Orhan Kemal adı (1914-1970) yalnız kendi ülkesinde değil,
ülke sınırlarının çok ötesinde de tanınmaktadır. Orhan Kemal
Sovyetler'de de çok iyi tanınan bir yazardır. Bu Türk
yazarının ilk seçme öyküleri, Moskova'da 20 yıl önce
yayınlanmıştır.(1) Onun yazdıklarını şimdi Azerbaycanlılar,
Ukraynalılar, Gürcüler, Kazaklar, Latviyalılar ve Özbekler
de kendi dillerinde okuyorlar.
Orhan Kemal'in yapıtlarında bugün yaygın olan yabancılaşma
sorununa ya da yalnızlık felsefesine değinilmiyor. Yazar,
kendini biçimsel deneylere de kaptırmıyor. Bu düzyazı
yazarının geleneksel gerçekçilik yaklaşımıyla yazdığı tüm
yapıtlarında Türk emekçisinin, sönük, gündelik ya-şamından,
onun yoksulluklarla dolu çevresinden, devrimci, ilerici bir
sanatçının bilincinden ve ruhundan yükselen bir gerçeklik
var.
Orhan Kemal'in yapıtları, yalnız çevirmenlerin değil,
Sovyetler, Polonya, Çekoslovakya, Bulgaristan ve Doğu
Almanya'daki araştırmacıların da dikkatini çekmiştir. Son
yıllarda, özellikle kendi ülkesi Türkiye'de Orhan Kemal
hakkında çok yazı yazılıyor. Eleştirmenler ve yazarlar,
Orhan Kemal'in yapıtlarının özelliklerini daha iyi anlamak
ve ulusal edebiyattaki yerini saptamak için çalışıyorlar.
Orhan Kemal'in edebiyatta asıl etkin olduğu dönem, 40-60
yılları, aynı zamanda Türk eleştirel gerçekçiliğinin estetik
ve sanatsal olgunluk kazanmaya, belli başlı bir akım olarak
kendini ortaya koymaya, astında ülke edebiyatının
gelişmesini yönlendirmeye başladığı dönemdir.
Toplumsal sorunsala karşı her zaman büyük bir ilgi besleyen
gerçekçi edebiyat, özellikle köylerin ve kentlerin alt
tabaka insanlarının yaşamını kapsıyor. XX. Yüzyıl, halk
kitlelerinin tarihini ön plâna çıkartmıştır. Çeşitli
ülkelerin edebiyatları bu süreci yansıtmıştır; bugün de
yansıtmaktadır. Birçok ülkenin gerçekçi yazarlarının, bu
arada Türk yazarlarının yapıtlarının da başlıca kahramanı,
emekçi insandır.
Bunun yanında gerçekçi Türk edebiyatı, dikkatini toplumun
belli bir kesimindeki insanların toplumsal bilinçlenme
sürecine çevirmiştir. Toplumsal uyanış ve toplumsal etkinlik
sürecine giren yeni bir insan-kahraman ortaya çıkmıştır
(Örneğin Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'u, Yaşar
Kemal'in İnce Memed'i, vb.).
Bu gerçekçi yazarlar, kahramanlarının davranışlarının
ardında yatan nedenleri, kişilerin ruhsal yapısını,
yaşamlarındaki çelişkileri ve onların iç-dramlarını
'içinden' görüp resmediyorlardı". Bunda, yazarın yaşam
deneylerinin bir parçası olan betimlemelerin verilmesinden
çok, emekçi kitlelerin çıkarlarına cevap veren olayların
değerlendirilmesi önemlidir.
Her şeyi bilinçli olarak, halkın açısından görmeye çalışan
Türk edebiyatı, daha 30'lu yıllarda kendini demokrat
yazarların yapıtlarında göstermiştir: Örneğin Reşat Enis,
Sadri Ertem, Sabahattin Ali, Suat Derviş, vb. Toplumda ve
edebiyat alanında ülkenin kendine özgü gelişmesinden ötürü,
gerçekliği halkın gözüyle görme yöntemi, artık tek tek
yazarların kişisel özelliğini taşıyan bir yöntem olmaktan
çıkıp çağdaş eleştirel gerçekçilikte yasalaşan, norm olarak
yerleşen bir yöntem olarak ortaya çıkmıştır. Gerçekliğin
halk açısından değerlendirilmesi, yazarları halkın
çektiklerinin "kökenlerine" inmeye götürüyor. Bu yöntem de,
anlatılan olaylardaki neden - sonuç bağlantısının daha derin
ve net olarak yansıtılmasına, an-ti - emperyalist ve anti -
kapitalist eğilimin gerçekçi Türk edebiyatında güçlenmesine
yol açmıştır.
Son yıllarda edebiyatta eleştirel gerçekçiliğin gelişmesinde
görülen özelliklerden biri, Türkiye'de özellikle 60-70
yılları arasında gözlenen sosyalist fikirlerin edebiyata
girmesi olgusudur. Sosyalist fikirlerin yaygınlaşması ve
Türk gerçekçiliğinin yeni bir niteliğini oluşturması -
gerçekçilikle sosyalist fikirlerin birleşmesi - kesinlikle
sosyalist gerçekçiliğin doğduğu anlamına gelmez. Yeni bir
sanatsal dünya görüşünün olgunlaşması için uzun bir süre
gereklidir. Yeni fikirlere, yeni sözcüklere gereksinme
vardır; bütün bunlar, Genrich Mann'a göre Gorki için "dünya
edebiyatı içinde yeni yollarsın ve yeni bir perspektifin
açılmasına olanak sağlamıştır.!2) Çağdaş Türkiye'nin
özelliklerine gelince, burada sosyalist fikirlerin çok
çeşitli olduğunu, sosyalizme yönelen Türk yazarları için
sosyal ve tarihsel koşullar nedeniyle sosyalizmin toplumsal
bir ideal olmaktan ileri gidemediğini eklememiz gerekir.
Değişik dünya edebiyatlardan alınan birçok örnek bize
gösteriyor ki, sosyalist fikirler, sosyalist gerçekçiliğin
doğmasından çok önce geliyor: Örneğin E. Potie'nin
Enternasyonal'i. Lunaçarski'ye göre gerçekten sosyalist ilk
yapıtlardan biri Jack London'ın Demir Ökçe'sidir. Gerçekten
de Mayakovski'nin "Misteri Buf"u, Nâzım Hikmet'in "Kan
Konuşuyor"u ve Sabahattin Ali'nin "Düşmanlar"ının sosyalist
bir eğilim taşıdığı tartışma götürmez.
Yukarıda saydığımız yapıtlar sosyalist fikirlerin Türk
edebiyatına 30-40 yıl önce girdiğini kanıtlıyor; bu süreç
Nâzım Hikmet'in ve Sabahattin Ali'nin yapıtlarına bağlıdır;
Orhan Kemal'in yapıtları da aynı akımın içinde gelişmiştir.
Sosyalist eğilimin değişik biçimlerde ve değişik ölçülerde
bulunması, bu tanınmış sanatçıları tartışma götürmez bir
biçimde birleştiren temeldir.
Sanata sosyalist fikirlerin girmesiyle sosyalist eğilimli
bir sanatın biçimlenmesi süreci başlıyor. Buna bağlı olarak
da yeni bir sanatsal dünya görüşü doğuyor.
Ünlü Sovyet edebiyat bilgini A. Matçenko şöyle diyor:
"Sosyalist gerçekçilikle sosyalist edebiyat birbirine bağlı
ve birbirine yakındır; ama bunlar aynı olgular değildir.
Sosyalist edebiyat, sosyalizmin olumlu etkisiyle oluşan bir
edebiyat demektir. Değişik sosyalist dünya görüşleri vs
sosyalizme karşı duyulan yakınlığın değişik dereceleri bu
edebiyata yansımaktadır." (3) 60-70 yılları arasında Türk
edebiyatında gerek bilimsel sosyalizm tutkusunu benimseyen,
gerekse değişik ulusa! sosyalizm görüşünü savunan ve
sosyalizme karşı belli belirsiz bir yakınlık duyan birçok
yazar vardı.
Sosyalist edebiyatta karşıt sanat akımları ve değişik
yaratıcılık yöntemleri de bulunabilir ve bu aslında
kaçınılmazdır. Çağdaş Türk eleştirel gerçekçiliğinde
birbirinden ideolojik sınırlarla ayrılmış sanatsal ve
estetik eğilimlerin bulunuşu sosyalist edebiyatın biçimlenme
sürecinin ne denli güç geliştiğini kanıtlıyor.
Bu tür edebiyatın en çok dikkati çeken özelliklerini, çok
özgün bir biçimde Orhan Kemal'in yapıtlarında görüyoruz.
200'ü aşkın öykü, 30'a yakın roman ve uzun öyküde Orhan
Kemal, edebiyatını yaşamdan alınan malzemeyle
zenginleştirmiş, güncel toplumsal sorunlar konusunda
dikkatini bilemiştir. Yeni temalar, yeni konular, yeni
kişiler yaratarak sınıf sınırının ötesinde duranlara karşı
alt tabakaların yaşamının geniş bir tablosunu çizmiştir.
