Ana Sayfa | |
| |
Berfin Bahar / Sayı:88 - Haziran 2005 - ÖNER YAĞCI | |
| |
Orhan Kemal, kentleşen, kentleşmenin sancılarını çeken, kentleşmenin getirdiği sorunlarla boğuşan, kentin yükünü vücuduyla ve canıyla taşıyan küçük, sıradan insanları, aydınlık bir bilinçle, tadına doyulmaz bir insani sıcaklık ve duyarlıkla, insana olan güvenle, umutla anlatan; Çukurova’nın ve İstanbul’un yoksul ve yoksun insanlarını edebiyata taşırken edebiyatı kullanan, halkın yazarı olmayı seçen bir yazarımızdır. Sıradan yaşamların oluştuğu ve sürdüğü çevrelerin anlatımı vardır onun yazdıklarında. Kendisi de o çevrelerin insanıdır ve kendisi de etiyle, kemiğiyle, duygusuyla, düşüncesiyle, canıyla yapıtlarında karşımıza çıkıp gülümseyişiyle umut çoğaltma çabasındadır hep. Gerçek sevgilerin, yani çıkarsız, insanlık temelinde yükselen, özveriyle yüklü, yaşamın acımasız duvarlarına çarpıp tuzla buz olan sevgilerin yazarıdır o. Tüm yazdıklarının temelinde bu olağanüstü sıcak, insancıl bir sevgi vardır. Bu yaklaşımıyla ürettiği yapıtlardaki insan ve yaşam gerçekliği, anlatılan yılların toplumsal yapısına tutulan anlamlı bir ışıldaktır. Orhan Kemal’in yapıtlarında gördüğümüz yaşamın süzülmüş ve seçilmiş gerçeklikleri, kentleşme ve sanayileşme sancısının odağına çevirtir gözümüzü. Tarımın, makineleşmenin getirdiği değişimin, yaşamın dayattığı mevsimlik göç ve kondu oluşumunun, teknolojinin sunduğu yeni araç gereçlerin insanlardaki etkileri, insana nasıl yaklaşılması gerektiğini bilen bir yazarın kaleminden romanlaşarak, öyküleşerek gelir yazdıklarıyla. Orhan Kemal’in insan sevgisi temelinde yükselen ve son zamanlarda “İnsani Gerçekçilik” tanımlamasıyla anlatılan bir gerçekçiliğin örnek bir temsilcisi olduğu ve kendi tanımlamasıyla “Aydınlık Gerçekçilik” yöntemiyle yazdığı öyküler, romanlar, oyunlar bugünkü toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel tıkanıklığın aşılmasında önemli veriler sunar. Toplumumuzda nelerin, nereye doğru, nasıl değiştiği ve nelerin değişmeden kaldığı gibi soruların yanıtlarının araştırılmasında onun yapıtları önemli bir kaynak oluşturur. Kapitalistleşmenin Çukurova’ya girişinden başlayarak İstanbul’da oluşan gecekondulaşmanın temellerini gördüğümüz Orhan Kemal’in yapıtları, aslında bugünümüzü de aydınlatan bir toplumsal panoramadır. Yaşama, yaşama biçimine, yaşamın getirdiklerine, insanlara sınıfsal yaklaşan, yaşamı kavradığı sosyalist ideolojinin yol göstericiliğiyle “Orhan Kemal Gerçekliği”, onun yalın, apaçık, gerçek dünyasını aktardığı bir gerçekliktir. “Orhan Kemal Gerçekliği” diye bir kavram yok aslında. Ama bence onu, onun kendine özgü biçeminin ve kavrayışının bir tanımlaması ve ona saygımızın gereği olarak böyle söylemenin de bir yanlış belirleme, bir kavram kargaşası yaratma olmayacaktır. Sanatın amacını; “İnsan soyunun, müspet bilimler doğrultusundaki, en bağımsız koşullar içinde, en mutlu olmasını isteme çabası... İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yöneltilme çabası adına sanat... Toplumcu bir yazar ‘materyalist bir felsefeye’ sahiptir şüphesiz. Ama bu materyalizm, metafizikçi bir yönü de bulunan bir materyalizm olmayıp, “Diyalektik Materyalizm”dir... Sanatçı, ‘güldürüp ağlatarak düşündürmeli’dir... Toplumcu bir yazarım. Bireyin gerçek mutsuzluk yada mutluluğunun, içinde yaşadığı toplum düzeninden geleceğine inanıyorum... Ben tanıdığım insanları yazdım... Hikayelerimde romanlarımda şunları belirttim: Halkım sömürülüyor, eziliyor. Bu koşulların ortadan kaldırılması gerekir... Gerçekçi bir yazar en iyi bildiği şeyi yazmalıdır... Yapıtlarımda sosyal sınıflar arasındaki zıtlığın ne olduğunu gösteriyorum... Ne dediğini bilen bir yazar için sınıflar dışında bir edebiyat yoktur zaten... Sosyal endişe sanatçının insan olması haysiyetiyle yurdu ve düşmanı hakkında vardığı kanaatların neticesidir. Her şeyden önce bir fikir adamı olması lâzım gelen bir sanatçı, sosyal endişelerini sanat yoluyla belirten insandır. ..” (“Kendi Ağzından Sanat Anlayışı”, aktaran Asım Bezirci, Orhan Kemal, Evrensel Basım Yayım) düşünceleriyle belirten Orhan Kemal, bu düşünceleri ışığında yarattığı tüm yapıtlarında çizgisini hep korumuştur. İşçi, çöpçü, hamal, memur, işsiz, dilenci, orospu, hamal, şoför, bekçi, mahpus, odacı, köylü, yarıcı, işportacı insanların, yani yoksul ve ezilmiş insanların yaşamlarını büyük yoğunlukla Çukurova tarım ve sanayisiyle İstanbul’un yoksul gecekondu semtlerinden kesitlerle sunan Orhan Kemal, yapıtlarında özellikle çocuk işçilerin sorunundan işçi kızların sorununa, sömürü ilişkilerinin insani duyguları köreltmesinden toplumsal düzenin yarattığı sorunlara büyük bir diyalog ustası olarak eğilmiş ve insanların duygularını, düşüncelerini, yaşamlarını kendi ağızlarından aktarma kaygısı taşımıştır. Bu kaygı yapıtlarındaki kişilerin birisi olarak kendisini anlatmasında da hep görülmektedir. 6 Kasım 1949’da Nâzım Hikmet’in Orhan Kemal’e yazdığı mektubun sonunda şu satırlar var: “... Realite, bizzat tarihi akışıyla realite, ümitsiz değildir, kederli, mahzun, acı, alacakaranlık, korkunç, iğrenç, rezil, kepaze, filan falan tarafları vardır, bu tarafları aksettirmemek en ufak bir ihmal insanlığı tek taraflı, toz pembe bir ışıklı vermek olur ve realiteden uzaklaşılır, fakat bütün bunlara rağmen bu realite yine insanların eliyle daha iyiye, daha güzele doğru gelişme yolundadır. Gelişen şey ise ümitsiz değildir, sevinçsiz değildir. Bu bahsin üzerinde bilhassa duruyorum, çünkü fert olarak bir insanın ümitsizliğe kapılıp kapılmaması yalnız kendini ilgilendirir, fakat mesela insanların hastalıklara karşı mücadelelerinin boş bir gayret olduğuna inanan doktorun doktor olmaya nasıl hakkı yoksa, bir muharririn de muharrirlik etmeğe hakkı yoktur. Kimse onlardan bu hakkı zorla alamaz, ama realite eninde sonunda onları yok eder... Kederli, mahzun, acı olmak için sebepler mevcuttur fakat ümitsiz olmak için tek bir sebep mevcut değildir. Aman evladım kendini bundan sakın, daha acı daha mahzun ol fakat sevincin ve ümidin pırıl pırıl parlasın. İşte bu kadar... Seni ve Türk edebiyatını tebrik ederim.” (Bilinmeyen Mektuplarıyla Nâzım Hikme-Orhan Kemal Dostluğu, Kemal Sülker, Amaç Yayıncılık, 1988, s. 135-136.) Hepimizin, Türkiyeli tüm sanatçıların soluğu olan Nâzım Hikmet’ten aldığı bu aydınlığı dünden bugüne taşımış olan, bugünden de yarına taşıyacak olan Orhan Kemal, edebiyatımızın ustası olarak hep önümüzde, hep aramızda duruyor. Pırıl pırıl parlayan sevinci ve umuduyla yüzyılımızın vahşi gerçekliğine karşı direnen, direncinin kaynağı olan insan sevgisini tükenmez kılan bilinciyle edebiyata taşıyan Orhan Kemal’in aydınlığından