Ana Sayfa | |
| |
Berfin Bahar / Sayı:88 - Haziran 2005 - FİKRET OTYAM | |
| |
... Elazığlı genç, "Yaşasın Bağımsız Türkiye!" diye bağırdı, sonra yıkıldı yere... alevler her yanını sarmıştı. Kolları meşale gibiydi... Yanıyordu gencecik adam... Benzin, çoğunlukla kolları ve karnına dökülmüştü... Kibriti çakar çakmaz alevler yükselivermişti, biraz sonra ortalığı yanık et kokusu sardı. Genç, bir an ayakta durdu, alevler yükseliyor, yükseliyor... kollarından, bacaklarından, karnından ve esmer yüzünden, yanan yüzünden!.. Esmer yüzü daha esmerleşti, karardı, dayanamadı sonra, kıvrılıp düştü, yanan kağıt gibi... İşte o anda, durumu seyredenler, bir haykırış duydular, "Yaşasın Bağımsız Türkiye!.." Sonra sesi soluğu kesildi, ceket neyim attılar üstüne, daha yanmasın diye, daha yanmasın diye...
***
Erzurum'dayım... Bi-şeyler oluyor Türkiye'de... Sadece büyük kentlerde olanlar yansıyor basına... "Kalk git Erzurum'a" dediler. Gittim. Cebimde Orhan Kemal'in, yine bir "Mektup Tel"i: TEL-ACELE Fikret Otyam Cumhuriyet Gazetesi Ankara
Uzun mektubumu aldın mı? Stop. Cevap yazman için vakit çok geç. Stop. 5.5.1970 Salı sabahı Yeşilköy'den ve Nuriye ile birlikte uçuyoruz. Stop. Tabii havaalanından tersyüz çevrilmezsek. Stop. Pek sanmıyorum. Stop. Sizi Sofya'da bekleriz. Stop. Bizim evden sizin eve, topyekûn selam. Sevgi, gene selam, gene sevgi, sevgiler...
Birlikte uçacaktık! Oradan Romanya'ya, sonra Moskova'ya... Yine kendi elimle yatıracaktım hastaneye... Ve görmemiştim uzun süre... "... Süzgün ve yorgundu Orhan Kemal. Ancak işi olduğu zaman şöyle birkaç saatliğine iniyordu Basınköy'den İstanbul'a. Çoğu zaman oğlu Kemali ve damadı Selim'le görüyordu gerekli işlerini. Arada Arap Talat'ı Basınköy'e çağırıp iki, üç parti tavla atmayı da ihmal etmiyordu ama, iyi bir hastanede tekrar, yeni baştan iyice bir muayene edilmesi gerektiğini biliyordu... Ayrıca kendisine sıkı sıkıya bildirilen doktor tavsiyelerini dinler olduğu bir zamanda Bulgaristan'a gitmesi, orada tedavi edilmesi için Fikret Otyam'ın Ankara'da düzenlediği kısa bir yolculuğun hazırlıklarına girişmişti. Hatta Fikret Otyam'la birlikte gideceğini, ondan bir süre önce gitse bile, arkasından onun hemen yetişeceğini bildiğinden rahattı..."* Müslim Seval yakmıştı kendini... "Yaşasın Bağımsız Türkiye!" diyerek... Orhan on beş gündür Sofya'da... Ben Erzurum'da!.. Sonra ver elini Ankara... "Atatürk Üniversitesi'nde Neler Oluyor?" Yeni röportajım bu.. Orhan, Bükreş'e geçmeden yetişmeliyim.. Haberler... "Romanya'da büyük sel felaketi..." Acep uzatır mı Orhan, Bükreş'e geçmeyi?.. Bekler beni zaar, duramadım sözümde... Yazmak istiyorum: "Biraz geç kalacağım... Biliyorsun hepimizin derdi bi lokma ekmek parası yeğenim.." Ama nerede? Gündüzleri gazetenin günlük işleri... Gece nöbetlerinde daha çok yazma olanağı var... Hepsi on beş yazı olacak... Yedinci yazıdayım... Sekiz...
