Orhan Kemal kimi eleştirmenlerce bazı
eserlerini anıların boyunduruğundan kurtaramama
değerlendirmesine maruz kalmışsa da bütün bu türden
yargıları paranteze almamızı sağlayacak iki önemli güce
sahiptir: güçlü diyaloglar ve karakterler arasındaki bağın
sağlamca bina edilişi...
Otobüse bindiğinizde, otobüsten inip
yolda yürüdüğünüzde rastladığınız insanların, nesnelerin,
ilişkilerin, kavramların yazarı...
“Yaşanan” hayatın, “her nasıl
yaşanıyorsa öyle” olacak şekilde etkileyici ve inandırıcı,
birebir göz önünde canlandırıcı yazarı...
Şimdilerde kitapları yeniden basılmaya
başlanan Orhan Kemal’in adı anılır anılmaz akla ilk gelen
olgular bunlar. Aramızdan ayrılışından beri aradan geçen
onca zamana karşın, hâlâ otobüste yanımızda oturan güngörmüş
bir bilge gibi bize seslenen bu adamın sanatının sırrı ne
ola? Nasıl anlamış olmalı sanatı ki, büyüsü, gün geçtikçe
azalacağına artmakta!
Ağustos 1970 tarihli Varlık’ta
kendisiyle yapılmış bir söyleşide, bu sırrın ipuçları
süzülebilir: “Sanatımın amacı... Şöyle özetlemekte bir
sakınca var mı acaba? Halkımızın, genel olarak da insan
soyunun müsbet bilimler doğrultusundaki en bağımsız koşullar
içinde, en mutlu olmasını isteme çabası. Ünlü Lincoln'ün
demokrasi tarifi gibi: Halkın, halk için, halk tarafından
yönetimi der o. Biz de neden şöyle demeyelim? "İnsanlığın,
insanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına
sanat."
Orhan Kemal’in gerçeği
“Toplumcu Edebiyat”ı “Milli Edebiyat”ın
bir adım önüne çıkaran Refik Halit Karay’dan sonra, dümeni
siyasete kıran Sabahattin Ali ve bireyciliğe geçişin ilk
örneklerini sunan Sait Faik ile birlikte 1950’li yılların
bir diğer damarıdır Orhan Kemal. Gerek hikâye ve roman
kişileri, gerekse bu kişilerin muhtemel dünyalarına
bağlılığıyla, edebiyatımızda “Toplumcu Gerçekçilik” şeklinde
isimlendirilen bir anlayışın ürünlerini sunar.
Bir kuramdan süzülen değil, bir
yaşantıdan dökülen karakterleriyle gündelik gerçekliği,
sanat gerçeğinin bir adım önünde tuttuğunu gizlemez. Bu
minvalde yer yer durağan gerçekliği yazının geçişli, akışkan
dünyasına “salıvermeme”, tersinden söylersek, yazının tek
bir bildirgeye indirgeyemeyeceğimiz çoğul anlamını,
yaşanmışın dar kalıplarına hapsetme tehlikesiyle karşılaşmış
ve hatta kimi eleştirmenlerce bazı eserlerini anıların
boyunduruğundan kurtaramama eleştirilerine maruz kalmışsa
da, tüm bunları parantez içine almamızı sağlayacak iki
önemli yetkeye sahiptir: güçlü diyaloglar ve karakterler
arasındaki bağın sağlamca bina edilişi...
Orhan Kemal, adeta vagon vazifesi gören
diyaloglar üzerine bina ettiği anlatımı ve bir kamera gibi
kullandığı dili ile düşsel alana, bilinçaltına ve bu
dünyanın türlü bilinmezlerine açılarak çok başlılık (başka
bir ifadeyle çok uçluluk) sergilemeyi seçmeyen bir yazar.
Vurgulamakta yarar var: seçmeyen!
“Gerçeğin yazarı” Orhan Kemal Yelken
dergisinde Kasım 1963 tarihinde yapılan bir söyleşide,
gerçeklikle ilgili endişelerini dile getirir:
“Gerçeklik, bir bakıma çok kaypak bir
kavram. Dışımızda: yani bilincimizin dışında, bilincimize
bağlı olmayarak varolan gerçeğin tıpatıp fotoğrafını çekip
okurlara göstermek de bir çeşit gerçekçilik sayılır. Ama
buna ‘naturalizm’ diyorlar. Şuna benzer: olmakta olanı
olduğu gibi yansıtmak, başka bir deyimle doktorun
hastasındaki hastalığı görmekle yetinmesi gibi bir şey.
Benim andığım gerçekçilik yalnızca bu kertede kalmamalı.
