, inşaatta çalışan Ömer’in nikahsız karısı olan Fatma ile kaçacaktır. Yusuf ise, inşaattaki Kılıç Usta adlı bir duvarcı ustasından duvar örmeyi öğrenmektedir. Hedefleri büyüktür. Duvar ustası olmayı planlamaktadır. Roman, Pehlivan Ali üzerinden devam eder. Ali bu kez de bir çiftlikte çalışmaya başlar. Fatma ise gittikleri çiftlikte ağanın oğluyla işini uydurur. Cin gibi şehir adamının Ali’yi son çarpışı ise, Ali’nin tehlikeli bir işte ırgat başı tarafından kullanılmasıyla ölümüne neden olmasıdır. Harman yerindeki en zorlu işe verilmiştir Ali, patoza buğday destelerini atacaktır. Ancak kırk beş kişi çalışması gerekirken, çalıştırılan işçi çok daha azdır ve Ali acemidir. Üstelik işçileri kışkırttıkları için işten atılan Halo Şamdin ve Zeynel’in yerine alınmışlardır. Halo Şamdin ve Zeynel ırgatlar arasında saygınlığı olan, ırgat başına kök söktüren, yani “boynu eğri olmayan” iki Kürt’tür. Yazar, olayları giderek tırmandıran bir gerilimi yerli yerince verir. Romanın doruk noktası Ali’nin patozun ağzına kendini kaptırmasıdır. Ali ölür. Artık patoz, ne kenttir, ne patrondur, ne ırgat başıdır. Ama kapitalizmin ta kendisi olarak cisimleşir. “Bu sırada patozu çalıştıran motora bağlı uzun kayış da deli deli dönmeye başlamıştı. Dört köşe delikten karanlık içeriye baktılar. Mekanik şakırtısıyla sertçe işleyen birtakım parıltılı aletler...” (s.378).
Zirveyi ve ölüm anını Orhan Kemal son derece usta bir şekilde anlatmıştır romanda;
“Ağa memnun, ırgatlara baktı. Birden coştu: -Ha babam kardaşlarım ha! Diye bağırdı. Irgatlar yekindi. Koca koca demetler daha büyük bir hızla patoza uçurulmaya başladı. Öyle müthiş bir çalışmaydı ki... Küçük ağa bu tempoya kendini kaptırdı patoza az daha sokuldu. -Devirin ha, devirin ha, devirin!!! Beden kalınlığında demetler, patozun doymak bilmeyen ağzından içeri devriliyor. Irgatlar kinle, öfkeyle, hınçla çalışıyorlardı. İnsan gücünün üstünde bir çalışmaydı. Damarlarında kan değil, milyonluk kilovatlar akıyordu sanki. -Devir ha, devir ha, devir!! İyice yumulmuştu gözleri, açamı-yordu. Açsa cayır cayır yanıyordu. “Mank” denilen cins-ten koyu bir sersemlik İçindeydi. Terden sırılsıklam paçavralar da boynundan kaymıştı. Saman tozu alabildiğe üşüyüp yakıyordu. Kavruluyordu boynu boğazı, göğsü, gözleri. Sanki acı kırmızı biber eklenmişti. -Devir babam, devir babam, devir!!! Paydos en azından yarım saat geçmişti. Hala: -Devir ha, devir ha, devir!” (s. 388).
Ali’nin çok acemi olduğu zor bir işte kendini makinaya kaptırmasıyla ölümü romanda bir tepe noktasıdır. Ancak roman Ali’nin ölümüyle bitmez. Başlangıçtaki yolculuk izleği tamamlanır. Üç işçiden kala kala yalnızca İflahsızın Yusuf kalmıştır. O ise, arkadaşlarının yerine de yolculuğu tamamlar. Emmisinin tüm öğütlerini uygulayan Yusuf, her zaman alttan alan, “boynu hep eğri olan”, “sakala göre tarak vuran” Yusuf, ıslık çalan ocağı alabilmiştir. Yeni elbiseleri ile görürüz Yusuf’u. Gıcır gıcırdır. Mutludur. Kentle savaşımında kazanmanın gururu ile habire övünür. Ama bu kazanım ne pahasına bir kazanımdır? Yazar okuyucuya bu soruyu sordurur. Ancak, Yusuf yine de sonunda başarıyı yakalamış bir usta olarak çizilir romanda. Kendine duvar ustalığını öğreten Kılıç Usta’ya rağmen, çünkü o; “olma kula kul, öpme el ayak, kirlenmesin ağzın. Ya ver canını insan için, ya da etme kalabalık dünyamızda”(s.165) demişti, bu öğütler yerine, emmisinin “sakala göre tarak vur” öğüdünü pusula yapmıştır. Ve yolculuktan, “cinler”le savaşmaktan muzaffer çıkmıştır. İşte burada Orhan Kemal, okuyucunun Yusuf’un başarısını nasıl yorumlayacağına dönük bir yönlendirme yapmaz. Okuyucu kendi tercihini yapmaya bırakılır... “Kazanmış mıdır aslında Yusuf?” Bu soru belirsizlik içererek havada kalır romanda.