...Sonra arkadaşları Müslim Seval'i hastaneye götürdüler... Üçüncü derecede bir yanıktı, umutsuz... Kağıtlar doluyor makinede ve telefon, nöbet geceleri hep çalar, durmadan... Şehiriçi... Şehirlerarası.. - İstanbul arıyor efemmmm... - Fikret ağabey... Ben Kemali... Kemali... İçimde bir cız!.. Gecenin bu saatinde Kemali ne diyecek? - Ne var, ne oldu? - Babam.. Babam, Fikret ağabey... Biraz hastalanmış herhalde, eve haber verdiler.. Gitmem gerek.. Pasaport.. Zorla ele geçirebildiğim pasaportum, dövizim cebimde büroya geldiğim zaman, unutulmaz, acı bir sessizlik! Bu acı, bu unutulmaz sessizlik, büro arkadaşlarımın yüzlerindeki anlam, Orhan Kemal'in artık bu büroya da gelemeyeceği, mektuplarında selamını ihmal etmediği Şahin efendinin yaptığı az şekerli kahveyi içemeyeceği, postacının artık kıvrak yazıyla yazılmış, "Gönderen: Orhan Kemal" kayıtlı mektuplar getiremeyeceğidir. Ve İlyuşin 18'in pervaneleri "Orhan Kemal öldü" diye dönüyordu.. Saniyede bilmem kaç devir ve kafamda ve yüreğimde... Ayten, uçağın penceresine başını dayamış, bana göstermemeye çalışarak ağlıyor ve yaklaşıyoruz Soyfa'ya.. Geç kalınmış, ama çok geç kalınmış bir söz vermeye geliştir bu!.. Eşyaları otel personeline verip ilk taksiyle otele, Nuriye'nin şimdi tek başına kaldığı otele.. Otel odası değil bu, bu bir ölü evidir... Necati Cumali.. Oğuz Akkan.. Kemali... Tanıdık tanımadık yüzler... Bulgar dostlar... Arkadaşlar... Masanın üzerinde, duvara dayanmış bir portre.. Orhan Kemal.. Siyah-beyaz.. Bir Bulgar ressamın çizdiği.. Zayıf bir Orhan.. Avurtları çökük... Nevzat Üstün, İsveç dönüşü Sofya'da. Ilık bir akşamüstü girmişler Sofya'ya, Şükran ile. Yüzünü mü yıkıyormuş, yoksa ellerini mi kuruluyormuş.. Vera söylemiş: "Orhan Kemal burada!" Anlatıyor Orhan'la "son" görüşmesini Nevzat Üstün: "- Kim? - Orhan Kemal... Bir ince, bir uzun gülümsemesi vardır Vera'nın, yine öyle yapıyordu. - Hangi otelde? - Bulgarya Oteli'nde.. İnsan birçok şeyi akıl edemez, birçok şeyi umamaz, birçok şeyi beklemez... Yurtdışında Orhan Kemal'i karşılamayı aklıma getiremezdim doğrusu... Hemen açtım telefonu... Anlatılmaz bir telaşla açtım. Karısı çıktı karşıma... Sanki bin yıldır Orhan'ı görmemişim de o gün, bin yıl sonra o gün konuşuyormuşum gibi... Nuriye hanım, Orhan'a veriyor telefonu... Orhan'ın sesinde bir eziklik, bir kuruluk var.. Kurumuş iğdeler gibi bir tuhaf.. Yine de şakacı, yine de coşkun... Kimi insanlar için şaka, yaşamlarının bir parçasıdır. Orhan için de öyle... Nice uğraşsalar ayrılamazlar ondan... Daha üçüncü tümceyi bitirmeden: - Getirmedim onu, diyor.. Fikret Otyam'dır anlatılmak istenen... Orhan Kemal'le gece gündüz birlik olanlardan değilim ben.. Dışarda buluşmalarımızın sayısı onu geçmez. Yılda bir iki kez evime gelirdi, ben de bir kez ona giderdim. Birçok insandan söz ederdi. Sevmedikleri, sevdikleri için söylediklerini anımsarım. Bütün yaşamında bana göre ayrıcalık tanıdığı tek insan Fikret Otyam'dı... Sevmenin ötesinde bir şeydi Fikret onun için. - Getirmedin demek, diyorum. - Kim uğraşacak birader, diyor.. Sanki ileriye götürdüğü bir şakayı geri çekmek gibi, sesinin tonu değişiyor, sevgiyle: - Gelecek, diyor.. Gelecek ama... Ertesi gün buluşmak için sözleşiyoruz.. ... Nasıl bir sabahtı o sabah!. Hava raporlarının parçalı bulutlu dedikleri cinsten bir sabah olmalıydı.. Kederli bir Balkan sabahı... Orhan'ın her yeri hastalanmıştı, gövdesi, kolları, yüzü, yüreği... Hastalanmayan iki şey vardı.. Gözleriyle elleri... Anadolu'yu yazmasına karşın, İstanbulluydu elleri, yumuşak, ince, uzun parmaklı.. Ellisini geçtikten sonra bile, geleneklerine ihanet etmedi. Elleri İstanbulluydu ama, o hep Anadolu ilçelerinin delikanlısı olarak kaldı, şapkasıyla, giyimi ile kuşamı ile. Sofya'yı dolaşıyoruz. Profesör İbrahim Tatarlı fotoğraflarımızı çekiyor. Durmadan çekiyor. Pozlar veriyoruz... Olağanüstü pozlar... Birbirimizin omzuna kollarımızı atıyoruz, sağ kolumun altındaki Orhan'ın omuzları dayanaksız geliyor bana.. Otele dönmek istiyor, yorgun.. Dönüyoruz.. İçki içmesi kesinlikle yasak... İkişer kadeh votka içmemizi engelleyemiyor bu yasak... Bir de bakıyorum, Orhan'da yurt özlemi başlamış... Daha geleli bir hafta olmamışken.. Karısı, Nuriye hanım da hasta, mide kanaması geçiriyor!. Orhan onu Türkiye'ye gönderip gezisini tek başına sürdürmeyi tasarlıyor. Nâzım'ın, ülkesi dışında çektiği sıkıntının, çilenin büyüklüğünü, ağırlığını anladığını söylüyor... Her tümcesi ayrı bir konuyu getiriyor. Çok şeyi birden söylemek istermiş gibi... Gitme... diyor bana.. Gideceğimizi söylüyorum. Rakıyı özlediğimi, doğamızı göresim geldiğini söylüyorum.. Usuldan kızıyor.. Ne yani.. diyor.. Ne yani fiyaka mı yapıyorsun bize?.. Yirmi güne kalmaz biz de oradayız. Duruyor... Gözleriyle bir şeyler anlatmak istermişçesine susuyor. Sonunda, gitmeyin, diyor yine... Fikret gelecek, diyor.. Hep birlikte gezeriz, diyor.. Gülümsüyor, yorgun bir gülümsemedir bu!. - Fikret burada olsa ne kızdırırdık onu, diyor... Lan oğlum derdik, sen gazetecisin, biz yazarız, ne sorup öğreneceksen çabuk sor!.. Sanki bu söylediklerinden Fikret üzülmüş gibi, oradaymış gibi, hemen kendini onarıyor: - Göreceğim geldi, diyor... Biz de sizinle dönsek mi n'apsak? Pek de şaka değil söyledikleri.. Zorlasam döner mi, döner... Durmadan. İstanbul'u anlatıyor.. Durmadan kişilerden söz ediyor.. Biraz yorgun, biraz sinirli.. Yazmakta olduğunu söylediği kitabını tartışmak istiyor. Ne konuşursak konuşalım, nereden söz edersek edelim dönüp dolaşıp hastalığa geliyoruz... Hastalıklar, yorgunluklar, bitkinlikler...çok çekmiş bir gövde var karşımda... Hapishanelerle dolu, baskılarla dolu, parasızlıklarla dolu ince bir gövde.. Tam rahata ermişken... Kitaplar, yurt özlemleri, sevgiler, dostluklar ve küfür... Tek tek sözcüklerle Orhan Kemal'i anlatmak olanakların içinde olsaydı, böyle anlatılabilirdi bana göre Orhan Kemal.. Birkaç sözcük daha eklenirdi doğal olarak, parasızlık gibi, sıkıntılar ve kızgınlıklar gibi... - Gitme yahu!.. Bütün yaşamı süresince benden böylesine ısrarla bir şey istediğini anımsamıyorum. Ekliyor: - Fikret de gelecek, hem buraları bizden iyi bilirsin, Nuriye hasta, geri döner belki, eğer istiyorsa Şükran da gitsin.. Biz üçümüz burada ha!.. Romanya'ya falan da gideriz ha!.. Nerede ise kalacaktım. İnsanlar