güç alarak varız diyebiliyoruz. Umutsuzluğu yasaklayan bir yaşam anlayışının bizi çiçeklediği sevda, Orhan Kemal’in yapıtlarıyla büyüdükçe büyüyor içimizde. Orhan Kemal, insan sevgisinin sıcaklığıyla doludur, insan sevgisidir, insan gerçekliğidir, insandır. Onun insan gözleriyle gördüğü, insan yüreğiyle anladığı, insan eliyle yazdığı kitaplar, insanın baş edilmez gücünün simgesidir sanki. Aydınlık tohumları saçan, sevgi ve öfke rüzgârı estiren Orhan Kemal’in umudu, iyimserliği, sevdası ile yarattığı yapıtlar, aydınlık geleceğimizin onur taşlarındandır. “Eşe dosta selam. İnandığım doğruların adamı olduğum, böyle yaşadığım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmağa çalıştım... Kursağıma hakkım olamayan bir tek kuruş dahi girmemiştir.” Bu cümleler, 1 Haziran 1970 günü, Sofya Devlet Hastanesi’nde, ölümünden bir gün önce Orhan Kemal’in, artık konuşamaz durumdayken doktordan istediği bir kâğıda mavi tükenmez kalemle yazdığı, yaşamının son cümleleridir. (Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, Nurer Uğurlu, Cem Yayınevi, 1972, s. 471-472.) Birkaç gün sonra cenazesi ülkeye getirildiğinde Babaeski’de emekçilerin onu sahiplenmeleri de, sanatın temeli olan gerçekçiliğin bir başka yansımasıdır: “Biz işçiler senin hatıran önünde saygıyla eğiliriz.” (Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları, Fikret Otyam, e Yayınları, 1975, s. 491-492). “Orhan Kemal’i, insanların maddi ve manevi yoksulluğunu, onları kötülemeden, küçük düşürmeden yansıttığı; çevresinde yaşayanlara duyduğu şefkat, sevgi ile dolu eseri, bizim de kişilerini aynı duygularla tanımamızı, hayatları üzerinde düşünmemizi sağladığı için seviyorum.” diyor Necati Cumalı (Niçin Aşk, s. 146). Rauf Mutluay ise şöyle tanımlıyor Orhan Kemal’i: “Orhan Kemal’i belki de seçtiği ve yeğlediği sözcüklerle anlatabiliriz en iyi; eserlerine koyduğu adların bilinciyle... Örneğin şöyle diyebiliriz; ‘kimdi Orhan Kemal ne yaptı?’ diye soran olursa eğer, kitaplarının niteleme toplamıyla cevap verebiliriz: ‘Baba Evi’ndeki (1949) ‘Avare Yıllar’ında (1950) bile ‘Önce Ekmek’ (1968) gerçeğine inandığı için ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ (1954) ‘Ekmek Kavgası’na (1949) girişen ‘Gurbet Kuşları’nın (1962) ‘Kardeş Payı’nı (1967) savunan; ‘İşsiz’lerin (1966), ‘Grev’dekilerin (1954) ‘Arka Sokak’ (1966) yaşamlarını dile getiren namuslu gerçekçi. ‘Devlet Kuşu’na (1958) önem vermeden onurlu sorumluluklarını sürdüren ‘Murtaza’ları (1952), ‘Dünya Evi’ne (1960) kendi yiğit seçimleriyle giren ‘Cemile’leri (1952) değerlendiren dürüst yazar. ‘Suçlu’ (1957) sayılan ‘Küçücük’ (1960) ‘Sokakların Çocuğu’nu (1963) hoşgörüyle seven, bağışlayıcı, insancı kalem. ‘Eskici ve Oğulları’nın (1962) çilesini ‘Kötü Yol’a (1969) düşmek zorunda bırakılan ‘Sokaklardan Bir Kız’ı (1968), ‘Kanlı Topraklar’ (1963) üzerindeki emek sömürüsüyle ‘Üçkâğıtçı’ların (1969) oyunlarını açıklayan açık sözlü gözlemci... Adının onuru ve anısının değeriyle toplumuna bu kadar borç ödeyen bir yazar.” (“Armağanıyla Orhan Kemal”, Cumhuriyet, 1 Haziran 1975.) Tahir Alangu’nun deyişiyle, “hem toplumun aşağı tabakalarındaki hayatı anlatmak, hem de bu yaşamlardaki acı ve sert gerçekleri yumuşatarak, kurtuluşu insanların cevherlerindeki kişisel direnme gücüne bağlayarak olumlu ve mutlu sonuçlar çıkarmak yolunu tutan,” (Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, cilt 2, İstanbul Matbaası, 1965, s. 398) Orhan Kemal için, Fethi Naci’nin değerlendirmesini de aktaralım (Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, Gerçek Yayınevi, 1981, s. 346): “Orhan Kemal insanlara hep umutla, hep iyimserlikle bakar. Türk romanında bir ‘Orhan Kemal bakışı’ vardır O, her insanda, her şeye rağmen aydınlık bir yan, temiz, insani bir yan bulunabileceğine inanır.” Fethi Naci’nin bu yalın saptaması, Orhan Kemal gerçekliğini tanımak isteyenler için kılavuz olacak nitelikte bir yaklaşımdır. Vedat Günyol’un şu yaklaşımı da Orhan Kemal gerçekliğini tümüyle gözler önüne seren bir belirlemedir: “Orhan Kemal bize üç şey getirdi: Kinsiz, herkese açık, cömert yüreğinden insan sıcaklığı; hayat serüveninden sonra da kafasının ışığından bilinç; insana olan sonsuz güveninin de umut.” (Çalakalem, Çan Yayınları, 1977, s. 71.) Öyküleri, romanları, İspinozlar ve 72. Koğuş adlı iki oyunu, Nâzım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl adlı anı kitabı, Senaryo Tekniği ve Senaryoculukla İlgili Notlar (1963) adlı incelemesi, İstanbul’dan Çizgiler (Boyacı, 1971) adlı röportajı olmak üzere 50’den fazla yapıtıyla yaşamımızı aydınlatan Orhan Kemal’le ilgili yukarda andıklarımızdan başka birçok kitap var: Hikâye Yazarı Orhan Kemal (Hikmet Altınkaynak, 1983), Orhan Kemal (2. Basım Orhan Kemal’den Anılar adıyla, Yusuf Kenan Karacanlar, 1974 ve 1977), Arkadaş Anılarında Orhan Kemal (Muzaffer Buyrukçu, çizen Semih Poroy, 1984) ve Orhan Kemal (Asım Bezirci, 3. basım 1994), Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları (Fikret Otyam, 1975), Bilinmeyen Mektuplarıyla Nâzım Hikmet-Orhan Kemal Dostluğu (Kemal Sülker (1988), Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi (Nurer Uğurlu, 1973). Ayrıca birçok kitapta, birçok dergi ve gazete yazısında, şiirde Orhan Kemal’le söyleşme, onu tanıma, anlama, onun sevgisinde ısınma sansımız var. Talip Apaydın’ın “Orhan Kemal” adlı şiirini anımsatıyorum. Bu şiir, Orhan Kemal aydınlığının kuşaktan kuşağa geçtiğinin de kanıtıdır bence: “Çağdaş Ferhat’tı Orhan Kemal/ Bilirdi kayalar nice sert / Yara yara geldi dişiyle tırnağıyla/ Nereden Nereye/ En dipten en tepeye/ Yiğit insan, yalın kuvvet./ Ünü büyüyecek/ dilden dile/ Kimse önleyemeyecek/ Bin yıl sonra bakacaksınız/ O var köylerde, kentlerde/ Okullarda çocukların ezberinde/ Derin vurdu kazmayı/ Orhan Kemal ölmeyecek.” Şükran Kurdakul’un, “Orhan Kemal adı, yaşamını sürdürebilmek için dayanılmaz koşullarda ekmek kavgası veren edebiyat adamlarının başında” gelmektedir,” (Cumhuriyet, 29 Mayıs 1995) tanımlaması, ilk yapıtının adıyla uygun bir yaşam geçiren Orhan Kemal’i anlamanın ilk adımıdır belki. Bir halk yazarıdır o, aydınlık bir gerçekçi, insan sevgisiyle dolu yüreğinin damıttıklarını öyküleştirerek, romanlaştırarak dünyaya sunan bir güzellik ustası; yaşamı sanatla aydınlatmayı ilke edinen bir yazı ustası. Yaşar Kemal’e göre, “Büyük geleneksel Anadolu edebiyatının... Nâzım Hikmet’ten sonraki halkası... ve Türk edebiyatının büyük romancısı” olan Orhan Kemal, sonsuz bir yurt ve insan sevgisiyle yaklaşarak Nâzım Hikmet’ten aldığı aydınlık eli insanlığa ulaştırma işini, yani sanatını halkının hizmetine sunan bir yazarımızdır.