Orhan Kemal’in insanları
Bereketli topraklar üzerinde yaşayan insanlar sefalet içinde yaşayan, yoksul insanlardır. Güzel insanlar mıdırlar? Hayır alabildiğince çirkindirler, yaşam koşullarının belirlediği, bir dilim ekmek -ki kimi zaman bunu bile bulamazlar- peşinde koşan insanlardır bunlar. Para kazanmak en temel gereksinimse diğeri cinsel aşktır. Maddi ve manevi olarak reva görülen bir hayvan yaşamıdır ırgatlara. “Allahın bile lanetlediği kullardır” ırgatlar. Pis ahırlarda yatıp kalkarlar, hendeklerde sevişirler (aslında çiftleşirler), kurtlu ekmek yerler ve birbirlerinin bitlerini kırarlar... Kadınlar, romanda Fatma, Aptal kızı, Hayriye para uğruna elden ele dolaşırlar. Dram, kadını erkeğiyle, Kürdü, Türkü, Arabıyla aynı dramdır. Umudu barındırırlar mı? Bunu söylemek çok zor. Ancak, Orhan Kemal’in diğer romanlarında da çizdiği usta, ya da ustabaşı tiplemeleri belli bir bilinç öğesini taşırlar. Çok okurlar, bilirler, kimileyin ırgatların, işçilerin yanında yer alırlar ancak etkileri ve güçleri sınırlıdır. Bunun yanında, Kürtler ki, her daim tehlikeli olarak çizilir Kürt karakterler, “iyisi alabildiğine iyi, kötüsü alabildiğine kötü”dür. Örneğin, Halo Şamdin ve Zeynel gerek fiziki özellikleri ile gerekse başkaldırıyı simgeleyen karakterler olmalarıyla umudu temsil eden kahramanlar olarak karşımıza çıkarlar. Ancak bu umut ateş gibi harlayıp sönüverecekmiş duygusu uyandırır okuyucuda... Araplar, mucahirler... Çukurova’nın kızgın güneşi altında bir lokma ekmek uğraşısında yan yanadırlar. Ama bilinçsiz, ama öfkeli, ama homurdanan ancak öfkesinin nasıl patlayacağı öngörülemeyen kocaman bir dev gibi...
50’li yılların Anadolu’suna, topraksız tarım işçilerine bakmanın tam zamanı değil mi? Değil mi ki, “tarım reformu” dedikleri ve birbiri ardına çıkardıkları yasalarla yeni bir yoksul köylü dalgası ekmeğini aramaya çıkacak. Ancak, 50’lerdeki gibi kentten bihaber olmayan, beklentileri ise kurtlu ekmekle karşılanamayacak bir dalga olacak bu... “Bu memleket adam olur” inancıyla bereketli topraklar üzerinde güneşi keşfetmek için bunu hak eden insanlarla sözleşmeye...

* Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, Cem Yayınları 1985.
 

Sema Sav

 


[email protected]

1