vardır yaşamımızda, bir iş yaparken onları düşünmek zorundasınızdır. Bir yazı yazarken, bir söz ederken, okursa ne düşünür, duyarsa ne der diye... Açıklama yapma gereğini duyacağınız insanlardır onlar... İşte öyle bir insan Orhan Kemal.. El sıkışırken elini çok sıkmaktan çekinirdim, acıyacakmış gibi gelirdi bana.. Nuriye hanım hastalandığından odasına çıktı. - Çok kahrımı çekti bu kadın, diyor. Dostlarımdan Fikret de çekmiştir kahrımı. Yine şakaya döküyor işi: - O mecbur.. İşi ne? Benim kahrımı çekmek... Konuşurken sık sık konu değiştirmek, konuların, sorunların diplerine inmek istemiyormuş görünmek, bir el davranışı ile işi geçiştirmek... Bir başka yönüdür Orhan Kemal'in. Daha bir başka yanı, gelecekte olacak işlerden keyiflenmek... "Tavla oynarız ha!.." O anda tavla oynasanız öylesine keyiflenmez.. Bir çeşit düş kurmaktır sevdiği aslında. Sofya'ya yağmur yağıyor, bir mayıs yağmuru... Sarı parkeler yağmurla birlikte akıp gidecekmiş gibi... Kızlar, oğlanlar kaçışıyorlar.. Ağaçların yaprakları daha bir yeşile dönüyor. Nâzım'ın yurt özlemini konu ediyoruz.. "Uzatır ellerini yanar elleri!" Orhan'ın ustası, dostu.. Anlatıyor... Şiirini, yazılarını falan değil, Nâzım'ın kendisini anlatıyor. Nâzım yüreğini bile paylaşırmış dostlarıyla.. Sapına kadar solcuymuş, ne var ki, kentsoyluluğun getirdiklerinden hiç uzak değilmiş... "Ben de öyleyim..." diyor... "Aydın sınıf kentsoyludan gelir..." diyor. "Daha uzun bir süre de böyle olacak..." diyor. Ben dönüyorum, o orada kalıyor. Başka yollardan geçip gelecek sınırı.. Fikret gidecek ama, bir başka Orhan'ı görecek orada. Yorgun bir Orhan Kemal bırakmıştım orada... Aklı ile değil, gövdesi ile yorgun..."
***
Asansör çıkmıyormuş gibi.. Ve bir oda. Ölü odası.. Kalabalık.. Nuriye, elinde mendil, gözleri bir noktada... Bulgaristan'ın... Sofya'nın tüm al gülleri odada. Alın alı, alın açığı, koyusu.. Bir gül kokusu odalar dolusu.. Orhan Kemal odada. Avurtları çökmüş, ipince bir Orhan.. Yorgun.. Bitkin. Duvara dayamışlar çerçeveleyip... Önünde güller var.. Konuşmayan bir Orhan... O da bakıyor bir yere. Bir Bulgar dost yaklaşıyor: - Siz en iyi arkadaşısınız, görmek ister misiniz son bir defa, götürelim isterseniz... Balsame yapıldı. - Görmek istemiyorum o halini, sağolun. Bulgaria Oteli'nin dördüncü kat bakıcısı Emine Mustafaova gözleri dolu dolu: "Sabahleyin sekizbuçukta geldiler" dedi. Bir an düşündü ve devam etti: "Sonra kahvaltı yaptılar.. Sonra yattılar. O akşamüstü çok iyiydi. Ertesi gün yine iyiydi. Üçücü gün ikisi de asta oldular. Aha ti burda, evet şu odada 169 numarada yatıyorlardı. Ben sabah yedibuçukta geldim. Oran bey yazıyordu küçük masada - ... hiç uyuyamadım, bu gece çok rahatsız oldum... - Sonra maşinayla gittiler..." "... Oran bey çok nafile oldu. Geldikleri akşam Oran bey kusmuş, o kusunca Nuriye hanım da kusmuş. O da midesinden sancılıydı..." "... Çok şakacıydı Oran bey... Çok arkadaşları geliyordu, orda a şu masada ep yazardı.. Kahvaltıya sekiz-sekizbuçukta giderdi... Ep de gülerek çıkıyordu. Diyemeyeceğim ki bu adamda astalık var. Ti büle ep anadırız ep.. Ep soruyor, soruyordu. Ep diniyordu büle senin gibi.."