ÖYKÜCÜLÜĞÜ
Orhan Kemal’in öykücülüğünü kavramak için iki yoldan yürümek gerekir. Tarihselliği içinde izlenmesi gereken bu yolların birincisi, kendisinin öykücülüğü ve sanatı hakkındaki düşünceleri, öykülerinde ne yapmak istediği; ikincisi de bu amacını gerçekleştirmek üzere yazdığı öykülerdir. Onun yazar olarak ortaya çıktığı ve yazarlığının denk düştüğü döneme baktıktan sonra bu iki yoldan ayrı ayrı yürüyerek öykücülüğünün temel özelliklerine ulaşabiliriz; ki bu onun yazarlık anlayışının da gereğidir. Orhan Kemal’in yazarlığının biçimlendiği yıllar, Cumhuriyet’in önemli dönüm noktalarından olan 1940’lı yıllardır. İkinci Dünya Savaşı’nın tam ortalarında askerdir Orhan Kemal. Askerliğinin bitimine kırk gün kala bir ihbar üzerine, “Komünizmin ne olduğunu bilmediği bir sırada, sırf Nâzım Hikmet ile Gorki’nin kitaplarını okuduğu öne sürülerek” mahkemeye verilir ve beş yıl hapis cezasına çarptırılır. Kayseri hapishanesinde yazdığı hece ölçülü romantik ve hüzünlü şiirleri Yedigün ve Yeni Mecmua dergilerinde “Raşit Kemali” ve “Reşat Kemal” imzasıyla yayımlanır (1938), Adana ve Bursa cezaevlerinde süren hapisliği sırasında da şiirleri çıkar. 1940’ın son ayında Nâzım Hikmet Bursa cezaevine gelir ve orada Orhan Kemal’le buluşur. Nâzım Hikmet’le birlikte geçen bu cezaevi günlerini anlattığı Nâzım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl adlı anılarında ona şiirlerini okumasını şöyle anlatır: “Okumaya başladım... Heceyle yazılmış şiirlerdi bunlar; taşkın hislerimi samimiyetle, insan gibi değil de, ‘ilahileştiğini’ iddia edenlerinkine benzetip onlar gibi komikleştirerek içinde dile getirdiğim şiirler...” Nâzım Hikmet, “kâfi”, der, “berbat,” der, “rezalet” der Orhan Kemal’in şiirlerine ve kestirip konuşur: “Peki kardeşim, bütün bu lafebeliklerine, hokkabazlıklara, affedin tabirimi, ne lüzum var? Samimiyetle duymadığınız şeyleri niçin yazıyorsunuz? Bakın, aklı başında bir insansınız. Duyduklarınızı, hiçbir zaman duymayacağınız bir tarzda yazıp komikleşmekle kendi kendinize iftira ettiğinizin farkında değil misiniz?” Nâzım Hikmet’in öğretmenliğinde şiir yazmayı ve Yedigün, Ses, Yürüyüş gibi dergilerde yayımlamayı sürdürürken Nâzım Hikmet’in aydınlığıyla, bir edebiyat okyanusu ve bir büyük insanlık sevgisiyle buluşmanın coşkusunun katıldığı bir öykü serüveni başlar. Yayımlanan ilk öyküsü (Orhan Raşit imzasıyla Yeni Edebiyat, 1940) Baba Evi romanının bir parçası olan Balık’tır. 1941’le birlikte Raşit Kemal ve Orhan Raşit imzasıyla Yeni Edebiyat, Yürüyüş, İkdam, Yurt ve Dünya dergilerinde çeşitli öyküleri çıkar. Ustası ve öğretmeni Nâzım Hikmet’in gözlerini dolduran “Sen” adlı şu şiiri yazar ve tahliye olur: “Promete’nin çığlıklarını/ kaba kıyım tütün gibi piposuna dolduran’ adam,/ sen benim mavi gözlü arkadaşım,/ kabil değil unutmam seni./ 26 Eylül 1943/ seni yapayalnız bırakıp hapishanede/ bir üçüncü mevki kompartımanında pupa yelken/ koşacağım memlekete...” İçerden çıktıktan sonra doğan oğlunun adını Nâzım koyar (ikinci oğlunun adı Kemali’dir; ustasının ve babasının adları). Orhan Kemal, “Şiirleri hakkında Nâzım’ın en kıymet verdiği ölçü halktı. O bir halk sanatkârı, her şeyden önce halk tarafından anlaşılmalı ve halkın sanatkârı olmalıdır derdi.” diye aktarır ve Nâzım Hikmet’in bu düşüncesini kendi sanatında da ölçü olarak benimser. Varlık’ta Revir Meydancısı Yusuf adlı öyküsü (Kasım 1944) çıkar ve bunu başka öyküleri izlerken 1945’te Varlık okuyucularının en beğendiği öykücü seçilir. 1946’dan sonra Gün dergisinde bırakmadığı şiirleri ve Gün, Seçilmiş Hikâyeler, Yaprak dergilerinde öyküleri çıkar, Seçilmiş Hikâyeler Dergisi’nin Nisan-Mayıs 1948 sayısında yaşamöyküsü yayımlanır. 1949 Orhan Kemal’in ilk yapıtlarıyla buluştuğumuz yıldır: Baba Evi romanı ve Ekmek Kavgası adlı öykü kitabı. Ustası Nâzım Hikmet, Baba Evi yayımlandığında şunları yazar: “Senin sanat sahasındaki her başarın benim bir zaferim gibi oluyor... Sen artık Türkçemizi en güzel yazan muharrirlerimizden birisin.” (15 Şubat 1949). Nâzım Hikmet’in Ekmek Kavgası için söyledikleri de şunlardır: “Bir kelimeyle sana ve Türk halkına layık bir eser ve bazı hikâyeleri Dünya küçük hikâye edebiyatında yer tutacak kadar usta, doğru, iyi ve kusursuz. Yüreğim sevinçle kabardı. (6 Kasım 1949). Orhan Kemal’i var eden 1940’lı yıllar Türkiyesi’nin koşullarını iyi bilmek gerekir. Bu yıllar, Tek Parti, baskılar, yokluklar, “vesika” ve İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır; Cumhuriyet’in değerlerine karşı direnişin, ırkçı-Turancı akımların başkaldırmasının, sosyalist düşünceler ve örgütlenmeler üzerindeki amansız baskıların sürdüğü yıllardır. Truman Doktrini, Marshall Yardımı, Demokrat Partinin kuruluşu, Toprak Kanunu ve muhalefeti bu yıllara denk düşmektedir. Sabahattin Ali-Nihal Atsız Davası, Hasan-Âli Yücel-Kenan Öner Davası, ırkçılık-Turancılık davası gibi önemli davalar bu yıllarda açılmıştır. Dil Tarih olayları, Tan matbaasına saldırı, Sütlüce Patlaması gibi ilk faşist saldırganlıkların başlangıcı bu yıllardır. Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisinin ve Türkiye Sosyalist Partisi’nin kapatılması ve Ses, Nor Lor, Yığın, Dost, Gün gibi sosyalist dergilerin kapatılması gibi sosyalist muhalefetin susturulması eylemleri bu yıllarda yoğunlaşmıştır. Nâzım Hikmet hapsedilerek susturulmak istenmiş ve Sabahattin Ali öldürülmüştür bu yıllarda. Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ve Mim Uykusuz’un Marko Paşa serüveninin ve Mehmet Ali Aybar’ın Zincirli Hürriyet’inin yaşandığı yıllardır bu yıllar. İşte böylesi toplumsal ve siyasal olayların çalkantılarının yaşandığı yıllar Türkiye’sinde doğmuştur Orhan Kemal öyküsü. Orhan Kemal öykücülüğü, doğduğu koşulların ürünü olarak da dönemin Abidin Dino, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif, Adnan Cemgil, Suat Derviş, Yusuf Ahıska, Reşat Fuat, Hasan İzzettin Dinamo, Cami Başkurt, Esat Adil Müstecabi, Zekeriya Sertel, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Halikarnas Balıkçısı, Cahit Irgat, Mihri Belli gibi aydın ve yazarlarının yazdığı dergiler olan Adımlar, Ses, Yeni Ses, Yurt ve Dünya, Yeni Edebiyat, Görüşler, Yürüyüş, Zincirli Hürriyet, Marko Paşa ve süreklerinde yer alan kuşağın edebiyatımıza armağan ettiği zenginliklerden biridir. Bu koşullarda edebiyatımız toplumcu, gerçekçi, devrimci bir çizgiye güçlü adımlarla gelmekte ve bu adımların biri de yeni, özgün, canlı öyküleriyle Orhan Kemal tarafından atılmaktadır. O, insanı toplumsal ilişkiler bütünü içinde ele alıp duygularıyla ve çelişkileriyle birlikte anlatma kaygısıyla atmaktadır bu adımları. 1950’de Baştan, Yeditepe, Varlık, Seçilmiş Hikâyeler Dergisi (Orhan Kemal Sayısı’nda on öyküsü birden) dergilerinde sıklıkla Orhan Kemal adına rastlanır. 