Onun için sanatçı gerçeğin ölçülerini kendinde toplayıp
‘olmuş mu?’ ile birlikte ‘olabilir mi?’nin karşılığını
verebilmeli. Bununla da kalmamalı, ‘nasıl olmalı?’ ya da
karşılık bulabilmelidir. Sanatçı doğanın kopyacısı değil
kendinden bir şeyler katan bileşimci olmalıdır. Bilmem
anlatabildim mi?”
“Dinlediğin senin hikâyen”
Yazarın, günlük hayatta birebir
karşılığını bulabileceğimiz “sıradan” karakterlerinin
toplumla, düzenle olan münasebetleri ve küçük gerçek
konuları, alışılageldik tekniklerle çarçabuk anlatma derdi,
eserlerinin mihenk taşını meydana getirir. Somut kişiler ve
olaylarla bezeli hikâyeleri, bir varoluş sancısına değil,
egemen ideoloji içinde koşulların insanı zaten getirip
bıraktığı yere projektör tutar; bu kertede okurun zihninde
art arda anlam katmanları oluşturmaz. Kimileyin kişiden
hareketle topluma, kimileyin toplumdan kalkışla insana
çevrilen bir projektördür bu. Bunda, kişilerin en temel
yanlarının toplumda mevcut güçler tarafından belirlendiği
düşüncesinin etkisi de yok değildir. Orhan Kemal, gözleme ve
dış gerçekliğe dayalı diliyle bu düşünceyi somutlaştırır.
Böylece yazarın, sanat eserinin dış gerçekliği yansıttığı
düşüncesini benimsediği; buna mukabil, genel, kanıksanmış ve
güvenilir olandan meçhule, bilinçaltının türlü geçitlerine
doğru bir evrilmeyi hedeflemediği görülür. Kaldı ki, dış
dünyayı bu denli merkeze alan ve rotasını bu dünya üzerine
sabitleyen bir metinden de iç yaşantının türlü dehlizlerine
ışık tutması beklenemezdi.
Orhan Kemal’in aynı zamanda güçlü bir
diyalog yazarı olmasının nedenlerinden biri de, henüz
eserlerinde dillendirilmeden önce, kahramanlarını bir bütün
olarak tanımlayışı, her birinin tam olarak kim olduğu, ne
yaptığına ilişkin bilgisidir şüphesiz. Bir bilinmezliğe kapı
aralamayan ve içine doğdukları coğrafyanın alışkanlıklarını
paylaşan karakterleri, iç buhranlarıyla değil, dış mekânda
durdukları yerle, tutundukları konumla bir statü
edinmişlerdir; sır dünyasına kapı aralamazlar. Çağrışım
zenginliği, bu zenginliğin kişilerdeki neticeleri, kısaca
sancılı tarafımızı meydana getiren ve varoluşumuzu
sorgulayan anlam boşluklarından uzakta, -her ne kadar
toplumcu edebiyatın nüveleri olarak adlandırılsalar da-
tümel birer “birey”dirler bu kahramanlar.
Orhan Kemal’in eserinin anlamı
Orhan Kemal’in gerek kahramanları,
gerekse tipleri, yazının ana anlatım öğesi olarak, bir an’a
ya da bir olguya kenetlenmiş anlık tepkileriyle değil, tüm
zamana yayılmış kişilik özellikleriyle ortaya çıkarlar.
Kimileyin yazar da güçlü gözlemleriyle bir üçüncü göz olarak
aralarına katılır. Zaman, bu anlamda devinmez, başladığı
noktadan daha ileriye çizgisel bir rota takip eder.
Şüphesiz, Orhan Kemal’in kalemi de gerçekliğin sıkça
sorgulandığı “Dil gerçekliği yansıtır mı?” sorusu etrafında,
eleştirmenlerce türlü değerlendirmelere tabi tutulmuştur.
Ancak ne yazar, ne de okur olarak, kendinden menkul,
duyarlığımızın dışında, önceden verili bir dış dünya
tasavvuruna sahip olabilir, ne de metni bu bağlamda nesnel,
nötr bir okumayla “algı”layabiliriz. Algılarımız her zamanki
gibi seçtiği an (=parça) üzerine tüm bir yapı inşa edecek,
kendisiyle nesnesi arasında özel (=etkin) bir bağ kuracak,
çağının, kavrayışlarının ve daha bir sürü tecrübenin
ışığında onu dönüştürecek, parçalayacak, kısacası onu
“anlam”lı kılacaktır.