Orhan Kemal Ayakta Öldü...
Orhan, kist dermoid illetinden orada da acılar çeker.. Memleket Hastanesi'ne giderler.. Orada bir konsültasyon yapılır ve Orhan'ın yatması gereklidir. İkinci gidişince yatırılır.. Odası ikinci katta.. Pencerelerinden yeşil dalların göründüğü, kuş seslerinin geldiği bir oda.. İki kişilik... Bir büyükelçi oda arkadaşıdır. Nuriye her gün gelir bu odaya... İlk günler Orhan güler, konuşur. Nuriye; "Seni soruyordu, gelmedi mi daha? Neden gelmedi? Geldi mi yoksa? A be Oran dedim, Fikret gelse bulur bizi.. Fikret gelse bulur bizi.. Fikret muhakkak gelir, yine de sen bir sor soruştur" dedi. Konuşur Orhan Kemal... Ve bir gün konuşamaz.. Nuriye'nin, bu yıllar yılı birlikte kahır çektiği, kimi zaman çektirdiği Nuriye'nin ellerini tutmaya çalışır... Sağ eli tutamamaktadır Nuriye'nin ellerini... Bir şeyler söylemek ister.. Ve söyleyemez.. Gözleri dolar.. "Anlatamam. Nasıl da içten, candan bakıyordu.. Acıydı o bakışları.. Konuşmak istiyor, konuşamıyordu... O cıvıl cıvıl, hep yaşama sevinci, her şeye rağmen, her şeylere rağmen yaşama sevinci içinde olan Orhan mıydı bu? Zor tutuyordum kendimi.. Ağlayacağımı anlıyordu ve ağlama demek istiyordu ve diyemiyordu.." Bu durumdaki Orhan Kemal, yatağa çakılabilir mi? "Ne yani, insan dediğin cart diye ölmeli, altına oturak falan sürülmeden... Her şey birdenbire olmalı be Fikret. Böyle ölmek isterim. Kime kimseye muhtaç olmadan... Cart diye ölmeli, ölebilmeli insan... Aman be... Hazırım, hazır be Fikret.." Ve Orhan, altına oturak sürülmesine razı olacak kişi değil... Kımıldamaması sıkı sıkı tenbihlenmiş. Ve Orhan altına oturak sürülmesin diye ayağa kalktı! Odanın sağ köşesindeki tuvalete doğru yürüdü.. Oda arkadaşı büyükelçi uyuyordu. Büyükelçi pat diye bir ses duydu ve açtı gözlerini... Orhan Kemal yerdeydi... Zile bastı.. 2 Haziran 1970'te saat 21.15'te o canım yüreği Orhan Kemal'in, "emeğine son verdi." Sofya Tıp Enstitüsü patologlarından Doçent Sivço Sivçev bistüriyi bir kez daha attı... Orhan'ın yüreği çıktı ortaya...
Orhan'ın Yüreği Doktorun Elinde...
Yorgun... Örselenmiş, ama içi insan sevgisi, dürüstlük dolu bir yürekti bu... Yurt sevgisi dolu, yani namuslu bir yürek kuşkusuz... Bahçe içinde bir hastane.. Memleket hastanelerinden birisi... Kuşlar cıvıldıyor ağaçlarda, dallarda... Çimenler arasında al güller... Kuş seslerinden başka ses yok... Bir de yolun çakıllarında benim, Ayten'in mihmandarımızın ayaklarından çıkan çıtırtılar.