1951’den sonra Beraber, Seçilmiş Hikâyeler Dergisi, Yeditepe dergilerinde öyküleri yayımlanırken romanları Vatan, Dünya, Son Havadis gibi gazetelerde tefrika edilmeye başlanır. Bu arada kitapları da ardı ardına yayımlanmaktadır: Sarhoşlar, Çamaşırcının Kızı, Avare Yıllar, Murtaza, Cemile, Bereketli Topraklar Üzerinde, Grev, 72. Koğuş (Yılın En Başarılı Oyun Yazarı, 1968), Dünya Evi, Arka Sokak, Babil Kulesi, Suçlu, Serseri Milyoner, Kardeş Payı (Sait Faik Armağanı), Babil Kulesi, Dünya Evi, Vukuat Var, Devlet Kuşu, Gâvurun Kızı... Orhan Kemal’in romanları ve öyküleri 60’lı yıllarda da hızını kesmeden yayımlanır: Küçücük, El Kızı, Dünyada Harp Vardı, Mahalle Kahvesi, İşsiz, Hanımın Çiftliği, Eskici ve Oğulları, Gurbet Kuşları, Sokakların Çocuğu, Kanlı Topraklar, Bir Filiz Vardı, Müfettişler Müfettişi, Yalancı Dünya, Evlerden Biri, İşsiz, Önce Ekmek (Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü), Arkadaş Islıkları, Sokaklardan Bir Kız, Üç Kâğıtçı, Kötü Yol, Kaçak... Yapıtlarının birçoğu oyunlaştırılır, filme alınır: Devlet Kuşu, Hanımın Çiftliği, Tersine Dünya, Serseri Milyoner, Kardeş Payı, Gurbet Kuşları, Bereketli Topraklar Üzerinde, 72. Koğuş, Murtaza, Eskici Dükkânı... Toplumsal gerçekçi öykümüzün gelişmesine katkıları olan bir öykücü olarak, küçük insanı, insani özüne uygun olarak aktaran Orhan Kemal, aynı zamanda 1950 sonrasında bunaltı edebiyatına yönelip toplumumuzdan kopan ve öykü dünyamıza egemen olmaya çalışan “Varoluşçu” eğilimlerin karşısında yaşamın toplumsal boyutlarıyla aktarılması savaşımını sürdürmesiyle de öykücülüğümüzün kıvanç veren ustalarından biri durumundadır. Orhan Kemal’in öykücülüğünü, ilk yolu izleyerek ve düşüncelerinden şu aktarmaları yaparak anlamaya çalışalım şimdi: “Ben köydeki köylüyü yazmadım. Çok iyi bildiğim köylüyü yazdım... Ben çok iyi bildiğimi yazmak isterim. Yazmak için görmeliyim, yaşamalıyım... Ben tanıdığım insanları yazdım. Tanıdığım, konuştuğum, birlikte sigara içtiğim, sırtımı sıvazlayan insanları yazdım. Ben bu insanları inceledim, araştırdım... Gerçekçi bir yazar en iyi bildiği şeyi yazmalıdır. Ne dediğini bilen bir yazar için sınıflar dışı bir edebiyat yoktur. Bir toplumda yaşıyorsak, bu topluma bağlı olmamak olanaksızdır... Her şeyden önce bir fikir adamı olması lazım gelen sanatçı, sosyal endişelerini sanat yoluyla belirten insandır... İnsanoğlu doğal olarak fena değil, kötü değil. Onu toplumun sosyal şartları kötü yapıyor... Konularımın genel kaynağı insandır... Biçimin önemsiz olduğunu hangi gerçekçi yazar söylemiş? Öz nasıl matematik bir incelikte kuruluyorsa, biçim de kuruluş gibisine estetik incelikle ele alınmalıdır. Yazarın kişiliğini çoğunlukla biçim verir. İster üslup deyin adına, ister biçim, yazar kendine özgü bir deyişe sahip olmalıdır... Gençler, özden biçime yapmaları gereken yerine, biçimden öze bir çalışma sürdürüyorlar... Hikâyelerim için bazen şöyle sorarlar, ‘Bu anlattıklarınız gerçekten oldu mu?’ Cevap veririm: ‘Okuduğunuz şeyler gerçekten olabilir mi olamaz mı?’... Aydınlık gerçekçilik deyimiyle yeni bir kavram getirmiyorum. Bu, ünlü Actif Realisme’in Türkçeleştirilmiş deyimidir...” Yoruma gerek göstermeyecek kadar açık olan bu düşüncelerden anlıyoruz ki onun öykücülüğünde asıl unsur insandır. İnsani gerçekçilik denilebilecek bir sanatsal yaklaşımla, insanın içinde bulunduğu koşulları ve durumları değerlendirerek insanla ilgili sorunların çözümüne hizmet eden, işlevsel bir sanat anlayışı vardır. Bildiği, gördüğü, tanıdığı insanları ve yaşam kesitlerini yazan Orhan Kemal, yazdıklarında toplumsal kaygıyı asıl alan bir yazar olarak ele aldığı insanları toplumsal konumları içinde, başkalarıyla ilişkileriyle birlikte anlatmaktadır. Özden biçime yönelen bir anlayışla yazan Orhan Kemal’in, yaşamda olabilecek şeyleri yazdığını söylemesi ve sanat görüşüne aydınlık gerçekçilik adını vermesi de onun öykücülüğünün anlaşılması için mutlaka belirlenmesi gereken özelliğidir. İkinci yolu izleyerek irdeleyeceğimiz Orhan Kemal öyküleri, karşımıza bu düşüncelerin gerçekleştiği öyküler olarak çıkmaktadır. İçinde yaşadığı gerçeği, insan yaşamının gerçeğini arayan ve anlatan bir öykücüdür Orhan Kemal. Evler, sokaklar, işyerleri, hapishanelerdir onun öykülerinin geçtiği mekânlar. Buralarda yaşayan insanlar, erkekler, kadınlar, çocuklar, işçiler, işsizler, patronlar, köylüler, hapistekilerdir kahramanları. Öykülerde yer alan ve genellikle ekonomik sıkıntılar içinde, toplumsal baskılar altında bunalan insanlar sürekli olarak sorunlarına çözüm arayışıyla ve umuduyla doludurlar. Yaşadığını, çocuk dünyasını, hapishane gerçeklerini, fabrikaları, işyerlerini anlatır. “Ben ki, daha çok işçi ve köylüler Türkiye’sini kendime konu olarak almış bir yazarım. Romanlarımda şimdiye kadar birçok işçi, köylü tipleri çizdim. Bu tipler, düzensiz bir toplumun, Türkiye’mizde yarattığı kaçınılmaz sonuçlardı.” der kendisi. Gözlem ustası Orhan Kemal, yaşama ve insanlara bakmasını ve onları görmesini bilen bir yazardır. Nereye bakacağını da bilir elbette. Onun öykü kitaplarının adları bile nereye nasıl baktığını açıkça gösterir. Yazdıkları onun baktığı ve gördüğü, yaşanılan gerçeğin aktarılmasından başka bir şey değildir. Yaşamı ve Nâzım Hikmet’le dostluğunu da içeren Bursa Cezaevi yıllarında öykücülüğünün temellerini atan Orhan Kemal kullandığı günlük konuşma diliyle kolay okunur ve anlaşılır bir yazardır ve bu da onun öykü anlayışının bir sonucudur. Konu zenginliği Orhan Kemal öykücülüğünün belirgin özelliklerindendir. Sıradan bir insanın yaşadıkları, sıkıntıları, umutları, özlemleri ekseninde gelişen öykülerinde genel olarak işlenen konular çocukların, hapishanelerin, işçilerin, küçük insanların, aşkların çevresinde gelişir. Öykülerini konularına göre sınıflandırdığımızda şunlar söylenebilir: Hapishane öyküleri olarak 72. Koğuş kitabıyla Ekmek Kavgası’nda Revir Meydancısı Yusuf, Ekmek, Sabun ve Aşk, Çocuk Ali; Çamaşırcının Kızı’nda Ayşe ile Fatma, Eski Gardiyan, Recep; Grev’de Nurettin Şadan Bey ve Dünyada Harp Vardı’da kitaba adını veren öykü sayılabilir. Yaşamında önemli bir yeri olan hapishanelerle ilgili sert gözlemleriyle oluşturduğu bu öyküler, hapishanelerle ilgili yazın ürünlerinin en başarılı olanlarındandır. İşçi öyküleri Ekmek Kavgası’nda Mahalle Bekçisi Ali, Bir Ölüye Dair, Afaracı Hacı Ali Uyku; Sarhoşlar’da Kamyonda Av; Çamaşırcının Kızı’nda Eski Gardiyan, Çöpçü; Grev’de Grev, Dert Dinleme Günü, Kahvede, İşsiz, Kahvede Can Sıkıntısı; Arka Sokak’ta Süpürgeci; Kardeş Payı’nda Kardeş Payı, İzin Günü; İşsiz’de Kömürcü, Hacet Kapısı, Doğum adlarını taşır ve çalışma koşullarının amansızlığı yanında geçim sorunları ve işçilerin acımasızca ve daha fazla sömürülmesini işleyen öykülerdir bunlar. Ekmek Kavgası’nda Ekmek, Sabun ve Aşk, Kadın; Arka Sokak’ta Sevda, Kel Tahir; Sarhoşlar’da Parkta; Çamaşırcının Kızı’nda aynı adlı öykü, Kötü Kadın, Duvarcı Celal, İki Kız, Ayşe ile Fatma; Kırmızı Küpeler’de Rüya; Kardeş Payı’nda Eczanedeki Kız; Babil Kulesi’nde Kıskanç; Önce Ekmek’te Mavi Taşlı Küpe ise Orhan Kemal’in aşk konusunda yazdığı ve aşkı olanca gerçekliğiyle romantik öğeler katmadan konu ettiği öykülerdir. Orhan Kemal’in çocuk öykülerinde çalışan, evine ekmek götüren, suça itilen, ırzına geçilen çocuklar vardır. Çocukluklarını yaşayamayan, yaşamın sertlikleri karşısında şaşkına dönmüş çocuklar. Kırmızı Küpeler’deki aynı adlı öykü; Sarhoşlar’da Balık, Kamyonda, Ayşe Hoca, Küçükler ve Büyükler, İnci’nin Maceraları 1,2, Düşman, İnci’nin Babası; Arka Sokak’ta Harika Çocuk; Kardeş Payı’nda Çocuk, Arslan Tomson, Üç Arkadaş; Çamaşırcının Kızı’nda İki Kız; İşsiz’de Babalar ve Oğulları; Önce Ekmek’te aynı adlı öykü ve Bir Çocuk, Çocuklar, Sevmiyordu; Dünyada Harp Vardı’da Çikolata, Arı