Orhan Kemal'in kahramanları, zanaatçılar, küçük memurlar,
işçiler, köylüler ve ırgatlar, serserilerin elebaşları,
evsiz barksızlar ve fahişelerdir. Yazar, fabrikatörlere,
müteahhitlere, toprak ağalarına da ilgi duyuyor; ama onun en
çok dikkatini çeken şey, büyük çağdaş kentteki emekçi halkın
yazgısıdır.
Emekçi halk üzerine yazmak Orhan Kemal için kişisel ve
sanatsal bir eğilim değildir; bu, onun çok iyi düşünülmüş,
sanatsal-estetik tutumudur. Yazarın bu tutumu özel
söyleşilerinde, makalelerinde sürekli olarak ortaya
konmuştur. Yazarın kanısına göre çağdaş sanatın en önemli
malzemesi emekçi, çalışan insanlardır; yazarın amacı kendi
emeğiyle toplumun gelişmesini etkilemek olduğundan o,
bunları görmezlikten gelemez. Orhan Kemal'in sanatçı olarak
edebiyattaki tutumu, yalnız sorunsalı işleyen konularında,
kahramanlarında ve anlatım biçiminde ortaya çıkmakla kalmaz;
bu tutum aslında, Orhan Kemal'in, ulusunun yazgısına boyun
eğişine büyük bir acıyla yaklaşmasında, çalışan kitlelerin
bilincini uyandırmaya çalışmasında ve onları toplumsal
etkinliğe çağırmasında kendini gösteriyor.
Kısa bir yazı içinde Orhan Kemal'in bıraktığı geniş edebiyat
ürününü bütün yanlarıyla incelemeye olanak yoktur. Bunun
için, çok geniş ve uzun bir monografik araştırma gerekir. Bu
yüzden yapıtlarında onun yazar kişiliğinin en belirgin
biçimde ortaya çıktığı alanı, Türk proleteryasından çizdiği
tabloları incelemek akla en yatkın yol olacaktır. Çünkü
Orhan Kemal'in doğrudan doğruya işçilerin yazgılarını ele
almayan yapıtları bile değişik ölçülerde bu sorunlarla
ilgilidir. Gerçekten de Türk aydınının ve köylüsünün yaşamı
Orhan Kemal'e özgü ve yepyeni bir açıdan
ele alınmıştır.
Aydınların yaşamına yöneldiğinde yazar, bunların emekçi
sınıfa toplumsal bakımdan en yakın olan kesimini ele alıyor:
"İncinin Babası", "İş", "On Lira", "Kitap Satmaya Dair",
"İnci'nin Macerası"ndaki kahramanlar, hep yoksulluk içinde
iş peşinde koşan ve arada sırada emekçilere karışan
insanlardır.
Orhan Kemal'in, köylüleri, alışılmış yaşam koşulları içinde
ele aldığı pek sık görülmez. Onun ilgisini daha çok gurbette
olan ve büyük kentteki yaşam anaforunun içine düşen köylüler
çeker. "Yabancı", "Hatice Aktur ve Saire", "Bir Kadın",
"Çöpçü", "Ekmek Peşinde" öyküleri, "Bereketli Topraklar
Üzerinde" romanı, kendilerini hapiste bulan "Ali" ve
"Recepsin öyküleri vb.
"Ekmek Peşinde" öyküsünde kente yerleşmiş köylülerin
çektiklerini görüyoruz. Fabrikanın gâvur icadı sanıldığı
yıllar artık gerilerde kalmıştır. Dul Emetinin içinde
bulunduğu topluluğu, bekçiler zor zaptediyorlar. Emeti,
küçük arsasını, köyündeki yoksul topraklarını, varını yoğunu
yok pahasına satıp çocuklarıyla birlikte kente gelmiştir.
Oğlunu fabrikaya yerleştirmek kolay olmamıştır onun için.
Sağlık raporu ve nüfus kağıdı gerekmiştir. Nüfus kağıdı
parayla ve yalancı bir tanıkla zar zor ele geçirilmiştir ama
sağlık raporu nasıl ele geçirilecekti?.. Çünkü delikanlı
hastadır.
"Kadın" öyküsünün adsız kahramanı, koskocaman kentte tek
başına kaldığı zaman açlıktan ölmemek için kendini satmak
zorunda kalır.
Son 20 yıl içinde yazılan en iyi Türk romanlarından biri
olan Bereketli Topraklar Üzerinde adlı yapıtta tema üç köylü
çevresinde örülmüştür. Bunlar, en mübrem gereksinmeleri olan
ekmek parasını kazanmak için evlerini, ailelerini
terketmişlerdir. İş ararken, gündelik yaşamlarında ırgatlar
ve fabrikada çalışan işçiler arasına girerler. Köse Hasan,
hastalıktan kurtarılamayarak ölür; Pehlivan Ali'yse katı
yürekli bir müteahhit yüzünden kazaya kurban gider; köyüne
yalnız İflahsız Yusuf dönebilir. Gurbette kaldığı aylar
sırasında elde ettiği tek şey, bir gaz lambasıdır.
Basit emekçilere karşı sıcak bir sevgiyle dolu olan (bu,
Türk eleştirmenlerinin durmadan vurguladıkları bir noktadır)
bu romanda yazar, işçilerin, ırgatların ve köylülerin
yaşamlarındaki benzerlikleri göstermeyi başarıyor. Sadri
Ertem ve Sabahattin Ali'nin köylülerine karşın, Orhan Ke-.
mal'in köylüleri, sıkıntılarla dolu yaşamlarına sabır ve
teslimiyetle boyun eğmiyorlar. "Bereketli Topraklar
Üzerin-de"ki Kürt Zeynel gibi, yaşama egemen olan insanlık
dışı davranışlara ve adaletsizliğe karşı isyan ediyorlar. "Afa-racı
Hacı"nın baş kişisi olan Ali gibi onlar da kendilerini
sonsuz bir baskı altında tutmak isteyenlere karşı halkın
başkaldırmasını temsil ederek şöyle bağırıyorlar:"...
Tarlanız var, takımınız var, çiftiniz var, çubuğunuz var,
Con Dire'ler, Hanomak'lar... Var oğlu var... Gözlerini
toprak doyurasıcalar... Derya deniz malın üstüne oturmuş,
köyü zaptetmişsiniz! Benim bir ineğim mi gözünüze battı?
Fıka-raya bir ineği de mi çok gördünüz? Bu ne
adaletsizliktir canım?" (4)
Orhan Kemal, köyü yeni bir tarihsel - toplumsal aşamada,
kapitalizm aşamasında görmüştür. Yazdıklarında 20-30'lu
yılların Türk köyüne bakan Sadri Ertem ve Sabahattin Ali'ye
özgü yarı-feodal ağa - köylü ilişkileri değil, kapitalist
toprak ağasının ve ırgatın çatışan çıkarlarını, bu süreçle
birlikte giden köylülerin köyden uzaklaşması, işçi sınıfına
karışıp onu doldurması gibi sorunları ve çatışmaları da
yansıtıyor.
Orhan Kemal, sınıfsal - toplumsal ilişki ilkelerinin kentte
olduğu gibi köyde de geçerli olduğunu gösteriyor. Değişik
emekçi kitlelerin ve sınıfların temsilcileri olan
kahramanların birbirlerine benzemelerinden yararlanarak
Orhan Kemal, bunların toplumsal durumlarındaki ortak yanlan
bize gösteriyor; yazar, bu emekçi halkı, "dünyanın egemen
güçleri"nin karşısına koyuyor. Kısaca Orhan Kemal,
yapıtlarında bütün olarak çağdaş toplumun toplumsal yapısını
ortaya çıkarıyor.
Orhan Kemal'de en yaygın kahraman tipi olan kentte çalışan
işçinin, ulusal edebiyatta bir öncüsü vardır; ne var ki bu
tip, Halit Ziya Uşaklıgil'in yapıtlarında belirsiz bir
biçimde çizilmiş ve genellikle savunmasız bir kurban gibi
gösterilmiştir. Bundan sonra Ömer Seyfettin, Refik Halit
Karay, Kenan Hulusi, Sadri Ertem, Sait Faik ve Sabahattin
Ali gibi gerçekçi yazarların yapıtlarında bu işçi, çok
trajik yazgısına terkedilmiş olarak görülüyor.
Orhan Kemal'in edebiyata ilk başladığı sıralarda kentteki
işçilere ve küçük ihsanlara dönük olan yapıtlarında
genellikle kendi dünyasını oluşturan koşulların kurbanı
olan, edilgen bir kahraman tipi egemendi.