Dr. Svetoslav İvanoy, hastanenin başhekim yardımcısı, tercümanımıza söylediğim şeyleri dinliyor... Ve cevaplıyor: "Orhan Kemal'in, büyük yazarlardan, Türk yazarlardan birisi olduğunu biliyorduk. Eserlerinin büyüklüğünü biliyorduk, çünkü eserlerini Bulgarcadan okumuştuk. Ona hasta değil, arkadaş diyorduk. Onun en yakınından, eşinden geçirdiği hastalıkları öğrenmeye çalıştık. Moskova'da yapılan konsültasyonda neler öğütlendiğini, bildirildiğini de çalıştık öğrenmeye. Bu bilgiler bize lazımdı. Ona Moskova'da hastalığı kesin olarak söylenmişti, bilhassa kalbi için.. Ona söylenmiştir ki Moskova'da, arzu ederse bir ameliyat yapılabilir. Ne var ki, bu ameliyatın hazırlanabilmesi için beş-altı hafta kalması şarttı. Bundan sonra öğrenilebilecekti, hazırlıklardan sonra, bu ameliyat yapılabilir mi? Biz geniş çapta bir konsültasyon yaptık. Ameliyatın şart olduğu kanısına vardık biz de.. Bizim profesörlerin ve diğer uzmanların da kanaati Moskova'da verilen karara uygun düştü. Ölümüne, genel bir paralize neden olmuştur. Pıhtılar, beyin kılcal damarlarının cidarlarına yapışmış ve tıkamıştır. Bu, beynin sol ön kısmındaki kılcal damarlarda olmuştur. Aynı zamanda kalbin atış bozukluklarını da buna eklemek gerek... Bu bulgular, klinik ve laboratuvar çalışmaları ile elektrokardiyogramlardan anlaşıldı. Sonra otopsi yapıldı. Otopsi sonunda da bulguların doğru olduğu anlaşıldı. Kendisinde bir genel artero-skleroz vardı. Daha önceden miyokartta bir infrakt geçirmişti, aynı zamanda kalp atışlarında bozukluk vardı.." Doktor Totü Gılabov, hastanenin ikinci iç hastalıkları şefi de katılıyor konuşmalara... Kalp nasıl çürürmüş? Nasıl çalışmış bunca yıl, tekleyerek? Nasıl direnmiş böylesine yıllar yılı ve nasıl tıkanmış kılcal damarlar beyne giden!.. ".. Orhan Kemal, bize geldiğinde kalbinden değil, fistülden yakınıyordu. Bizim için bu önemli değildi doktor olarak.. Orhan Kemal'i rahatsız ediyordu ve hayati bir önem taşımıyordu bu.. Önemli olan kalbiydi, biz bunun üzerinde ısrarla durduk.." - Sorar mısınız Sayın Gılabov'a, nasıl tanıdı Orhan Kemal'i? Nasıl geldi Orhan, o ilk anı anlatsın bana.. Bulgarca sözler ve sonra: "Orhan Kemal'i daha önceden, fikirlerinden tanıyorum buraya gelmeden önce... Kendisinin eserlerini okumuştum çok önceleri... 'Kunduracının Oğulları'nı okudum önce... Sonra, 'Verimli Topraklar Üzerinde'... Bu kitabını... Onu tanımış olmak benim için bir şerefti. Burada bir Orhaniye var... Orhan'ın ilgisi var mı burayla, öyle bir şey işitmiştim. Bize hanımıyla geldi ve tercümanı ile. Bir konsültasyon yaptık, hakikaten kalp hastasıydı ve ilerlemişti bu hastalık... Kalpte önemli bir tehlike vardı. Ve lazım gelen tedaviye başladık. ... İlk günlerde kendini çok iyi hissediyordu... Sonra beklenmedik bir anda, baştan dediğimiz gibi kılcal damarı tıkandı... Gördük ki durumu çok tehlikeli. Gerekli müdahaleler yapıldı... Sağ taraftaki felç fazla ilerlemedi." ... - Acaba ilk geldiğinde yahut sonraları ölümden falan söz etti mi? - Hayır... Hiç söz etmiyordu ölümden... Sevinçliydi. Bulgaristan hakkında bir kitap yazacağını söylüyordu tercümanı vasıtasıyla. - Defter geldi sanırım. Hastaneye ilk geldiği tarihi lütfen söylesinler... - 29 Mayıs'ta.. Öğleden evvel... Diğer listede saati de yazılı... Öğleden evvel.. - Şey var mıdır acaba? Şu tarihte geldi... Şu tarihte ateşi şu kadar yükseldi gibi bilgiler? - Aklımda kaldığına göre, 2 Haziran'da saat yirmi bire doğru çok fenalaşmıştı. Evet... 2 Haziran saat yirmi biri on beş geçe öldü... Başında devamlı nöbetçi hemşire duruyordu ve nöbetçi doktora, durumu sık sık bildiriyordu.