Ölüsü, Kovboylar, Fırlama, Grev’de İşsiz adlı öyküler kahramanları çocuk olan öykülerdir ve bu öykülerde Orhan Kemal çocuklara kötü davrananları, onları suça itenleri amansızca eleştirir. Orhan Kemal’in sayıca en çok olan öyküleri küçük insanları konu aldığı öyküleridir. Ekmek Kavgası’nda Köpek Yavrusu, Bir İnsan, Seyran Teber Çelik’in Karısı, Dönüş, Kitap Satmaya Dair, Yemişçi; Sarhoşlar’da Sarhoşlar, Streptomycine, Yaşasın Hürriyet, Celfin Eti, Gurbet, Hatice Akdur vs; Çamaşırcının Kızı’nda Dilenci, Sevinç; Grev’de Kirli Pardesü, Telefon, Velinimet, Kör Salih; Arka Sokak’ta Arka Sokak, Asılzade, Odacı, Yabancı, Dilekçe, Delibozuk, Hamam Anası, Nermin, Berduşlar; Kardeş Payı’nda Korku, Yeni Şoför, Kenar Mahalle, Kuduz, Motörde, Çirkin, Kadın Parmağı, İstidacı, Büyük Baba, Pırıl Pırıl; Babil Kulesi’nde Kıskanç dışındaki tüm öyküler; Dünyada Harp Vardı’da Behiye, Eski Plak, Söğüt Yaprağı, At Kuyruğu, Yırtıcı Kuş, Gece Yarısı; Mahalle Kavgası’nda aynı adlı uzun öykü; İşsiz’de Günah, Piyango Bileti, Numaracı, İşsiz, Üzüntü, Yandan Çarklı; Önce Ekmek’te Üçüncü, Tarzan, Coni, Pazartesi, İncir Çekirdeği, Elli Kuruş, Sağ İç, Sezai Bey, Taş, İki Buçuk, Biletsiz, Uzman bu kümeye giren öykülerdir. Kadınlarla ilgili öykülerin de önemli bir yeri vardır Orhan Kemal’de. Çoğunlukla çalışan kadınları ele alır ve onların işyerlerinde, evlerinde, sokakta karşılaştığı sorunlara tutar ışıldağını. Kandırılan, dövülen, baştan çıkarılan, hakkını arayan, intihar eden, kötü kadın olan, temiz kalmaya çalışan, seven, küçücük düşlerle dolu olan kadınların dramlarını sergiler sevgi dolu bakışıyla. Öykülerin tümünü birlikte değerlendirdiğimizde, hemen hemen tümünü de Orhan Kemal’in yaşamından kesitlerin oluşturduğunu görürüz. Çelişkiler yumağı ve yumakla kuşatılmış insanların dramı canlı bir yaşam gibi sunulur. İnsanların ekonomik sorunları, açmazları asıl alınmıştır. Umutlar ve düşler, kavgalar, tartışmalar ve içki, piyango bileti gibi düşler peşinde koşanların sayısı az değildir. Otuz beş yaşında ilk kitabını çıkaran ve yazdıklarıyla geçimini sürdürme kararlılığında olan Orhan Kemal, tüm yapıtlarına yansıyan bir gözlem ustası olma özelliğiyle kendini var etmiştir. Yaşamını ve gözlediklerini toplumsal yaşamın bir parçası olarak sunma başarısıyla vardır onun öyküleri. Bir toplumsal panoramadır olay öyküleriyle örülen Orhan Kemal öyküsü. Klasik öykü anlayışıyla, kısa bir giriş, geniş bir gelişme ve kısa bir sonuç bölümleri olan öykülerinde konuşmalar önemli bir yer tutar ve öykünün aslı konuşmalardan oluşur. Genellikle betimlemelerin az, konuşmaların çok olduğu bir yazma yöntemi uygulamış olan Orhan Kemal öykülerinin kahramanlarının çoğu toplumun yoksul insanlarıdır. Yoksulluklarla boğuşan çocuklardan yaşamları haksızlıklarla karşılaşarak tükenen çocuklara, vitrinlerde ah çeken çocuklardan işportacı çocuklara, sübyan koğuşlarında gün sayan çocuklardan fabrikalarda uyuklayan çocuklara, boş arsalarda futbolculuk oynayan çocuklardan han odalarında pinekleyen çocuklara, kıskanç çocuklardan gururlu çocuklara, “suçlu” çocuklardan sokak çocuklarına, öksüz çocuklardan düşlerini yitirmiş çocuklara kadar çocukluk dünyasının derinlerine inmesini başaran bir gözlem gücünün ortaya çıkardığı yapıtlardır Orhan Kemal’in öyküleri. Yaşamı gösterir, yaşamda koşuşan, didişen insanlarla buluşturur okurunu. Fabrikalarda ömür tüketen işçiler, tarım işçileri, gece bekçileri, hapishanelerdeki “kader kurbanları”, fahişelik yapmak zorunda bırakılan “düşmüş” kadınlar, üçkâğıtçılar, gündelikçi kadınlar, geçim sıkıntısıyla bunalan küçük memurlar, dilenciler, hapishane köşelerindeki adembabalar, pamuk işçileri, işportacılar, işsizler, hamallar, arzuhalciler, lümpenler, tellaklar, gardiyanlar, futbol hastaları, düşlerle dolu genç kızlar, “Yeşilçam” umutlarıyla dolu kızlar, mahalle aralarında futbol oynayanlar, tıkış tıkış belediye otobüslerine, tramvaylara dolan, Çukurova’ya ya da “Taşı toprağı altın İstanbul”a koşan insanlardır onun anlattıkları. O, bunların sıkıntılarını, hüzünlerini, sevinçlerini, düşlerini kaleme dökerken insan sevgisiyle yoğrulmuş bir bilincin ve duyarlılığın da örneğini sunmaktadır. Onun anlattıklarında “Memleketimizden İnsan Manzaraları” vardır. Çirkinlikleri, güzellikleri, boyun eğişleri, direnişleri, kavgaları, suskunluklarıyla bir bütün olarak insanların gerçek yaşamlarını okuruz. İnsandır Orhan Kemal’in yazdıklarında karşımıza dikilen, etiyle, kemiğiyle insan. İnsanın özünü ulusal ve toplumsal boyutlarıyla aktarmanın ustasıdır o. Kahramanlarını yaşatmanın, yaşanılır kılmanın, konuşmalardaki canlılığın, sözcüklerdeki yalınlığın, yaşamdan edebiyat yaratmanın ustası olan Orhan Kemal toplumsal insana ulaşan bir yapının yaratıcısıdır sanatıyla. Büyük düşleri olmayan, küçücük düşlerle dünyalarını güzelleştirmek isteyen insanlardır Orhan Kemal’in anlattığı insanlar, küçük insanlardır. Düşkırıklıklarıyla kardeş olmuşlardır ama aydınlık umudu hiç eksik olmaz yüreklerinden. İnsanca yaşamak isterler yalnızca; karınları doysun, biraz oynayabilsinler, biraz dinlenebilsinler, biraz eğlenebilsinler, biraz uyuyabilsinler, sevsinler-sevilsinler yeter onlara. Kahvelerde, otobüs duraklarında, amele pazarlarında, tarlalarda, fabrikalarda, şaraphanelerde, bekâr odalarında, artist sokaklarında, gecekondularda yaşayan acılarla dolu insan kalabalıkları vardır ve bunları, Rauf Mutluay’ın deyişiyle “Bereketli Topraklar’dan akan Gurbet Kuşları’nı kim anlatabilirdi?” Elbette Orhan Kemal. Kendi öyküsünü yaratmayı başaran Orhan Kemal, yapıtlarında anlattığı insanları canlı bir varlıkmış gibi aktarmasıyla da özgün bir yazardır. Olanca canlılığıyla toplumsal yaşam vardır Orhan Kemal öykülerinin bütününde. Onun ilk öykü kitabını değerlendiren Fahir Onger, “Bu hikâyeci ile muhakkak ki edebiyatımızda memleketimizin şimdiye kadar görülmemiş taraflarına bir pencere açılmıştır. Büyük sanatkâr, şahsiyeti olana deniyorsa, Orhan Kemal’in bu şahsiyete kuvvetle sahip olduğunu kabul etmek lazım,” (Edebiyat Dünyası, 1 Ocak 1950) demekten kendini alamamıştır. Oktay Rifat, “Orhan Kemal’in hikâyeleri bir orman yangını kadar haşmetli ve tesirlidir. Sanatı sadece bir deyiş, bir üslup şişi olarak ele alanlara ne güzel ders. İncir çekirdeği doldurmayan, çoğu zaman vehimlerin önümüze sürdüğü birtakım cılız meseleleri, şöyle mi söylesem, böyle mi söylesem diye doksan dokuz günde ısıtıp önümüze süren şairlere, romancılara ne müthiş cevap” (Yaprak, 15 Ocak 1950) der. Oktay Akbal, “Orhan Kemal’in ne kadar kuvvetli bir hicivci ve humoriste olduğunu bir kere daha görebiliyoruz. Acılığı okudukça içimize sinen, hayatın her göze görünmeyen, yalnız onların üstüne eğilmesini bilen gerçek sanatçılarca anlaşılabilen tarafları hikâyeler halinde bize sunulmuştur” (Vatan Gazetesi, 1 Aralık 1951) diye belirtir düşüncesini. Sabri Soran, “Orhan Giderken” adlı şiirinin sonunda şöyle der: “Orhan gidiyor/ Aydın gerçekçiliğiyle/ ‘Yaşayın, yaşayın’ diyerek/ Ama eğilmeden!’...” Eğilmeden yaşayan ve yazdıklarıyla insanların eğilmeden yaşayacakları bir dünya kazanma savaşımına omuz veren bir yazardır Orhan Kemal. İnandığı doğruların adamı”dır ve “öyle yaşamıştır”. Kendi deyişiyle “Karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatında yapmaya çalışmıştır.”