Orhan Kemal kendi yaşam deneylerinden yararlanmadan yazmak
ilkesine bağlı kalarak 30-40'lı yıllarda Türk işçilerinin
yaşamını, anlatmıştır. Orhan Kemal'in yaşamında bu yılların
oluşturduğu dilim, Mehmet Raşit Öğütçü adıyla, bazı
kesintilerle, Adana'da geçmiştir. Adana yöresinin
özelliklerinden biri de burada hem köy, hem de sanayi
yaşamının çok yoğunlaşmış olmasıdır. Dokuma fabrikasında
çalışan ve ilerde yazar olacak olan Mehmet Raşit, fabrika
işçilerinin yaşamını bütün yönleriyle inceleme olanağını
bulmuştur. Bunu, "Grev", "Dert Dinleme Günü", "Kardeş Payı",
"Hatice Aktur Ve Saire", "Dilekçe" vb. gibi öykülerinde ve
Avare Yıllar, Cemile, Murtaza gibi romanlarında işçilerle
ilgili olarak o zaman yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan bazı
olaylarla anlatmaya çalışmıştır.
Çok usta bir sanatçı olan Orhan Kemal, yalnızca malzeme
zenginleştirmek ve halktan kişilerin sayısını artırmakla
kalmayıp başka şeyler de yapmıştır; bunlar bile kendi başına
onun edebiyata yaptığı önemli katkılardır. Yenilikçi bir
yazar olan Orhan Kemal, ayrıca yarattığı bu kişileri kendi
değerlendirmesinden geçirerek edebiyatta yeni bir kahraman
görüşü geliştirmiştir.
İşçilerle ilgili ilk Türk romanı olan Cemile'de (1952) Orhan
Kemal, konuyu iki çizgide geliştiriyor; bütün dikkatini genç
dokuma işçisi Cemile ve fabrika kâtibi Necati'yle onun
arasındaki aşk öyküsü üzerine değil, işçilerin yaşama biçimi
ve çalışma koşulları, işçilerle patronlar arasındaki
çatışmalar, fabrikanın ortakları arasındaki anlaşmazlık,
yani cahil, yeni zengin, tutucu Kadir Ağa'yla onun tam
karşıtı olan yeni tip kapitalist Numan Bey'e yöneltmiştir.
Çok ayrıntılı betimlemelerden kaçınarak Orhan Kemal, kendine
özgü lâkonik (kısa ye özlü) anlatımla işçilerin düzensiz,
rahatsız yaşamlarını veriyor: Eğri büğrü evler; çürümüş,
akan damlar; yetersiz beslenme; uykusuzluk ve insanı
yıpratan uzun çalışma saatleri.
İşte işçiler fabrikaya gidiyorlar. Evlerinin çürük kapıları
şak diye kapanıyor ve yağmurlu gecenin soğuk karanlığına
erkekler, kadınlar, çocuklar, uykularını doğru dürüst
alamamış, iyice dinlenmemiş insanlar soğukta titreşerek arka
arkaya sokağa dökülüyorlar. Bir çok kişinin birarada kaldığı
evlerin daracık avlularında toplanıyor, sonra sokağa
akıyorlar; başka avlularda oturanlar da gelip onlara
karışıyor; kalabalık çığ gibi büyüyerek fabrikaya
yollanıyor.
Orhan Kemal kendisini sanayiin işleyişini anlatmaya
kaptırmıyor; işçilerin çalıştıkları koşullar hakkındaki
bilgimiz, metinde şuraya buraya serpiştirilmiş ayrıntılardan
ve kısa betimlemelerden oluşuyor. ("Uyku", "Harika Çocuk",
"Kel Tahir", vb). Cemile romanında iş ortamını canlandırmak
için yazar, patronun fabrikada yaptığı günlük denetlemeden
yararlanıyor. Kadir Ağa, bir patronun keskin gözleriyle
pamuğun fabrikaya girdiği yeri, ardiyeyi, nişasta kokan
haşıllama yerini, inanılmaz bir gürültüyle çalışan ve
çevresinde yumak yumak pamukçuklar uçuşan dokuma
tezgâhlarını denetliyor. "... Her bankoda "öncü" ve "arkacı"
denilen işçiler çalışır. Islak betonun üzerinde yalın ayak
veya takunyalarla çalışan kız, oğlan, genç, ihtiyar, kadın,
erkek işçiler... Bilhassa çocuklar... Dokuz, on yaşlarında,
gözleri uyku dolu, renksiz şeylerdir ki, iş kanununa uysun
diye, annelerinin, teyze, hala, dayı yahut da ta-mamiyle
yabancı bir büyük insandan parayla satın alınmış nüfus
kâğıtlarıyla işe girmişlerdir." (5)
Sanayi koşullarını anlatırken Orhan Kemal'in amacı yalnız
kişilerin yaşamlarını ele alarak zor iş günlerini anlatmak
değildir. Yazar, üretim ortamını, insanlar arasındaki
toplumsal ilişkilerin en yoğun biçimde ortaya çıktığı bir
ortam olarak saptıyor. Yazar için önemli olan, bu ilişkileri
yakalamak ve yansıtmaktır; çünkü toplumsal yaşamdaki köklü
değişiklikleri yazar, bu koşulların değişmesine bağlıyor:
"Egemen güçler"le onlara bağımlı olan insanlar arasında
barışçıl ilişkilerin bulunması olanağı yoktur; oysa "alt
tabakalar" yaşamlarını artık eskisi gibi sürdürmek istemiyor
ve sömürülen insanlar artık onurlu bir yaşama kavuşmak
istiyorlar.
"936" adlı öyküsünün kahramanı, müdürün özel yaşamına
karışmasına tepki olarak sevgilisiyle birlikte fabrikadan
ayrılıyor. "Dert Dinleme Günü" öyküsünde de fabrikada çıkan
bir olay sonunda Kemal Dokuzcanlı, patronun, mebuslara yalan
söyleyerek burada işçilerin çok rahat bir yaşam
sürdürdüklerini bildirmesi isteğine karşı çıkıyor. Tutuklu
olan işçilerin yerine, çoktan beri işsiz kalmış, iş bekleyen
genç çıraklar işe girmek istemiyorlar ("Avare Yıllar").
"Grev"deyse dokumacılar, çalışma koşullarının düzeltilmesini
istiyorlar.
Orhan Kemal'in onu başkalarından ayıran kendine özgü yanı,
gerçekliğin çirkin yanlarını ödün vermeksizin sürekli belli
bir açıdan görmek, somut toplumsal olayların (uzun çalışma
günlerinin, çok düşük ücretlerin, para cezalarının, teknik
tehlikeleri giderici önlemlerin alınmamasının, sağlık
hizmetlerinin ve sosyal yardımın bulunmamasının, çocukların
çalıştırılmasının, işsizliğin, fahişeliğin) eleştirisi
yanında yaşamın olumlu yanlarının değerlendirmesini de
birlikte verebilmesidir. Yaşamı, aklı başında bir yaklaşımla
çözümlerken günlük yaşamın iyi ve güzel yanlarını arayıp
bununla birleştiriyor. İleri görüşlü bir yazar olarak Orhan
Kemal'in gelecekte daha iyi bir yaşama inanması, emekçi
insanların dürüst olabileceğine inancından doğuyor.
Orhan Kemal'in yapıtlarında okur, olumlu bir kahramanın her
yanıyla, bütün boyutlarıyla verildiğini hiçbir zaman
görmüyor. Belki de yazar, kendi yaşamında böyle bir kahraman
çizmeyi gerektirecek olaylarla karşılaşmamıştır. Ama yazarın
ayrı ayrı yapıtlarındaki kahramanlarının niteliklerini
biraraya toplarsak, onun sanatında olumlu bir kahramanın
nasıl bir insan olduğunu anlayabiliriz.
"Kardeş Payı"ndaki Siverekli hammal, ilk bakışta pek akıllı
görünmeyen, kaygısız bir taşra delikanlısıdır. Aslında
müteahhidin başlangıçta onun takımına söz verdiği işin,
çavuşun rüşvet karşılığı takıma ihanet etmesiyle dışarıdan
gelen hammallara verilmesi yüzünden kahraman, duruma el
koyuyor. Siverekli hammal, tepkisini fabrika patronunun
yüzüne karşı gösteriyor. Çavuşu cezalandırıyor; öteki
ham-malların kimsenin aracılığı olmadan çalışmalarını ve
kazandıkları parayı paylaşmalarını öneriyor.
"Grev"deki Sarı Memet, işçilerin saygısını kazanmıştır.
Sekiz saatlik iş günü isteğini patrona kabul ettirmek için
Sarı Memet'in önerisiyle işçiler İtalyan Usulü greve, ,yani
iş yerinde kalarak makinaları durdurma eylemine gidiyorlar.
Ne var ki, fabrika patronu onu kışkırtıcı ve kargaşalığın
elebaşısı olarak polise teslim ediyor. Sarı Memet, kendi
gücünü bilenlerdendir. Patronların önünde dik başlı
durabilen ve işçileri örgütleme yeteneği olan bir insandır.
-
"Sarı Memet sen misin?
- Benim!
- Bu ameleye sen mi önayak oluyorsun?
- Ne gibi?
- Tezgâh başında dikiliyor, iş yapmıyorlarmış. Böyle hareket
etmelerini sen tavsiye ediyormuşsun.