Protokol
"...Orhan Kemal'de genel bir artero-skleroz saptanmıştır. Bu, özellikle kalp çevre damarlarında etkisini göstermiştir. Daha önceleri bir infrakt geçirdiği de anlaşılmıştır. Bu infrakt kalbin anevrizmasını geliştirmiştir. Anevrozun boşluğundan kopan bir pıhtı (tromb), kılcal beyin damarının tıkanmasına neden olmuştur. Beynin sol yarım bölümündeki bu tıkınma sonucu husule gelen değişmeler ölümünün nedenini teşkil etmiştir." Doç. Sivçev" Bulgaria Oteli'nin dördüncü kat bakıcısı Emine Mustafaova 169 numaralı odaya girdi: "E işte, nah şurada yatardı, senin yattığın yerde. Nuriye anım da burada.." Fırladım yataktan... "Ep de bu koltukta otururdu... Sonra çıkardı dışarı, ya dışardaki masada, ya da şu masada yazardı ep... Ep sorardı gülerek.." "Yani, Orhan Kemal'ler de mi bu odada kaldılar?" Şaşırdı Emine Mustafaova. "Evet ya. İlk geldiklerinde bu odada kaldılar... Burada bu yatakta asta olduydu... Büyük adamdı sizin romancı, ama son günleri... Evet son günleri epten nafileydi. Nafileydi a, yine güleçti!. Peki ama beyim, neden kötüledin öyle, bi şey mi yaptım?" Altı Haziran.. Otel Rila''nın dördüncü katında bir odanın balkonundan aşağılara bakıyorum. Otelin kapısında üç otomobil duruyor, bir tanesi İstanbul plakalı. Kapalı bir otomobil daha geldi, yanında baştan boya "Balkan Turist" yazıyor... Saat, sabahın beşi.. Yarım saattir bu otomobili bekliyorum... Sofya uyuyor. Kuşlar ötüyor bir tuhaf, yoksa bana mı öyle geliyor ne? Hava hafif puslu. Seher serinliği.. Ogledalo (Küçük Park) yakınındayım. Biraz ötemde kumrular bir acı, "Üsküdar'a gidelim.. Üsküdar'a gidelim.." diyor.. Şoför, Balkan Turist yazılı arabanın yan kapılarını açtı. Kıpkırmızı güller gördüm ilkin. Fotoğraf makinesini açtım, deklanşöre bastım, "Çıt.. Çıt.."la beraber, ekrana, o buğulu, o buzlu cama bir "tabut" girdi, cilalı.. Kocaman ceviz bir tabut.. Necati Cumalı sesleniyor, işaret ediyorum, "İniyoruz" diye. Paketleri, valizleri yükleniyoruz. Balkan Turist yazılı otomobilin yanındayım. Güllere, o al güllere bakıyorum. Bir Bulgar bayan ressamın yaptığı camlı-çerçeveli portreli güllerin arasına koyuyoruz. Al güllerin arasına tabuta dayayıp.. ".. Amma gelirmişsin ulan, kaç gündür bekliyoruz be... Senin gelmen de Paşa'nın geldi geldisine benzedi ha.." "Geldik a ihtiyar, sen ona bak.. N'aber Orhan ağa, ihtiyar?" İhtiyar bir tuhaf bakıyor.. "Ne bakıyorsun? Geldik işte.. Erzurum'a gönderdiler.. 5 Mayıs'ta uçağa yetişemedik, bak haziran ayında gelebildik. Ne diyordun son mektubunda? 