ROMANCILIĞI
Orhan Kemal’in romancılığının insan ve insanlık gerçeği, insanın sorunları, insanın karşılaştığı adaletsiz dünyaya duyduğu öfke ve eşitlik isteği öne çıkan özelliğidir. Onun yazarlıkla ve yazarlığıyla ilgili düşüncelerini, Asım Bezirci’nin Orhan Kemal adlı çalışmasında aktardığı çeşitli düşüncelerden özetleyerek şöyle aktarabiliriz. Yaşama tanık olmakla yetinmeyen, “insanı anlayacak, insanın savaşını anlayacak, buna katılacak” bir yazar olan Orhan Kemal, “kolaylıkla aldatılan kişilerin aldatılmalarına karşı durmak” gibi görevi yükler yazarlığına. Aydınlatıcılık görevidir bu. “Tanıdığı, konuştuğu, sırtını sıvazladığı, birlikte sigara içtiği insanları” inceler ve yazar. “Toplumsal endişe ile sanatsal endişe”yi; “konu ile yazılış biçimi”ni birbirinden ayrılmaz bir bütün birbirinden olarak görür. “Halkın gerçeğini yazmak, yansıtmak için yaşamak, duymak, algılamak gerekir” düşüncesindedir. “İnsanlığa bir diyeceğinin olması gerektiğini” düşünür yazarın. İyimserliğinin kaynağında halk olduğunu söyler. Romancının “göstereceği bir yolunun olması gerektiği”ni düşünür. Düzeni bozuk bir toplumun insanlarını anlattığının bilincindedir. Gerçekçiliğin, “içinde bulunulan topluma ayna tutmaktan ibaret olmadığı”nı, asıl gerçekliğin, asıl yurtseverliğin “toplumunun bozukluklarını görmek, bozuklukların nedenlerini araştırmak ve bozuklukları ortadan kaldırmaya çalışmak” olduğunu söyler. Anlatmak istediğini diyaloglarla aktarmaya önem verir. Bunu yaparken şive farklılıklarını uygulamasının gerektiği düşüncesindedir. Dili, “söz sanatlarının baş aracı” kabul eder. “Rahatça anlaşılmadan” yanadır ve yeni sözcükleri kullanmaktan kaçınmaz. Yerel olmayı özellikle ister. Yurt sevgisi önemli özelliklerindendir. Ulusal olunmadıkça evrensel olunamayacağına inanır. Böyle bir anlayışla yazdığı romanlarına tek tek baktığımızda onun romancılığının öncü, aydınlıkçı, insancı, toplumcu, gerçekçi, iyimser, dile saygılı, sevgi dolu bir romancılık olduğunu görürüz. Orhan Kemal’in romancılığını anlamak için, bu romancılığın temelini oluşturan yaşamını ve bu yaşamın ona kattığı sanat anlayışını aktarmak zorunluydu. Bu yaşanmışlık ve sanat anlayışı temelinde yükselen Orhan Kemal romancılığını, Yaşamöykü romanları, Çukurova romanları, İstanbul romanları ve Çukurova-İstanbul Dışında Geçen Romanlar olarak dört ayrı grupta toplayabiliriz. Bu dört gruptaki romanlar bize, hem tek tek, hem de ayrı ayrı Orhan Kemal romancılığının kimliğini verecektir. Orhan Kemal’in Yaşamöykü Romanları grubundaki romanları Baba Evi, Avare Yıllar, Cemile ve Dünya Evi’dir. İlk romanları olan Baba Evi ve Avare Yıllar “yaşamöyküsel” romanlarının ilk örnekleridir. Bu romanlarında çocukluk ve ilkgençlik yıllarını, yaşamını, ailesinin yaşadıklarıyla örtüştürerek düzenin sıradan insanları nasıl ezildiklerini anlatır Orhan Kemal. Küçük insanların ayakta kalma savaşımlarını, onda okuma sevgisini başlatan ilk romancıları (Gorki’yi, Istrati’yi, Zola’yı) örnek alarak aktarır. Bu aktarmada günlük yaşamda nasıl piştiğini, direndiğini, sıkıntılara göğüs gerdiğini görürüz kahramanların. Kahramanları, kendisi ve ailesinin bireyleridir. Baba Evi’nin yaşamda pişerek büyüyen 5-6 yaşlarındaki kahramanı, kendi geleceğini kendisi kurmak zorunda olan bir çocuktur. Kalabalık ailede, sert bir babanın egemenliğinde geçen bir çocukluktur anlatılan. “Küçük Adamın Notları”nın ilk kitabı olarak sunulan Baba Evi ve çocukluktan ilkgençliğe geçişin içtenlikli anlatımıyla oluşturulan bir roman; ikinci kitabı olarak sunulan Avare Yıllar ise gencin baba evinden kopuşunun, kendini özgürlüğe atışının evlilikle noktalanan yıllarını aktaran bir romandır. İşçi kız yaşamını romanlaştıran Cemile’de, 1930’lu yıllarda dokuma fabrikasında çalışan Boşnak kızı Cemile anlatılır. Zengin Çopur Halil’in evlenme isteğine reddeden Cemile’nin gönlü Kâtip Necati’dedir ve fabrikadaki mühendislerle ustabaşılar arasındaki çeşitli çatışmalardan sonra evlenirler. Cemile, Avare Yıllar’daki “Küçük Adam”ın evlendiği Boşnak kızın romanıdır. Avare Yıllar’ın devamı olan Dünya Evi’nde yine yaşadıkları ekseninde kadını ve sıradan insanların evliliğini anlatır. Sevgi ve ekmekle örülmüş ilişkilerdir anlattığı. Sevgiyi ve ekmeği arayan insanların çırpınışlarıdır. Romanın kahramanı olan “Genç Adam” Orhan Kemal’in kendisidir ve girdiği dünya evindeki yaşamın sıkıntılarını getirir okurun gözünün önüne. Çukurova Romanlarında 7 roman; Bereketli Topraklar Üzerinde, Murtaza, Eskici ve Oğulları, Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Kanlı Topraklar, Kaçak yer alır ve tarlalarda, atölyelerde, fabrikalarda yaşama savaşımı veren insanların Çukurova’ya makineleşmenin, kapitalizmin girişi eksenindeki serüvenleri aktarılır. Bu öbeğin ilk romanı olan ve Orhan Kemal romancılığının en önemli örneği olarak kabul edilen Bereketli Topraklar Üzerinde konusunu işlemedeki başarısı, öncülüğü ve kalıcılığıyla yazarını geleceğe taşıyan en önemli romandır. Kırdaki yaşamlarından kopup ekmek kaygısıyla gurbetlere akan emekçi yığınların şaşkınlıkları ve dramları bereketli toprakların insanlarını canlı örneklerle karşımıza diker. Pamuk tarlalarındaki ırgatlıkların, çırçır fabrikalarındaki işçiliklerin ortak yazgısı ezilmek, sömürülmek, aşağılanmak, hiçlenmektir. Bu duyguları somut olarak yansıtmayı başaran roman Orhan Kemal’le Çukurova gerçeğini özdeşleştiren bir yapıt olarak ortaya çıkar. Olabildiğince geniş mekânlarda ve olabildiğince farklı özellikleri taşıyan kahramanların çevresinde gelişen roman edebiyatımızın emekçi insan yaşamlarına ayna tutmadaki en başarılı örneklerden biridir. İflahsızın Yusuf, Köse Hasan ve Pehlivan Ali’nin çevresinde düğümlenen romandaki insanlık dramı aynı zamanda kapitalist gelişmenin de başarıyla aktarıldığı bir romana dönüşmüştür. Pamuk ve çeltik tarlalarındaki, çırçır fabrikalarındaki amansız sömürünün tek tek insanlarda yarattığı duyguların anlatılması ve bu yapılırken sevgiden uzaklaşılmaması da romanın başarılı olmasındaki özelliklerdendir. Başyapıtlarından biri olan, oyunlaştırılan, filme de alınan, klasikleşmiş romanı Murtaza bu öbeğin romanlarındandır. Bu romanda yarattığı tiple ölümsüzler kervanına bir Bekçi Murtaza kazandıran Orhan Kemal’in yalnızca bu romanı bile onun ne denli usta bir romancı olduğunun kanıtıdır. “Murtaza”da 1927 mübadelesiyle Yunanistan’dan gelen Murtaza ailesinin yaşam serüveni anlatılır. Geçinmeye çalışan ve çeşitli işlerde çalışan Murtaza’nın son bulduğu iş bir çırçır fabrikasının gece bekçiliğidir. İkisi aynı fabrikada çalışan kızları olmak üzere altı çocuğu vardır Murtaza’nın. Görevine ve patronuna bağlı, dürüst bekçi Murtaza özgün konuşma biçimiyle de başlı başına bir tiptir. Çalışanlara göz açtırmayan ve bu yüzden kimse tarafından sevilmeyen Murtaza’nın makine başında uyuklayan kızını yere fırlatması, başı çarpan kızın beyin kanamasından ölmesi romanın en trajik ve beklenen sonudur ve bu son, aynı zamanda “Murtaza”nın edebiyatımızda ölümsüzleşmesidir de. Orhan Kemal’in güçlü, başarılı, özgün romanlarından biri olan Eskici ve Oğulları (Eskici Dükkânı)’nda Trablus Savaşından bir bacağını kestirerek dönen eskicinin kalabalık ailesindeki dram anlatılır. Eskicinin perişanlığı yeni ekonomik ilişkilerin getirdiği önemli bir soruna parmak basar ve binlerce benzerinin sürüklenmek zorunda olduğu gerçekliğe yöneltir okuru. Dükkânla geçimin sağlanamaması üzerine aile pamuk tarlalarında en acı yoksulluklara gömülür. Pamuk tarlalarındaki ırgatlığın getirdiği sıtma bir kez daha belini büker ailenin. Yeniden dönülen kentte bulunan fabrika işçiliği yeni bir umut kapısı olarak eskicinin çaresizliğini yenmesi yolunda attığı bir adımdır aynı zamanda. Çöken bir orta sınıf ailesinin dramının başarıyla aktarıldığı bu roman yıllar boyu ülke gerçekliğimizin önemli bir boyutu olarak güncelliğini