- Ne münasebet? Onu sana söyleyen halt etmiş!
- Ne biçim konuşmak bu? Bir amirin, bir büyüğün önünde böyle
mi konuşulur?
- Büyüğün önünde böyle konuşulmaz, biliyorum.
- Konuşuyorsun işte!
- Konuşmuyorum, terbiyemi bilirim ben\
- Konuşuyorsun işte be!
- Ben senin önünde konuşuyorum!
- Ben senin büyüğün değil miyim? Ekmek veriyorum sana!
- Sen? Bana ekmek veriyorsun ha! Sen kimsin de bana ekmek
vereceksin? Çalışıyorum ben, alnımın teriyle kazanıyorum
onu... Bana ekmek veriyormuş!.. Ben çalışmayayım da sen bana
ekmek ver... Ulan siz değil ekmek, günahınızı bile
vermezsiniz bedavadan!" (6)
"Dert Dinleme Günü"nde Kemal Dokuzcanlı'nın kişiliği de gene
fabrika patronuyla konuşmasında ortaya çıkıyor. Kendi
toplumsal durumunun bilincinde olan bu kahraman, özgür
eylemlere girişmeyi özlüyor. Müdürün odasına çağırılan
birkaç işçiye haberi verirken ustabaşı şunları söylüyor:
"... Ankara'dan milletvekillerimiz geldi. Halkevinde halkın
dertlerini dinleyeceklermiş... Sizleri de fabrikamız adına
seçtik. Gidin, bir şikâyetiniz, bir derdiniz... Olur a...
Söyleyin!" (7)
Sonra da,
"İriyarı Umum Müdür araya girdi:
- Memleketimizin büyük tüccarları, büyük çiftçileri, büyük
fabrikatörleri de orda bulunacak...
Sözü fabrika sahibi aldı:
- Onlar varken size söz düşmez! Çünkü onlar memleketin
ihtiyaçlarını daha iyi bilir, daha iyi, takdir ederler...
Dokumacı Kemal Dokuzcanlı dayanamadı:
- Şu halde bizim gitmemize hiç lüzum yok!
- Büyük tüccar, büyük çiftçi, büyük fabrikatör benim küçük
derdimi ne bilecek? dedi, onlar kendi dalgalarında, ben
kendi dalgamdayım...
Salih Topal İleri atıldı:
- Efendim, dedi, biz kendimizi bilmez, saygısızlardan
değiliz. Neden? Çünkü, büyüğünü bilmeyen Allah'ını da
bilmez! Memleketimizin ileri gelen büyüklerinin yanında bize
söz düşmeyeceğini bizler elbette takdir ederiz!
Dokumacı Kemal Dokuzcanli:
- İşte, dedi, tam bulmuşsunuz gönderecek adamı... Benim ne
işim var orada?
Odadan çıktı gitti."(8)
Yazar bize, her işçinin Kemal Dokuzcanlı'nın davrandığı gibi
davranamayacağını gösteriyor. Bütün işçiler patronların
iradesine kendi iradeleriyle karşı çıkamıyorlar. İşçilerin
çoğu Topal Salih ve Yorulmaz Hüseyin gibi, kendindeki boyun
eğme alışkanlığından henüz kurtulamamıştır. Ama onlar da,
arkadaşlarının davrandıkları gibi dav-ranmaları gerektiğini
anlıyor ve onu öven sözler söylüyorlar.
"Cemile"de Orhan Kemal bize İzzet Usta'nın ve İzmirli
Nusret'in kişiliklerini tanıtıyor. İzzet Usta iyi bir
teknisyendir, ama işinde uzaklaştırmıştır ve gündelikçi işçi
olarak çalışmaktadır. İzzet, okuma yazma biliyor; üstelik
epeyce de kitap devirmiş. İşçilerle ilişkisini kesmiyor;
onlara çok yararlı öğütlerde bulunuyor; Kadir Ağa'nın
tuzaklarını açıklayarak onlara acele, düşünmeden girişilen
yanlış eylemlerden kaçınmalarını salık veriyor.
İzmirli Nusret oldukça kafalı bir delikanlıdır. İzzet gibi
onun da okuması yazması vardır (Lise dokuzuncu sınıftan
ayrılmıştır) ve epeyce kitap okumuştur. Çalıştığı fabrikada
üretimin neden azaldığını ve elbette bu azalmadan sonra
dokuma işçilerinin aldıkları ücretlerde neden düşme
olacağını ilk sezen birkaç kişiden biri o oluyor. Nusret, bu
tahminini, işçilerin huzursuzluğundan yararlanarak Numan
Bey'in tayin ettiği Avrupalı mühendisten kurtulmayı
amaçlayan patronu Kadir Ağa'ya iletiyor.
Orhan Kemal'in, yapıtlarında ilk kez Türk edebiyatında bir
sanatçının emekçi insanları kitapla karşı karşıya
getirdiğini görüyoruz. ("Can Sıkıntısı", "Ekmek, Sabun ve
Aşk", "Necati", "Devlet Kuşu" romanındaki Recep ve "Cemile"
romanı). İşçinin bilgiye duyduğu büyük özlemi dile
getirirken yazar, sömürülmüş insanların bilincinin
gelişmesinde eğitimin ne büyük bir yeri olduğunu gösteriyor.
Orhan Kemal'e göre eğitim "gerçeği görmek için" gereklidir.
Çok etkileyici portreler çizerken Orhan Kemal, konuşmaların
ayrıntılarını çok sıkı bir seçmeden geçirerek onlara
inandırıcı bir canlılık kazandırmış ve psikolojik açıdan çok
doğru kişiler yaratmıştır. Yazar bu kişileri, yaşamın içinde
ve toplumsal 'çelişkilerin ortasında, belli toplumsal
eğilimlerin temsilcileri olarak görmüş ve seçmiştir.
"Grev"deki Sarı Memet, Cemile'deki İzzet Usta ve Nusret,
"Kardeş Payı"ndaki Siverekli, "Dert Dinleme Günü"ndeki Kemal
Dokuzcanlı, Avare Yıllar'daki Ahmet, Suçlu romanındaki
Mustafa ve Hasan, "Arkadaş lslıkları"ndaki İlyas, Devlet
Kuşu romanındaki Recep yeni tür kahramanlardır; yazar,
bunları toplumsal bilincin ve toplumsal etkinliklerin
uyandığı bir dönemde ortaya çıkan insanlar olarak gösterir.
Orhan Kemal kahramanlarının iç dünyalarına girerek çok sönük
(hiçbir özelliği olmayan) dış görünüşlerin ardında
korkusuzluk, çalışma sevgisi, arkadaşlık duygusu ve doğuştan
akıllılık gibi çok büyük yeteneklerin bulunduğunu göstermiş
ve emekçi insanların toplumsal bakımdan bilinçlenmesine
yardım eden ve ahlaksal nitelikleriyle insanı kendine çeken
bir ideal yaratmıştır. Orhan Kemal'i, 30'lu yılların
kendinden önce gelen yazarlarından ayıran başka bir özelliği
de, onun Türk işçisini, kendi sınıfının temsilcisi olarak
ortaya çıkarmasıdır. Bundan başka Orhan Kemal, işçinin sınıf
psikolojisine inerek bunu açıklamış ve belli bir toplumsal
psikolojik tip yaratmıştır.
Bu idealini gerçekleştirmek için yazar, başka bir yo! daha
seçiyor. Ahlaksal bakımdan sakat ve olumsuz bir insan tipi
yaratıyor. Murtaza'da (1952'de öykü, 1964'te roman olarak
yayımlanmış) kahraman, yaşam koşullarının baskısı altında
göçmen olarak kente gelmiş fabrikada gece bekçisi olmuştur.
İşçilerle kaynaşmamış, patronların çıkarlarının çok ateşli
bir savunucusu olmuştur.
Kişiliğini, toplumdaki yerini ve tüm insanlık onurunu
yitiren Murtaza, Orhan Kemal'in yarattığı kişilerin en
başarılılarından biridir. Murtaza, oldukça karmaşık bir
kişiliğe sahiptir ve bu karmaşıklık ona iki yanlı bir görev
yükler. Murtaza karşımıza hem suçlayan hem de suçlanan
birisi olarak çıkar. Bu kişilik, kendi içinde getirdiği
eleştiriyle bize insanların bilincini sakatlayan, onları
akılsız dalkavuklar durumuna indirgeyen, acımasız hainlere
dönüştürerek onların yaşamlarında büyük yıkımlara yol açan
toplumsal nedenleri gösteriyor. Murtaza'da yazar, insanın
toplumsal ve ekonomik koşullara ne denli bağımlı olduğunu
büyük bir ustalıkla, gözler önüne seriyor. Bu örnekte asıl
trajedi, babasının bağnazlığının kurbanı olan Firdevs'in
ölümünden doğmuyor. Aslında bu bir sonuçtur; trajedinin son
aşamasıdır. Trajik sonuç asıl, yaşamın akışından, kahramanın
gelişen yaşamın gereklerine ayak uyduramamasından, kendi
toplumsal sınıfı ve toplumsal görevleriyle arasındaki
uyuşmazlıktan doğuyor.