'Epey gırgır birikti, Sofya'da buluşuruz. Anlatacak çok şey var.' Eee anlat bakalım? Anlat be ihtiyar, anlatsana... Anlatsana..." Al güllere değiyorum hafifçe ve ceviz tabuta.. Ne oluyor boğazıma, gözlerime? Boğazıma, gözüme bi-şeyler oluyor... Konuşuyorum "İhtiyar" ile.. Serde erkeklik var, ağlayamam, ağlayamam.. Erkekliğim para etmiyor diyar-ı gurbette, Sofya'da Otel Rila'nın kapısında, kaldırımda.. Şoför yan kapıları kapatıyor. Saat beşbuçuk.. Balkan Turist yazılı otomobil sabahın seherinde homurdanıyor, sonra diğerleri ve tekerler dönüyor yavaş yavaş.. El sallıyoruz ardından.. Fotoğraf makinesinin o buğulu, buzlu camından gözlüyorum gidenleri ve o buğulu buzlu cam daha buzlanıyor, buğulanıyor, pat diye bi-şeyler düşüyor sol gözümden. Sofya uyuyor.. Ankara... İstanbul hep, hep uyuyor... Orhan Kemal uyuyor... Uyanmamacasına.. Otel Rila'nın önünde, parke taşları üzerinde Ayten'le kalıveriyoruz, bi-öksüz.. Sofya, geceden yıkanmış yunmuş, parke taşları doğan günün ilk ışınlarıyla parıldıyor. Grdska Gradina'da (şehir parkı) yine kuşlar ötüyor, sabah kuşları...
***
Bulgaria Otel'in dördüncü katında 169 numaralı odada Orhan'ın hastalandığı yatakta, gözlerim tavanda ve 14 Haziran'da saat on sekiz yirmi beşte... Ayten, radyoyu karıştırıyor ve bir uzun hava patlıyor. "Dur Ayten... Dur.. Bırak çalsın.." Ayten, ibreyi orada bırakıyor... "Memleket havası bu.. Bizim havamız.." Spiker konuşuyor uzun hava bitende: "Burası Budaşepte.. Sayın dinleyiciler, şimdi edebiyat programına başlıyoruz." Bayan spiker, Orhan Kemal'in 2 Haziran'da Sofya'da öldüğünü tekrarlıyor. "... Şimdi büyük romancı Orhan Kemal'in "Medeniyet Yuları" öyküsünü okuyoruz..." "Evet, Fikret efendi ağa.. İnsan ölünce cart diye ölmeli... İnsan cart diye ölmeli..." Narodna Mladej gazetesi şöyle yazıyor: "ÖLÜMÜ İKİ HAZİRAN BİN DOKUZ YÜZ YETMİŞ SAAT YİRMİ BİR ON BEŞTE EMEĞİNE SON VERDİ.."
***
Nargile tutkusunu İstanbul'dan bilirim. Ankara'ya gelince Gençlik Parkı'na götürdüm. Birisi daha vardı, bir can adam, Dursun Akçam.. Fotoğraf makinasını verdim, tarif ettim, her zaman ki seslendim: "Ula zirto, sallamayasin, tut nefesini şuraya bas..." İşte bu fotoğraf böyle çekildi, 1965 yılında. Dursun Akçam'ı da anıyorum sevgiyle/özlemle.
***
Daha önce Moskova'da Kremlin Hastanesi'ne yatırmıştık Orhan'ı. Ne ki vatan özlemi ağır bastı ve resmen "tüydü" hastaneden!. Bir güzel dost, Nâzım ustanın en yakınlarından Radi Fiş, Nuriye ve Orhan ile bir Kremlin anısı Moskova'da. Türkiye'ye dönerken pardesümü Orhan'a bırakmıştım. Hazırlıksız gelmişti, takılıyordum: "Üzerine yatmak yok Orhan ağa." Sonra da eklemiştim.. "Pek de yakıştı ha." Fotoğraf bunu gösterir. Fotoğrafı mihmandarları Vera çekmişti, geçenlerde O da ayrıldı aramızdan.
Berfin Bahar Dergisi, Sayı: 88, Haziran 2005
| |
| |