korumaktadır. Adana’nın işçi mahallelerine çeşitli yörelerden gelen insanlar arasındaki ilişkilerin ve insanların geldikleri yörelerdeki gelenek ve yaşam biçimi anlayışlarını tek bir yaşamda birleştirmelerinin ustalıkla anlatıldığı Vukuat Var, 1940’lı yılların ortalarını anlatır. Güllü’nün, onun sevdiği Fellah Kemal’in, Güllü’ye göz koyan zengin çiftlik sahibinin yeğeni olan Zaloğlu Ramazan’ın, zengin çiftçi Muzaffer Bey’in çevresinde gelişen roman, Güllü’nün sevgisi ve sıkıntılarıyla örülür. Güllü, Kemal’e kaçar ama Ramazan’ın adamları Kemal’i öldürünce çaresiz Muzaffer Bey’in çiftliğine döner. Bu romanın devamı olan ve olayların ardı ardına sürükleyicilik kattığı ve derinlikli ilişkilerden sıyrılmanın görüldüğü Hanımın Çiftliği’nde yine Güllü eksendir. Muzaffer Bey’in çiftliğine geldikten sonra da Ramazan’la evlenmek istemeyen Güllü’yü bu kez Muzaffer Bey beğenir ve alır. Güllü artık Serap Hanım’dır. Habip’se topraklarına Muzaffer Bey tarafından el konulan bir çiftçidir. Habip, Muzaffer Bey’i öldürür, çiftlik Serap Hanım’a kalmış, “Hanımın Çiftliği” olmuştur. Serap Avukat Erdoğan’la evlilik hazırlıkları yapmaktadır ama Habip çiftliği basar ve yakar. Kendisini ele vermeyeceği sözü üzerine de Serap Hanım’ın canını bağışlayıp kaçar gider. 1930’lu yıllar Çukurova’sında geniş topraklarda ve gelişmeye başlayan fabrikalarda yeni gelişen yeni biçim ağaların birbiriyle kapışmaları ve yine ezilen işçilerin, ırgatların, ağaların anlatıldığı Kanlı Topraklar, Çukurova romanlarının sonuncusudur. Çevresindeki toprakları ele geçirerek “ağa” olma sevdasına kapılan eski işçi, kâtip ve Nedim Ağa’nın damadı Topal Nuri’nin, ele geçirdiği toprakları işlemekte olan köylüleri kovması gerekmektedir. Yangınlarla, fesatlarla köylüleri birbirine düşürür ve insanlar birbirlerini vurmaya başlarlar. Paşa torunu Hakkı Beyin kanlı toprakları, yeni canların kanlarıyla daha kanlı olmaktadır. Vukuat Var ve Hanımın Çiftliği romanlarının devamı sayılabilecek olan Kaçak’ta, 1950 sonrasındaki ekonomik, siyasal ve toplumsal değişimin kırsal kesime getirdikleri anlatılır. Hanımın çiftliğini yaktıktan sonra kaçan Habip bir köyde çocuğuyla yaşayan ve kocası tarafından yedi yıl önce terk edilen Hacer’in evine sığınır. Hacer’in oğluyla iyi arkadaş olan Habip’le Hacer birbirlerini severler. Habip yakıp yıkmakla toprak sorununun çözülemeyeceğini düşünmeye başlar. Orhan Kemal’in romancılığında İstanbul’un gecekondularına, kenar mahallelerine, fabrika çevrelerine uzanarak buralarda yaşayan insanların yaşam kavgalarını aktardığı İstanbul Romanları da önemli bir yer tutar. Orhan Kemal’in çoğu filme alınan ve filme alınacak kaygısıyla, geçim sıkıntısını aşmak için kaleme aldığı, pek işleyemeden tamamladığı ve aslında ele alınan konu ve kişilerin onun romancılığı ile daha derinlikli olabileceği izlenimini veren bu romanlarda da yazarın yaşama ve insana yaklaşımı apaçık görülür. Eksik olan yarım bırakılmış duygusunun aşılmamasıdır. Ki bu duyguyu kendisi de taşıyan yazar bazılarını yeniden işlemek ve genişleterek yayınlamayı seçmiştir. Orhan Kemal’in İstanbul’da geçen romanlarının sayısı 15’tir: Serseri Milyoner, Suçlu, Sokakların Çocuğu, Devlet Kuşu, Gavurun Kızı, Küçücük, El Kızı, Gurbet Kuşları, Bir Filiz Vardı, Yalancı Dünya, Evlerden Biri, Arkadaş Islıkları, Sokaklardan Bir Kız, Kötü Yol ve ölümünden sonra yayınlanan Tersine Dünya. Serseri Milyoner’de bir avukat çocuğu olan Nilüfer’in öyküsü anlatılır. Fabrikatör Tek derdi eşiyle çocuğu olan avukat Nafiz bir fabrikatörün arazi davalarına bakmaktadır. Fabrikatörün yeğeni de Nilüfer’i ele geçirmeye çabalamaktadır. Kimin attığı belli olmayan bir kurşunla öldürülmesinden sonra Nilüfer “Serseri Milyoner” denilen yeğenle evlenmek zorunda kalır. Paranın gücü değerleri yok etmektedir çünkü. Suçlu’da 13 yaşındaki, ilkokulu dördüncü sınıfta bırakıp işportacılık yapan Cevdet’le, 11 yaşındaki Çingene kızı Cevriye’nin toplum dışına sürüklenişi anlatılırken olay Cevdet’in üvey annesi Şehnaz’ın, kocasını içki sofrasında uyutup Şoför Adem’le sevişmesi ekseninde sürer. Şoför Adem Cevdet’in babası emekli İhsan Efendi’nin fabrikaya ait parasını çalar, Cevdet babasını kurtarmak için suçu üstlenir ve tutuklanır. Hapishanede arkadaş olduğu Hasan tahliye olunca bir avukat bulur ve Adem’le Şehnaz’ı yakalatır. Serbest kalan Cevdet “Aslan Tomson” olmak için Amerika’ya gitmek istemektedir ve Cevriye ile birlikte bir gemiye kaçak olarak binip yakalanırlar. Cevdet, romanın sonunda bir fabrikada çalışmayı seçer. Sokakların Çocuğu, Suçlu’nun devamı olarak sunulur. Büyük kentte büyümekte olan bir çocuğun karşılaştığı sorunların aktarıldığı roman, kişilik gelişiminde çevrenin etkisinin tartışır ve vurgular. Sokağa atılmış çocukların yazgılarının anlatıldığı romanda, Orhan Kemal’in sevgiyle yaklaştığı Cevdet’in toplumla ilişkisi başarıyla sergilenir. Düş dünyası zengin olan Cevdet’e Hasan’ın ve Kosti’nin dostluğu yetmemekte, hapishane okulunda da çok şey öğrenen Cevdet’in ekmek ve sevgi arayışı sürmektedir. Bu iki romanın devamı olan Sokaklardan Bir Kız’da Konsomatris Leyla’nın kızı Nuran’ın kötü kadın olmama savaşımı anlatılır. Leyla’nın gönlü genç erkeklerdedir ve gezgin tiyatrolarda kantoculuk yaparken evlendiği Cemal’den olan kızı Nuran annesinin yaptıklarını görerek büyür. Babası genç bir jönü öldürüp hapse girince Nuran amcasının yanına gönderilir, sonra yine İstanbul’a annesinin yanına gelir. Annesi pavyonda çalışmaktadır. Nuran önce İhsan’a sevgi duyar, sonra da komşuları konsomatris Nimet’in göz koyduğu ve Çingene kızı Cevriye’nin de sevdiği Cevdet’i sevmeye başlar. Cevdet’in arkadaşı Fikret de göz koymuştur Nuran’a. Cevdet’le evlenirler. Bir gece Fikret Nuran’a tecavüz etmek ister, o da tabancayla Firet’i öldüürür. Nuran tutuklanır. Onun namusunu koruma çabasını bilmeyen Cevdet, Cevriye olayı anlatana kadar Nuran’ı aramaz bile. Cezaevine gider, görüşürler ve artık önlerinde yeni bir yaşam vardır. Devlet Kuşu’nda Dört çocuklu bir göçmen ailesi anlatılır. İki kız tütün fabrikasında çalışmakta, oğlanların küçüğü okumakta, büyüğü de serserilik yapmaktadır, zaten adı Avare Mustafa’dır. Mustafa komşu kızı Aynur’u sevmektedir ve evlenmeyi planlamaktadırlar. Evlerinin karşısındaki arsaya koca bir apartman dikmeye başlayan karaborsacı Zülfikar Beyin kızı Hülya Mustafa’ya âşık olur. Ailenin baskısıyla Mustafa Hülya ile evlenir ama mutsuzdur. Evini terkeder ve Zülfikar Beyin önerdiği paraları atıp sevgiyi seçer, Aynur’a koşar. Gavurun Kızı’nda bıçkın delikanlı Şoför Kâmran’ın bir Ermeni kızına, Evdoksiya’ya aşkı anlatılır. Böyle bir ilişkiye razı olmayan kızın dedesi torununu uzaklaştırır. Kâmran tam bir karasevda yaşamaktadır. İşten bile atılır ve serseri bir yaşama başlar. İntihara karar vermiştir ki Evdoksiya’dan “kaçır beni” diyen mektup gelir. Arkadaşlarıyla birlikte kızı kaçırırlar ama Kâmran’ın Ermeni arkadaşı ve patronu Evdoksiya’ya sarkıntılık eder, kaçarak kurtulurlar. Küçücük’te, İstanbul’un kenar mahallerinin birinde oturan ve yalnızca bir teyzesi olan Ayten anlatılır. Ayten Erol’u sever. Annesinden ve Ayten’den sızdırdığı paralarla geçinen futbol delisi bir serseri olan Erol, Ayten’i kirletip yüzüstü bırakır. Ayten, Pakiza Abla adlı bir muhabbet tellalının tuzağına düşüp Beyoğlu pavyonlarına sürüklenir. Erol haracını yemek için Ayten’i bulur ve döver, Ayten kendisini döven Erol’dan davacı olmaz, çünkü onu hâlâ sevmektedir. El Kızı’nda zengin avukat Mazhar’la yoksul Nazan’ın evliliği anlatılır. Nazan küçük çocuğuyla mutludur ama tipik kaynana yaşamını zindan eder onun. Hizmetçi ruhlu dediği ve oğluna layık görmediği gelinine olmadık kötülükler eder kaynana. Nazan evinden, yavrusundan uzaklaşmak zorunda kalır, kötü yollara düşer. Yıllar geçer ve oğlunun onurunu kurtarmak amacıyla bir kadını öldürür ve intihar eder.