Murtaza aynı zamanda suçlanan bir kişidir. Yaşamdaki
toplumsal koşulların kurbanıdır o; aynı zamanda bu
koşulların doğurduğu bir kötülüğü temsil eder. Yazar,
kahramanı yüzyıllarca aşağılanmaktan, yıllarca alıştığı ve
bi-lincine yerleşmiş olan o kendini - aşağı - görme
duygusundan kurtulamamış, başkalarının buyruğuna girmiş,
boyun eğmiş, kendi sınıfıyla bağlantısını yitirmiş, başka
bir sınıfın çıkarlarına körü körüne ve bağnaz bir biçimde
araç olan bir insan olarak gösteriyor; onun yaşam görüşünü,
sık sık yinelenen şu cümleyle özetliyor: "Birisi çamura
battı mı, onu kurtarmaya koşma, gerekirse bir tekme de sen
vur. Büyüklere adım uydurmak lâzım, yoksa işçilere nefes
alacak zaman bile bırakmazlar." (9)
Murtaza kişiliği, grotesk ve abartma yöntemiyle yaratılmış,
hiciv havası ön plânda olmamakla birlikte, yalnız
Murtaza'nın davranışlarında değil, daha çok yazarın
ironisine kattığı değişik tonlarda, zaman zaman sevecenlik
gösteren, zaman zaman da aşağılayıcı bir alaya dönüşen bu
ironide ortaya çıkıyor; Murtaza'nın toplumun kurbanı olarak
ya da topluma zarar veren bir insan olarak gösterildiği
zamanlara göre bu hiciv tonu da değişiyor; kurban olarak
gösterildiği zamanlardaki acıma ve hüzün duygusu gibi.
Gogol gibi Orhan Kemal de bize gözle görülür, somut bir
ideal sunmuyor; ne var ki, toplumdaki yaralar ve bunların
insanların üzerinde yaptığı moral düşüklük suçlanırken,
metnin ardında öyle bir anlam yatıyor ki, olumsuz- kahraman
aslında bütünüyle zıt bir kişiliğe dönüşüyor; böylece Orhan
Kemal'in tasarladığı idealin dış çizgileri belirginleşiyor.
Orhan Kemal'in toplumsal incelemelerin ustası olduğu
herkesçe kabul edilmiştir. Bu, kuşkusuz yerinde bir
değerlendirmedir. Toplumsal koşulların incelenmesi ve
gerçekliğin yansıtılmasında usta olan Balzac'ın Orhan
Kemal'in en çok sevdiği yazarlar arasında ayrı bir yer
tutması rastlantı değildir.
Yazarın, kahramanlarının iç dünyalarına karşı hiç ilgisiz
olmadığı açıkça,bellidir. Orhan Kemal, bu iç dünyayı
kişilerin davranışları, söyledikleri, İç diyalogları ve
diyalogları gibi dış belirtileriyle de yansıtır.
Sarı Memet ve Kemal Dokuzcanlı'nın patronlarla giriştiği
diyaloglarda Orhan Kemal'in yarattığı kahramanların
ahlaksal, moral gücü ortaya çıkıyor. Ne var ki fabrika
müdürleriyle yaptığı konuşmada Murtaza kişiliği ahlak
bakımından bambaşka bir nitelik gösteriyor.
"- Gel bakalım Murtaza Efendi... ne var ne yok?
İstediği havayı bulan Murtaza hafifçe öksürdükten sonra:
- Sağlığınız müdürüm, dedi.
- Ne yaptın hırsızını?
- Arzetmiştim âmirim: Teslim ettik karakola. Sonra çıktık
mahkemeye, verdim bu husustaki ifademi...
- Suç ortakları da yakalandı mı?
- Elbet yakalandı müdürüm...
- Peki, hırsızlıktan nasıl haberin oldu?
Murtaza uykusuzluktan biber gibi yanan gözlerini çipil çipil
kırpıştırdı:
- Çıkmış idim fabrika kapısına. Çünkü basmış idi efkâr...
Niçin efkâr bastığını hatırlayarak durdu. Fen Müdürü:
- Evet, dedi. Efkâr bastığı için kapıya çıkmıştın. Sonra?
- Daha önce müdürüm... var çok büyük kabahatimiz...
- Kabahatiniz mı var?
- Evet müdürüm, hem de çok büyük!
- Ne kabahati?
- Etmedi Nuh rapor?
- Yoo...
Murtaza ferahladı:
- O halde yapmamış vazifesini!
- Neden bahsediyorsun?
Gözlerini kısarak Fen Müdürü'nün masasına yaklaştı:
- Ben âmirim, olamam istenilen evsafta baba!
- Tuhaf...
- Çünkü olsa idim istenilen evsafta bir baba...
- Evet?
- Verebilir idim evlatlarıma sıkı disiplin, hem de terbiye!
Fen müdürü hiçbir şey anlamadığı için, hayretle bakıyordu.
- .... o zaman anlarlar idi yüksektir bir vazife herhangi
bir namustan!
- Uyumazlar idi vazife sırasında makinalarına binip!
- Demek etmedi rapor Nuh?
- Etmedi.
- Lâzım idi etmesi. Yapmadı vazifesini! Çünkü o da bilmez
nedir bir vazife. Sanar bir vazife, benzer yemeğe peynir hem
de ekmek!"(10)
Orhan Kemal, diyalogları ruhsal çözümleme amacıyla büyük bir
ustalıkla kullanarak kahramanların kişiliklerini veriyor. Bu
kişilerin konuşmaları her zaman toplumsal ilişkilerinin
özelliklerini taşıyor. Orhan Kemal'in gerçekçiliğinin bu
yanı özellikle Murtaza'nın kişiliğinde ortaya çıkıyor.
Murtaza'nın konuşmasındaki özellikler, onun hangi toplumsal
tabakadan geldiğini, ruhsal durumunu ve yapıtın ana fikrini
açıklamaya yardım ediyor.
İç - monologlar dış dünyaya, en çok da örneğin işten
çıkarılma, açlık ve hastalık gibi gündelik, basit olaylara
karşı tepki olarak oluşuyor. Yazar, kahramanlarının bu
olgular karşısındaki tepkileri, duyguları ve ruhsal
durumları aracılığıyla olguların toplumsal içeriğini
veriyor.
"Çöpçü" adlı öyküde yaşlı Halo, işten çıkarılmıştır. İssız
mahallede yalnız başına durup orada oturan ve kendilerine on
yıl gibi uzun bir süredir hizmet ettiği zenginlerin onun
haklarını savunacaklarını boşuna umut ediyor.
İhtiyar, geçen yıllarda nasıl yaşadığını anımsıyor.
Yoksulluğunu, karısının ölümünü, oğullarının iş bulmak için
gurbete gidişlerini, yalnızlığını, köhne bir ahırda kalışını
ve "gümüş" adlı tayın doğuşunu düşünüyor. İş olmaması demek
"Gümüşsün de olmaması demektir. En çok "Gü-müş"ten
ayrılacağına üzülüyor.
İşten çıkarılması, çok acı anılar ve çok acı düşünceler
getirir Halo'ya. Ne var ki, burada yazar için önemli olan
kahramanın yaşantılarını ve duygularını anlatmak değil,
bunları anlatırken çevredeki yaşamı ve bu yaşama egemen olan
adaletsizliği, insanların kötü alınyazısını, onların
karşılaştıkları ilgisizlik ve kayıtsızlığı dile
getirmektedir.
Bizce Türk edebiyatında iç - monoloğu ilk kullanan yazar
Orhan Kemal değildir; ama o, bu monologlara büyük bir
anlatım gücü yüklemektedir. Yazar, bu monologları yalnız
toplumsal çözümlemelerle birleştirmekle kalmıyor, yüklediği
büyük anlatım gücüyle onları gerçekliğin çözümleyici bir
biçimde algılanmasında bir yöntem olarak kullanıyor ve
böylece gerçekçilik yönteminin sanatsal ve çözümleyici
olanaklarını genişletmiş oluyor.
Orhan Kemal'de diyaloglar ve iç - monologlar, kahramanların
kendilerini açıklamalarında büyük bir önem kazanıyor. Yazar,
kişilerini sanki hareket özgürlüğü içinde yaratıyor; kendisi
de olaylar karşısında yan tutmaz gibi görünüyor. Sadri Ertem
ve Sabahattin Ali'nin yapıtlarında yazarın varlığını her
zaman duyarız. (Anlatım, ya ya zar ya da onun
görevlendirdiği bir anlatıcı tarafından yapılır.) Orhan
Kemal'deyse yazar gizlenmiştir. Olaylar, bir tiyatro oyununa
benzer biçimde gelişir. Yazarın konudan uzak durma
yöntemiyle betimlemeler en aza indirgenmiştir; yer ve zaman
betimlemeleri olabildiğince kısa tutulmuş, kahramanın dış
görünüşü de yalnız en gerekli ayrıntılarla verilmiştir.