Böylelikle, “Dil gerçekliği yeniden mi
üretir?” sorusu çok daha elzem bir soru olarak karşımıza
çıkar. Bu noktada eleştirmenlerden farklı yankılar bulan
yazarın, eserlerinde ipuçlarını verdiği dünya görüşü,
insanın özünü zaman dışı bir soyutluk olarak algılamaz;
tarihsel, toplumsal ilişkilerden yola çıkarak, kendisini
çevreleyen doğa ve toplumla etkin bir iletişime geçer.
Tam burada, Ocak 1966 tarihli Varlık
söyleşisine kulak kabartılmalı: “Hangi türden olursa olsun,
sanat eserinin, onu yaratan sanatçının fikri aşamasından
gelen bir ‘Propaganda’ aracı olmamasına imkân var mı?
Toplumcu bir yazarım demiştim. Toplumcu bir yazar da,
düzensizliğini yerdiği bir toplumun düzene girmesini
istemekle o toplumu teşkil edenlerden ‘Herbirinin’ ekonomik
hürlüğünü istiyor demektir. Bu istem, bu isteme karşı olan
‘Çıkarcılar’a, yani mutsuz insanlar mahşeri içinde yalnız
kendi mutluluklarını düşünen, ellerine geçirmişlerse bunu
kaçırmak, başkalarıyla paylaşmak istemeyenlere karşın
olacağından, davranış elbette politiktir ve şüphesiz tiyatro
yazarı, eseriyle fikirlerini savunuyordur. Ama bu savunu bir
ekonomi, bir sosyoloji, bir ön plâna alınmış, artistik bir
savunu olabilir. Yani sanatçının tutumu ‘Eğlendirici’
olmaktan çok, ‘Düşündürücü’ olmalıdır. Ya da bir başka
deyimle, gerekiyorsa, ‘Güldürüp ağlatarak düşündürmeli’dir.”
Yukarıda alıntılanan sözlerine karşın,
yarattığı tiplerin, içinde bulundukları olumsuz şartları
tahkik etmeye değil, göstermeye yönelik “sade” duruşları bir
ikilem gibi gözükse de Orhan Kemal, yapmacıksız
karakterleri, onları bir metin içinde tiyatrovari örüşü ve
sağlam diyaloglarıyla eleştirmenler ve okurlarınca gündemden
düşürülmeyecek, sıkça anılacaktır.
**************************************
Adamakıllı bir resmimi çek... Geberip gideceğiz
Ara Güler
Varlık Yayınları’nda “Avare Yıllar”
adlı bir roman çıktı. Yazarı Adana’da oturuyordu. Adı Raşit
Öğütçü idi. Kitabındaki imza ise Orhan Kemal’di. Bu kitap
beni yepyeni bir dünyaya soktu. Bundan önce çıkmış bir
kitabı daha vardı: “Baba Evi”. Hemen onu da bulup okudum.
Kendisiyle tanışmam ise 1952 yılına rastlar. Adana’dan
gelmişti. Hüsmettin Bozok, Agop Arad, ressam Fethi Karakaş,
şair Zahrad, Orhan Kemal ile arkadaşı Kemal Sülker, Mehmed
Kemal, Salih Tozan ve ben hep birlikte Güney Park gazinosuna
gittik. Orhan Kemal’le ilk “merhaba” işte böyle başladı.
Daha sonra Orhan Kemal İstanbul’a yerleşti. Yeditepe’de ilk
romanı 1952’de yayımlandı. Adı “Çamaşırcının Kızı”.
İstanbul’a yerleştikten sonra Orhan
Kemal’i herkes, her yerde, her zaman görebilirdi. Çünkü
gündüzleri hep Cağaloğlu’ndaki kahvelerde romanları için not
alır, geceleri ise çoğu zaman Beyoğlu Balık Pazarı’ndaki
Cumhuriyet lokantası, daha önceki zaman Lambo’nun meyhanesi
veya cepte daha çok para olunca da Çiçek Pasajı’nda olurdu.
Benim evim Galatasaray’da, merkezi bir yerde olduğu için,
kimi vakit bana gelip birbirlerini de beklerlerdi. Lambo’ya
en çok Orhan Veli, Sait Faik, Orhan Kemal, Bedri Rahmi,
Halim Şefik Güzelson, bizim kuşaktansa Metin Eloğlu, Orhan
Peker, Edip Cansever, Özdemir Asaf giderdi. Bir de zaman
zaman düşenler vardı: Fazıl Hüsnü Dağlarca, Baki Süha
Ediboğlu, Mücap Ofluoğlu, Mehmed Kemal, aktör Salih Tozan,
aktör-şair Cahit Irgat, Aktedron Fikret gibi...