Gurbet Kuşları’nda şanslarını büyük kentte denemek isteyenlerin karşılaştığı yıkım anlatılır. Kentte savrulan köylülerin şaşkınlığıyla örülen roman içgöç olayına bastığı parmakla toplumsal bir sorunu irdeler. İflahsızın Memed’in 1950’li yıllarda İstanbul’la tanışması, İstanbul’daki karmaşa, kent yaşamında yozlaşmanın başlangıcı, köylülükten işçiliğe doğru geçerken değerlerinin çatışması Orhan Kemal’e özgü bir anlatımla ve başarılı diyaloglarla aktarılınca ortaya başarılı bir roman çıkar. Bir Filiz Vardı’da bir arabacının kızı olan ve ortaokuldan ayrılan Filiz anlatılır. Balkan göçmeni arabacı baba arabasını satıp parayı içkide harcamıştır. Filiz önce bir kitapçıda çalışır ama patron Maşa göz koyunca oradan ayrılır. Kitapçıda tanıştığı, gece lisesini bitirerek üniversitede okuyan bir dokuma işçisini sevmeye başlar ve sevdiği adam ona bir sendikada sekreterlik işi bulur. İstanbul’un 1960 sonrasının bir gecekondu semtinde geçen romanda Filiz’in peşini bırakmayan Maşa’nın babasını kışkırtmasına dayanamaz ve tentürdiyot içerek intihar etmek ister. Filiz’in intihar ettiği haberini gazeteden okuyan dokumacı genç hastaneye koşar, birbirlerini sevdiklerini anlamışlardır. Yalancı Dünya’da pazarcı Haydar’ın artist olma heveslisi güzel kızı Neriman’ın düşleri ve serüveni anlatılır. Kasabaya gelen ve reji asistanı olan Bülent, Neriman’ın bu zaafından yararlanarak onu artist yapacağını söyler. Bülent’e inanan Neriman onunla yatar ve bunun duyulması üzerine de birlikte İstanbul’a kaçarlar. Asker kaçağı olan Bülent yakalanınca İstanbul’da tek başına kalan Neriman, Recep Cıva adlı sinemacının eline düşer, sonra da sinemacıların yataklarında dolaşıp durur. Kasabadaki günlerinden beri Neriman’ı seven bir öğretmen, sonunda Yeşilçam’da Neriman’ı bir film teknisyeniyle evlenmiş olarak bulur. Evlerden Biri’nde, kızı Ayşe bir mağazada kasiyer, oğlu İskender bir büroda sekreter, küçük oğlu Erdal da Hukuk Fakültesinde öğrenci olan Sadi Bey’i tanırız. Sadi Bey’in Devlet Demir Yollarından emekli olup ikramiyesiyle aldığı Cibali’deki iki katlı ev sorun olmaya başlamıştır. İskender ticaret yapmak, Erdal da doktora için yurtdışına gitmek amacıyla evin satılmasını isterler ve bu yüzden evde sürekli kavgalar olur. Sadi Bey, âşık olduğu komşu kızı Nursen’in oğlu İskender’le seviştiğini öğrenince kahrından ölür. Baba ölünce evde yine kavgalar başlar ve polis araya girer. İki erkek kardeş evi bırakıp giderler ve Sadi Beyin ortada kalan cenazesini komşuları kaldırır. Arkadaş Islıkları’nda, 18 yaş civarında olan ve zamanını kahve köşeleriyle meyhanelerde geçiren bir serseri anlatılır. Mahallesindeki bir zengin kızına âşık olan oğlan ortaokuldan ayrılmıştır ve babası öldüğü için annesi tarafından büyütülmektedir. Kızın babası istemeyince kızla birlikte kaçıp bir süre bir arkadaşlarının evinde saklanırlar. Evden eve dolaşıp dururlar ve tartışmaya başlarlar. Oğlan kızı bırakıp gider, sonra pişman olup dönerse de kızı bulamaz. Serseri serseri dolaşırken İlyas Usta’nın yardımıyla çalışmaya başlar. Bir gün sevdiği kızla karşılaşır, kız evlenmiştir. Kötü Yol’da, yine artist olma heveslisi bir kız anlatılır. Nuran’ın ve Nermin’in serüveni de daha önceki benzer romanlardaki gibi düşkırıklıklarıyla dolu olan serüvendir. İstanbul’un batakhanelerinin ve saf taşra kızlarını tuzağa düşürmekte ustalaşmış avcılarla iyilik damarları yok olmamış insanların karşı karşıya geldiği roman tipik senaryo öğeleriyle doludur. Orhan Kemal’in ölümünden sonra yayınlanan bir romanı da Tersine Dünya’dır. Bu romanda bir evlilik ekseninde kadınlarla erkeklerin rollerinin değiştiği ütopik bir yaşam anlatılır. Rollerin değişmesiyle eşitlik anlayışının daha bir bilince çıktığı gözlemlenir. Çukurova ve İstanbul Dışı Romanları grubunda Müfettişler Müfettişi ve onun devamı olan Üç Kâğıtçı ile Orhan Kemal’in önce öykü olarak düşündüğü, sonra 1967’de oyun olarak yayınladığı ama romanlarının arasında da sayılabilecek 72. Koğuş’tur. Bu romanların konuları Çukurova ve İstanbul dışında geçmektedir. Kendisine müfettiş süsü veren bir dolandırıcının anlatıldığı Müfettişler Müfettişi’nde becerikli bir dolandırıcı olan Kudret Yanardağ’ın kendine müfettiş süsü vererek önce bir Anadolu ilindeki insanları nasıl dolandırdığı anlatılır. Sonra Ankara’ya ve oradan İstanbul’a geçen Kudret Yanardağ orada dolandırdığı ilin emekli olan valisiyle karşılaşır. Bir otelin müdürü olan vali, oteline gelen Kudret Yanardağ’ı tanır ve polise teslim eder. Bu romanın devamı olan Üç Kâğıtçı’da, Yanardağ’ın yeni dolandırıcılık serüvenlerini okuruz. Dolandırdığı ilin cezaevine konulan Kudret Yanardağ, orada saygınlığını yeniden kazanır. 1950’nin hemen öncesidir ve yeni kurulan partiden olduğu için içerde olan Kemal Ağa’nın baldızı Nefise’ye, Nefise de ona tutulur. İstanbul’daki karısından da boşanmak istediğini bildiren bir mektup alır. Nefise, Kudret Yanardağ’a para yardımında da bulunur. Yargılama sonucu kanıt yetersizliğinden serbest bırakılır ve Kemal Ağa’nın partisi olan yeni partiye katılarak güzel nutuklarıyla herkesi etkiler. Nefise’yle imam nikâhı yapar ve onun malını mülkünü üzerine geçirir. Boşandığı karısı gelip rezalet çıkarmak ister ama bunu da savuşturur. Dini siyasete alet ettiği için tutuklansa da milletvekili seçildiği için kurtulur, törenle Ankara’ya uğurlanır. 72. Koğuş ise cezaevinde geçmekte ve özellikle “Adembaba”ları anlatmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen olaylar, cezaevindeki çıplak gerçeğin yazarın tanıklığıyla aktarılmasıdır. Orhan Kemal’in iyimser aydınlığıyla umudunu apaçık gördüğümüz, ve her şeylerini yitirmiş insanların, insani duygularla karşılaşmaları ve baskılara karşı direnme gücü yakalamaları yapıtın en önemli özelliğidir. İç göçten aile içi çatışmalara, kuşak çatışmalarından, hapishanelerde aç kalanlara, işsizlerden sonradan görmelere, namus düşmanlarından kadın satıcılarına, çıkarcı politikacılardan artist olma heveslilerine, toprak sorunundan fabrikalardaki kötü çalışma koşullarına, çeltik tarlalarındaki sıkıntılardan pamuk tarlalarındaki belalara, kısır ve kötü particilikten aldatılmaya yatkın insanlara, önlerine çıkan her kadına göz koyan namussuzlardan namusu için yaşayanlara, kırık sevgilerden kötü yola düşenlere, sokaklarda yaşayanlardan para için her kötülüğü yapanlara uzanan binbir çeşit kişinin yer aldığını görüyoruz Orhan Kemal’in romanlarında. Zorluklarla savaşmak, ayakta kalmak için uğraşanlar geçit yapıyorlar. Ama yazar, her şeye karşın umut ve iyimserlikle dolu. Toplumun bozukluklarına, aksaklıklarına dikkat çekmekteki ustalığıyla kır-şehir çatışmasına, makineleşmenin getirdiği sorunlara, ağır iş koşullarına, sosyal güvensizliğe, geleceksizliğe, günü kurtarma çabalarına, sevgilere, sevgisizliklere tuttuğu ışıldakla kendi toplumumuzu tanıtıyor bize. Çevresindeki yaşam kavgasını anlattı o. Biçimi geri plana bıraktı. Olaya ve malzemeye önem verdi. Sürükleyiciliği yaşanmışlıktan geliyordu. Diyaloglarda başarılıydı çünkü doğallık egemendi onda. Yaşamın zorluklarının ve yazacak şeylerin çok olmasının verdiği telaş ve kaygıyla çok yazdı. Yazdıklarında bir şeyler aradı hep. Onun arayışına sevgi ve ekmek arayışı diyebiliriz. Aydınlık gerçekçiliğiyle sevginin ve ekmeğin romancısı Orhan Kemal’i 35. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyorum.
Berfin Bahar Dergisi, Sayı: 88, Haziran 2005
| |
| |