Bununla birlikte Orhan Kemal, bütün bunların ardında
gizlenen tutumunu belirtmeyi büyük bir ustalıkla
başarmıştır.
Orhan Kemal, yazar olarak etkin tutumunu öznel olarak
belirtmek için kendine özgü çeşitli ironi düzeyleri taşıyan
bir tonlamaya başvuruyor. Sanatçı, asıl metnin ardına
gizlediği bu ironiyi çok belirsiz bir yöntemle veriyor ve
okurunu yazarın değerlendirmesine katılmaya çağırıyor.
Halo'nun, aklından geçirdiği, zenginlere karşı kendini
savunmasında zenginlerin gidip Belediye Başkanına öfkeyle
söylediklerini düşünüşünde çok hüzünlü ironi var; "Bolu"lu
çöpçülükten ne anlar? O daha kaşağı tutmasını bile beşir
edemez. Halo bizim on yıllık çöpçümüz. Gömüş onun eline
doğdu. Ondan başkasına çöpümüzü vermeyiz, mümkünü yok,
veremeyiz! Olursa Halo, olmazsa başkasını istemeyiz!"(11)
İhtiyarın bu sözlerinden sonra yazar da sanki onun bu çok
iyi niyetli umutlarını, o denli derin bir umutsuzluğu
yansıtan bir dille azarlıyor: "İşte zavallıcık! Karnı tok
sırtı pek olanların senin gibi aç bir zavallının halinden
anlamalarını nasıl umuyorsun?"
"Dert Dinleme Günü" öyküsünde fabrika idarecilerine yönelen
ironi, başka bir havada veriliyor: "Fabrika sahibi, fabrika
sahibinin oğlu, umum müdür, muhasebeci, en geriden de
başmakinist odaya girdiler."(12) Bu cümlede ilk bakışta
ironiyle ilgili hiçbir belirti yoktur. Ama Kemal
Dokuzcanlı'nın "Zaten mebuslarla görüşmek işçilere hiç bir
şey sağlamaz" demesinden sonra gene, "Fabrika sahibi,
fabrika sahibinin oğlu, umum müdür, muhasebeci, başmakinist
şöyle bir bakıştılar."(13) sözleri bizi uyararak dikkatimizi
çekiyor. Bundan sonra dokumacı, "Herkesin kendi kaygıları
var; benim de var." diyor. Gene, üçüncü kez, "Fabrika
sahibi, fabrika sahibinin oğlu, umum müdür, muhasebeci,
başmakinist kafa kafaya verip fiskosa başlamışlardı."(14)
sözlerinin tekrarlandığını görüyoruz. Aynı cümle üç kez
tekrarlanıyor. Elbette burada ironi, metnin ardında
saklıdır; emekçi insanların başkaldırması karşısında
afallayanların gittikçe artan korkusu görülüyor.
İstediklerini metnin içine gömerek söylemek aslında Orhan
Kemal'in anlatım sanatının özelliklerinden biridir; sanatçı
böylece çok yalın konulara çok yönlü bir anlam katmaktadır.
Gerçekliği değerlendirirken Orhan Kemal, kahramanlarının,
yani emekçi insanların ruhsal durumunu ve mantığını
kullanıyor. Orhan Kemal yalnızca tüm ruhsal ve siyasal
sempatisini yönelttiği halktan söz etmiyor; yaşamın
gerçekliğini yalnız halkın görebileceği biçimde yansıtıyor.
Orhan Kemal, gerçekliği halkın gözüyle yansıtıyor ve halkın
çıkarlarını savunuyor.
Yazar, yapıtlarını burjuva ideolojisi ortamında, ülkenin
kendine özgü toplumsal ve tarihsel gelişmesinden dolayı
devrimci temponun çok yavaş olduğu koşullarda yaratıyordu.
Bununla birlikte Orhan Kemal, sıradan insanların
kişiliklerinde toplumsal özellikleri yakalayarak belleğimize
yerleştirmiş ve daha mutlu bir geleceğe inancını
koruyabilmiştir. Bunu başarabilmesini de toplumsal
ilişkilerin aldığı yönü kavramasına, tarihsel gelişme
karşısında edindiği bakış açısına, yani bilinçli bir tarih
görüşünü benimsemesine borçludur.
Orhan Kemal'in yapıtlarında Gorki'ye benzer bir iyimserlik
görülüyor. Bu iyimserliğin temelinde dürüstlük, yaşama ve
insanlara karşı edinilen gerçekçi bir tutum yatar. Yazar,
yansıttığı gerçekliğin bu olumlu yönlerini, gözleri daha
açılmamış, kölelik bilincinden kurtulmamış insanların
dramatik durumlarının, onların çektikleri acıların,
ızdırapların ve haksızlığın ardında görebilmiştir.
Orhan Kemal'in yazarlığından söz ederken Gorki'nin adını
anmamızın bir nedeni vardır. Sabahattin Ali,
edebiyatçılığının ilk yıllarında romantik Gorki'ye yakınsa,
Orhan Kemal de aslında, temelinde gerçekçi Gorki'ye
yakındır. Türk yazarının, Rus yazarının etkisi altında
kaldığını şimdilik ileri süremeyiz. Böyle fikirleri ileri
sürebilmek için büyük savlara ve kanıtlara gerek vardır. Ama
bu iki yazarın birbirine yakınlığı kuşkusuzdur.
Orhan Kemal, Gorki'nin yapıtlarını anlar ve severdi.
"Necati", "Kitap Satmaya Dair", "Ekmek, Sabun ve Aşk"
öykülerinde Gorki'den söz eder. Rus yazarının yapıtlarında
onu en çok çeken şey, en başta gerçekliğin yalın ve doğru
olarak betimlenmesi, halkın daha mutlu bir geleceğe doğru
gittiği yolunda bir umut, sonra da Gorki'nin bilgi ve
yaşamda daha onurlu bir yer edinmek için savaşma
çağırısıdır.
"Ekmek, Sabun ve Aşk"ta Orhan Kemal, bir gardiyan olan
Galip'le dostluğunu anımsıyor. Birbirine çok zıt olan iki
insanı; kitaplara duydukları sevgi yakınlaştırıyor. Yazarın
Galip'e verdiği kitaplar arasında Gorki'nin Benim
Üniversitelerim'i de vardır; ama bu kitap, Galip üzerinde
pek büyük bir etki yapmamıştır; o, "Senin, benim gibi
herhangi bir adamın yaşamına benziyor bu." diyor.
Gorki'nin yapıtları, romantik ve düşlerle yaşayan öykü
kahramanı işçi Necati için bütünüyle başka bir anlam
taşımaktadır. Onu, Gorki'nin olağanüstü insan sevgisi
heyecanlandırır. Hapishanede ranzasının yanındaki duvara
Necati, büyük bir özen göstererek kömürle şunları yazar:
"Peşkof - Gorki".
Gorki'nin yaşamını kendisine örnek olarak alıp benimsedikten
sonra Necati, sıradan bir emekçinin de insanlara yararlı
olabileceğine inanmıştır. Necati o zaman bir kitap yazarak
insanlara kendi yaşamını anlatmak isteğiyle yanıp tutuşmaya
başlıyor.
Necati, kendisini endişelendiren moral ve etik sorunlara
Gorki'de çözüm arıyor. "Çocukluğum", "Ekmeğimi Kazanırken"
ve "Benim Üniversitelerim" in yazarı Gorki gibi Necati de,
yaşama koşullarından ötürü kendi sucu olmadan cahil ve kaba
kalmış insanlara karşı anlayış ve hoşgörü geliştirmeye
çalışıyor.
Öykü, yazar tarafından anlatılıyor (Necati, anlatıcıyla
konuşurken ona Orhan diyor). Sonra, Necati'nin, Gorki'ye
duydukları aracılığıyla Orhan Kemal, insan ve yazar olarak
Gorki'ye karşı olan duygularını dile getirerek ona duyduğu
ilgiyi bize anlatmış oluyor. Hapisteki emekçinin Gorki'yi
okuduktan sonraki duyguları, aynı zamanda Orhan'ın kendi
duygularını dile getiriyor.
"Kitap Satmaya Dair" adlı otobiyografik öyküsünde yazar,
Gorki'ye karşı duyduğu sevgiyi açıkça belirtiyor. Öykünün
kahramanı işsizdir; ama elinde kalan tek şeyi, kafasını
biçimlendiren kitapları satmaya bir türlü karar veremiyor:
"... Kitapların herbirinde haşiyeler, notlar, mütalaalar...