Fotoğrafça düşününce Orhan Kemal benim
için bir film kahramanıydı adeta. Kafasında hep Borsalino
şapka, beyaz gömlekli, kravatlı, koyu renk elbiseli. 1935-40
modeli sinema artistlerine benzerdi tıpkı. Kışın gene aynı
şapka olurdu başında, ancak bir de palto giyerdi. Hep resmi
gibi hali vardı. Rejisör olsam, hangi filmde oynatırım diye
düşünebilirdim.
Yıllar sonra bir gün resim çekmeye
karar verdik. O Cibali’de oturuyordu, bense Beyoğlu’nda.
İkisinin ortasında bir yerde, Galata Köprüsü’nün başındaki
Ziraat Bankası’nın önünde buluştuk. Yürürken onu hangi fonun
önünde çekeceğimi düşünüyordum. İlkin Şişhane ile Karaköy
arasındaki ara sokaklarda çalışan, romanlarındaki insanlara
benzeyen insanların içine yerleştirmek istedim onu. Sonra
Cibali’deki kahveye gittik. Oradaki arkadaşlarıyla
resimlerini çektim. Başka bir gün yine buluşup evine gittik.
Çalışırken, çocuklarıyla resimlerini çektim. Borsalino
şapkalı, beyaz gömlekli, kravatlı başyıldızımı İstanbul
fonunda senaryolamak istiyordum. Çekerken boyuna soruyordum
ona: “Bu sokaktan çok geçer misin? Kahvenin en çok hangi
köşesinde oturursun? Dolmuşa nereden binersin?” İşte bütün
bunların sonucu çektiğim bu fotoğraflar oldu.
Günün birinde Galatasaray’daki
yazıhaneme şeytan dürtmüş olacak ki her zamankinden erken
gitmiştim. İçimde garip bir duygu vardı. Saat 10:30’da kapı
çalındı. Orhan Kemal karşımdaydı. “Ne haber, ulan?” dedi.
İçeri girip benim masaya oturdu. Ben bu tertip arkadaşları
genellikle akşamüstü altıdan, yediden sonra görmeye
alışıktım. Orhan bir sigara yaktı, “Sofya’ya gidiyorum”
dedi, “Gebermeden adamakıllı bir fotoğrafımı çek, elinde
bulunsun.” Dediğini yaptım. Ciddi, klasik denecek tarzda,
ışıklarla Orhan Kemal’in bir sürü resmini çektim. “Ha
şöyle!” dedi. Fotoğrafları çekerken, Adana’dan gelen Raşit
Öğütçü’yü, Meserret kahvesinde oturup romanını yazmaya
çalışan Orhan Kemal’i, Cağaloğlu’nun ara sokaklarındaki bir
kahvede loş bir ışıkta eğilmiş prova düzelten Orhan Kemal’i,
Kumkapı meyhanesine inan yokuşta sisli bir fonda bir yanında
Recep Bilginer, bir yanında Agop Arad, ortadaki Orhan
Kemal’i ayrı ayrı gördüm.
6-7 Eylül olaylarında elimde fotoğraf
makinesi, Beyoğlu’nun feci durumunun resimlerini çekerken,
yine Orhan çıktı karşıma. Her gördüğüne küfrü basıp
duruyordu. Sonra Taksim’den Harbiye’ye doğru hızlı hızlı
yürüdüğümüzü anımsıyorum. Derken fotoğraf çekmeye dalıp onu
Harbiye’de kaybettim. Bu tür siyasal olaylarda ta babasının
zamanından kalma bir öfkesi vardı. Birlikte yürürken bana
bir şeyler anlattı ama, şimdi ne olduklarını anımsamıyorum.
Babası Halep’e mi kaçmış, ne olmuş, bilemiyorum.
Derken acı haberi duyduk. Stüdyoda son
fotoğraflarını çektiğimden aşağı yukarı bir hafta sonra.
Elimde o günlere ait benim evde çektiğim bir fotoğraf var.
1956’da çekilmiş. Fotoğrafta Orhan Kemal ve Salih Tozan da
var. Her ikisi de yok şimdi. Ötekiler ise Buyrukçu, Ofluoğlu,
Kocagöz ve Bozok. Düşünüyorum da, Lambo da, Meserret
kıraathanesi de yok artık. Cağaloğlu yokuşundaki kahve ise
iş hanı oldu. Yeditepe’nin bulunduğu Vahan’ın iş hanındaki
çilekeş kahveci Mevlüt da ölmüştür herhalde. Cibali’de
Orhan’ın oturduğu önü ağaçlı kahve biçimini çoktan
değiştirdi. Cibali Fırın Sokak’ta Orhan’ın oturduğu 30
numaralı evi de sarıya boyamışlar. Bunları yazarken Orhan’ın
son cümlesini duyar gibi oluyorum: “Adamakıllı bir resmimi
çek, ulan. Geberip gideceğiz...” |