İşte Tolstoy'un "Harp ve Suİh"u... Sonra "Benim
Üniversitelerim." Bilhassa bu... Onda mutlaka Gor
ki'den birşeyler... Yahut da, o da Gorki gibi yaşıyordu
da..."(15) ' ,
Gorki'nin üçlüsüyle Orhan Kemal'in otobiyografik yapıtları
arasında büyük benzerlik vardır; bu, iki yazarın ya-şamlarındaki
benzerlikten geliyor. İki kitaptan oluşan ("Baba Evi",
"Avare Yıllar") bu Küçük İnsan Notları adlı kitabı Gorki'ye
yaklaştıran şey, yaşamlarındaki benzerlik, fikir
ve sanat alanında iki yazarın ortak arayışları ve ikisinin
de adaletsiz toplum yapısını suçlamamalarıdır. Orhan
Kemal'in "Bir İnsan" adlı öyküsünde, herşeyini, bütün
parasını pulunu yitiren birisi şöyle diyor: "- ...Beyefendi!
Her yerde insanlar... Koşuşuyorlar, gidiyorlar, geliyorlar,
tutuyorlar, koparıyorlar... Yığın yığın, vıcık vıcık; sürü
sürü insanlar... Üzerinize atlıyorlar, lokmanızı ağzınızdan
kapıyorlar beyefendi. Beyefendi insanlar kurt gibi, kurtlar
gibi saldırıyorlar beyefendi!"(16) Bu bize Gorki'nin Benim
Üniversitelerim'ini anımsatıyor; orada da birisi şunları
söylüyor: "Ben, hırsız gözüyle bakılan bir insan sayılırım.
Doğrudur, ben suçluyum. Bakın, herkes hırsızlıkla geçiniyor.
Herkes birbirini sömürüyor ve kemiriyor..."(17)
Orhan Kemal, kahramanlarını -halktan insanları- kesinlikle
idealize etmiyor. Yalnızca ağır yaşam koşullarının insanın
ruhsal dünyası üzerinde yaptığı çok yıkıcı etkiyi
belirtiyor. ("Ekmek Kavgası", "Köpek Yavrusu").
"Köpek Yavrusu" öyküsünde böyle küçük bir sahne görüyoruz
-erkek çocuklar bir değnekte küçük bir köpek yavrusuna
vuruyorlar;- köpek yavrusu açısından bağırıyor, çocuklar da
bundan büyük bir zevk duyuyorlar. Bitkin köpek yavrusu,
sesini kestiği zaman, ona işkence yapanlar üzülüyorlar.
Büyük insanların da katıldığı topluluk ısrarla "Vur! Vur!"
diye bağırıyor ve oğlanlar onlardan Cesaret alıp zavallı
hayvan için bir sürü yeni işkence yaratıyorlar.
Aklımıza ister istemez Gorki'nin Çocukluğum'undan dizeler
geliyor: "Sokaktaki oyunların acımasızlığı beni her zaman
isyana sürüklüyordu. Bu benim çok rastladığım, kudurganlığa
dek varan bir acımasızlıktı. Çocukların köpekleri ve
horozları dövüştürmelerine, kedilere işkence etmelerine,
Yahudilerin keçilerini kovalamalarına ve sarhoş dilencilerle
alay etmelerine dayanamıyordum."(18).
Görüyoruz ki, bu iki yazarı birleştiren şey, "insanın"
acımasızlığına karşı duyarsız kalomama biçiminde ortaya
çıkan hümanizmadır. Ama oğlanların vahşetini ve
acımasızlığını suçlarken Orhan Kemal de Gorki de bu
davranışlara yol açan nedenleri ortaya çıkarıyorlar; bu
nitelikleri gösteren insanlar, aslında kendileri mutsuzluk
içindedirler - yoksulluğun ve cahilliğin kurbanıdırlar.
Öyle ki, Orhan Kemal'in öyküsünde acınacak durum da olan
yalnız "ızdıraplarını insanlara anlatamayan" köpek yavrusu
değil, onun kadar acınacak durumda olan, ona işkence yapan
solgun yüzlü, zayıf, paçavralar içindeki çocuklardır.
Orhan Kemal'in "ezilmiş ve aşağılanmış" insanlara karşı
duyduğu yakınlığı, düşük kadınlar temasını işleyen
yapıtlarında da görüyoruz ("Bir Lira", "Kötü Kadın", "Bir
Kadın", vb). Orhan Kemal, kadın kahramanlarının yaşamını çok
soğukkanlı ve görünüşte hiç duygularına kapılmadan sanki çok
alışılmış bir şeymiş, gündelik bir şeymiş gibi anlatıyor.
Oysa yapıtlardaki bu soğukkanlılık aslında, bizi sarsıcı bir
etki yapıyor. Bu kadın kahramanların yazgılarına kaçınılmaz
bir şeymiş gibi boyun eğmeleri, okurda bir isyan duygusu
uyandırıyor.
Gene Gorki'nin Ekmeğimi Kazanırken adlı romanındaki Natalya
aklımıza geliyor. Üçlünün yazarı, bu kadınla son görüşmesini
şöyle anlatıyor: "Ben onun bir sokak kadını olduğunu hemen
anladım; çünkü o sokakta başka kadın yoktu. Ama bana bunu
kendisi açıkladığı zaman duyduğum acımadan ve utançtan
gözlerim yaşardı. Kendisinin bunu sanki bildiğini görmek
benim içimi dağladı; çünkü daha kısa bir süre önce öylesine
gözüpek, öylesine özgür, öylesine akıllı bir kadındı ki
o!"(19).
Gorki gibi Orhan Kemal de bu dünyadaki yaşamı yaratan,
emeğin büyük yükünü omuzlarında taşıyan, ama meyvalarından
hiç yararlanmayan yeni bir halkın doğuşunu anlatıyor. Orhan
Kemal'in, halkın zor yaşamını yansıtan yapıtları kesinlikle
kötümser bir hava taşımıyor; çünkü yazar, halkın tükenmez
gücüne ve mutlu geleceğine inanmıştır.
Orhan Kemal'in yapıtlarını okurken, ister istemez Gorki'nin
şu güzel sözleri aklımıza geliyor: "Bizim yaşamımız çok
şaşırtıcıdır, çünkü hayvan gibi insanların oluşturduğu
tabaka ne denli doğurgan ve kalın olursa, o denli bu
tabakayı delerek gelişen parlak, sağlıklı, yaratıcı ve iyi
insanlar çıkıyor; bu da aydınlık ve insanca bir yaşamın
yeniden doğacağı yolunda bize büyük bir umut veriyor."(20)
Orhan Kemal'in "Hamam Anası" (1955) öyküsü, içerik ve sanat
açısından öteki öykülerinden oldukça ayrıdır. Emekçi halkın
adaletsizliğe karşı başkaldırısını, mertliğini, sağlam
inancını, sömürgenlere ve zalimlere karşı nefretini, giderek
eylem çağrısını bu öyküsünde yazar, alegorik bir biçimde
anlatıyor.
"Hamam Anası"ndaki hümanist tutum ve çok belirgin romantik
üslup yazarı, Gorki'nin "İtalyan Öyküleri"ne ve bunların
arasında çok tanınan "Ölümü Yenen Kadın" öyküsüne
yaklaştırıyor; ama elbette bu tema her iki yazarda başka
başka işleniyor.
Gorki'de ana, ölümü yenen kadın olarak görülüyor. Ana, "bu
dünyanın kanlı kırbacı" olarak tanınan Timurlenk'i kendi
istemine boyun eğmeye zorluyor ve korkunç Timurlenk, kadının
sözüne uyarak esir düşen oğlunun bulunması için üçyüz atlı
çıkarmaya mecbur kalıyor.
Gorki, öyküsünü şöyle bitiriyor: "Bütün bunlar, gerçektir.
Her bir sözcüğü gerçektir. Bunu analarımız biliyor. Onlara
sorun; Onlar size:
"Evet, bu ölümsüz bir gerçek. Biz ölümden daha güçlüyüz. Biz
dünyaya kahramanlar, şairler ve bilge kişiler armağan
ediyoruz. Dünyaya, ün salan her şeyi biz ekiyoruz,
diyeceklerdir."(21)
Orhan Kemal'in yapıtında Hükümdar'la tartışan dul kadın,
Firavun Tutankamen'den Ehramlar yapılırken can veren
kocasının öcünün alınmasını istiyor. Ama, "Kadıncağız
anlatmaya çalışmışsa da, Hükümdar bu dertlinin derdinden ne
anlar. Gürlemiş: "Yıkıl karşımdan!"(22)
Kadın gider, ama arayışından vazgeçmez. Yıllar, yüzyıllar
geçer. Başka hükümdarlara başvurur. Peygamberlere ve Allaha
yalvarır. Ama hesaplaşma saati henüz gelmemiştir.
Öykü şöyle sona eriyor: "Kim ne derse desin, bu sabırlı
kadın günün birinde Tutankamen'den hakkını alacak,
asırlardır çektiklerini onun hükümdar burnundan fitil fitil
getirecek! Ben buna inanıyorum."(23).
Bu iki yapıtın kadın kahramanları birbirine çok yakındır.
Örneğin Gorki'de şu dizeler var: "Hükümdar'ın önünde, eski
püskü ve güneşte solmuş giysiler içinde, yalınayak, çıplak
bağrını örtmek için siyah saçlarını omzuna serpmiş, tunç
yüzlü, hükmeden gözleriyle bakan kadının Aksak Timur'a
uzattığı esmer eli hiç titremiyordu."(24).
Orhan Kemal bu kahraman kadını şöyle anlatıyor; "... Siyah
çarşafına sıkı sıkıya bürünmüştür... ve kara gözlerinin
akıyle beyaz beyaz bakar. Dilenciye benzemediği için, sadaka
verip vermemekte tereddüt edilir"(25).
Gorki'nin, ananın Timurlenk'e uzattığı elinin titrememesine
dikkatlerimizi çekişi rastlantı değildir. Bu el
yal-varmıyor, buyuruyor. Orhan Kemal'de de aynı şeyi
görüyoruz; insanlar kadına sadaka vermeye bir türlü cesaret
edemiyorlar. O, acınacak bir dilenci değil, öc saatini
bekleyen bir büyücüdür.
Orhan Kemal de Gorki gibi, kahramanca davranan bir kadın
kişiliği karşısında yenik düşen Hükümdar temasını gene
Gorki'ye yakın bir üslupla işliyor.
Bununla birlikte Orhan Kemal, siyasal (püblisist) bir yazar
olarak bu öyküde temaya iki yanlı bir çözüm getiriyor. Bu
çözümlerden biri, doğrudan doğruya masal yapısına uygun bir
sonuç, ötekiyse açık ve özlü bir sonuçtur. Hatırlatmak
isteriz ki Orhan Kemal, hiçbir zaman açıkça didaktik
sonuçlardan yana olmamıştır. 50'li yıllarda yazılan "Hamam
Anası", Gorki'nin masalından daha belirgin toplumsal ve
kışkırtıcı bir özellik gösteriyor.
Orhan Kemal'in yazar olarak ortaya koyduğu kendi görüşlerini
açışı her zaman doğru olarak anlaşılmıyor. Aynı şey,
zamanında Gorki'nin yapıtlarının değerlendirilmesinde de
olmuştur.
Yüzyılın başlarında bazı burjuva eleştirmenlerinin Gorki'nin
yapıtlarını oluşturan özellikler arasında yalnızca
kapitalist dünyaya yöneltilen eleştirileri gördüklerini
belirt-mek ilginç olacaktır. Bu konuda bir Fransız
edebiyatçısı ve Akademi Üyesi olan Melchior de Vogüe'ün
açıklaması ilginçtir: "Revue de deux Mondes" da (1 Ağustos
1901) çıkan bu açıklamada ünlü Melchior, Gorki'nin
yapıtlarını hiç anlamadığını göstermiştir.
Vogüe, Gorki'nin gözlemlerinin çok sınırlı, gerçeğe bakış
açısının da çok dar olmasını eleştirerek şöyle devam ediyor:
"... ve çok rastlanan bir iki istisna dışında Gorki, hiçbir
zaman emekçi sınıftan yukarılara çıkmıyor ve toplumun sınıf
dışına itilmiş olan ayak takımı üzerinde durmaktan büyük bir
zevk alıyor." Rus yazarının yapıtlarında insan yaşamını
zorlaştıran koşullara karşı içten ve ısrarlı bir
başkaldırmanın bulunduğunu kabul ederek Fransız yazarı, gene
de ısrarla Gorki'nin "olumsuzlamadan başka bir şey
getirmediğini", ahlâk alanındaki arayışları bakımından onun,
öncüleri olan Dostoyevski ve Tolstoy' dan daha geri
kaldığını söylüyor.
Oysa aynı yıl içinde ünlü Amerikalı yazar Jack Lon-don'ın
yayınladığı bir makale, Gorki'nin dünya demokratik toplum
fikrinin temsilcileri tarafından doğru anlaşıldığına
tanıklık ediyor. Aslında Jack London, Gorki'nin dünya
edebiyatına getirdiği yenilikleri görmüştür. "Bizim pazarlar
ve borsalarla dolu dünyamızda, spekülâsyonlar ve alım
satımla uğraşan yüzyılımızda her ülkeden yükselen ısrarlı
sesler, yaşamdaki gerçekliği suçluyorlar..." diye yazıyor
Jack London. "Bütün Rus meslekdaşları gibi Gorki' nin
yapıtlarının özünde de heyecanlı bir başkaldırma var. Onun
sımsıkı kapanmış yumruğundan süslü püslü boş şeyler değil,
yaşayan bir gerçek, ağırlığı olan, kaba ve itici, ama gene
de bir gerçek dökülüyor."(26).
Jack London, Gorki'nin ustalığının gerçekçi bir yazarın
ustalığı olduğunu anlıyor ve bunda haklı olarak Gorki'nin
gerçekçiliğindeki geleceğe yönelik yeniliği görerek şunları
yazıyor: "Onun gerçekçiliği kendisinden önce gelen Turgenyev
ya da Tolstoy'un gerçekçiliğinden daha etkindir. Gorki'nin
gerçekçiliği, onların çok nadir erişebildikleri coşkun,
taşkın bir düzeyde soluk alıyor; böylece onlardan devraldığı
yazarlık tacını Gorki, kendi genç başında büyük bir onurla
ve görkemlilikle taşıyacağını kanıt-lıyor."(27).
İlke olarak eskiyle bağdaşmama, geleceğe inançta dolu olma,
yeni ve özgür insan bilincinin oluşması Rus ve Türk
yazarlarını belirleyen ve birbirlerine yaklaştıran
özelliklerdir; bu özellikler aynı zamanda onların
gerçekçiliğinin yeni bir niteliğidir.
Toplumsal-estetik düzeyde edebiyat olguları, yalnız bunlara
duyulan toplumsal gereksinme oranında gelişiyor. Yaşamın
gerekli koşulları oluşturmasıyla genel olarak her
edebiyatta, özel olarak da Türk edebiyatında eleştirel ger
çekçiliğin ötesine geçildiğini görüyoruz. Aslında, eleştirel
gerçekçilik de yeni fikir-estetik araçlarını taşıyan bir
edebiyat doğuruyor. Dünya edebiyat tarihine bakarsak,
eleştirel gerçekçiliğin de romantik edebiyatın
kazanımlarından kalın bir duvarla ayrılmış olmadığını
görüyoruz. Örneğin, Balzac'ın ve Dickens'in yapıtları,
romantik eğilimlerden hiçbir zaman arınmış değildir. Aynı
biçimde Orhan Kemal'in yapıtları da yeni bir gerçekçiliğin
belirtilerini taşımakla birlikte eleştirel gerçekçilikle
bağlarını koparmış değildir.
Genellikle çağdaş gerçekçilik, özellikle de Türk
gerçekçiliği, çok değişik eğilimlerin yanyana birarada
bulunmasıyla belirlenir. Türk gerçekçiliğinde sosyalist
eğilime bağlı edebiyatın yönelişi gittikçe güç
kazanmaktadır. Orhan Kemal'in yapıtları da, bu edebiyatın ne
denli güçlü olduğunu kanıtlamaktadır.
NOTLAR
(1) Orhan Kemal, Ekmek Kavgası, Rusça'sı R. Fiş, Moskova,
1956.
(2) 3 Ciltlik Rus Sovyet Edebiyatı Tarihi, Cilt I, Moskova,
1958, s. 487.
(3) A. Metçenko, "Sosyalist Gerçekçilik ve Sosyalist Sanat
Üzerine", Oktobr Dergisi, 1967, Sayı 6, s. 196.
(4) Orhan Kemal, Ekmek Kavgası, İst., 1958, s. 40-41.
(5) Orhan Kemal, Cemile, İst., 1970, s. 23-24.
(6) Orhan Kemal, "Grev", Ankara, 1954, s. 11-12.
(7) A.g.e., s. 50.
(8) A.g.e., s. 50-51.
(9) Orhan Kemal, Murtaza, İst., 1969, s. 347.
(10) A.g.e., s. 325-326.
(11) Orhan Kemal, Çamaşırcının Kızı, İst., 1964, s., 42.
(12) Orhan Kemal, Grev, s. 49.
(13) A.g.e., s. 50.
(14) A.g.e., s. 51.
(15) Orhan Kemal, Ekmek Kavgası, s. 74-75.
(16) A.g.e., s. 33.
(17) A. M. Gorki, 30 Ciltlik Bütün Eserleri'nde, Cilt 13, s.
613, (R.K.).
(18) A.g.e., s. 90.
(19) A.g.e., s. 483.
(20) A.g.e., s. 185.
(21) A.g.e., Cilt. 10, s. 45.
(22) Orhan Kemal, Arka Sokak, İst., 1956, s. 76.
(23) A.g.e., s. 77.
(24) A. M. Gorki, 30 Ciltlik Bütün Eserleri'nden, Cilt. 10,
s. 41, (R.K.).
(25) Orhan Kemal, Arka Sokak, s. 74-75.
(26) Jack London, Seçmeler, Moskova, 1951, s. 681-684,
(R.K.).
(27) A.g.e
TÜRK EDEBİYATI ÜZERİNE / Svetlana Uturgauri, Cem
Yayınevi, 1989 |