Orhan
Kemal(15 Eylül 1914-2 Haziran 1970) elli
beş yaşını bitiremeden öldü. Yaşasaydı
doksan yaşını bitirip doksan bir yaşına
basmış olacaktı.
Büyük
bir yazarın, önemli bir sanatçının,
değerli bir bilimcinin erken ölümü ayrı
bir acılık verir yaşayanlara. Yaşasaydı
daha kim bilir neler yazıp daha ne
buluşlar yapacaktı denilir, derinden
içlenilir.
Orhan
Kemal için de böyle duygulanımlara
kapılmak olasıdır. Öyle olmakla
birlikte, Orhan Kemal’in, yeryüzünde
yapacağı işi yarım bırakmadan öteye
göçtüğünü düşünmek duyumsanan acıyı bir
ölçüde azaltabilir.
Bu
düşüncemi kısaca şöyle dile getirmek
isterim: Orhan Kemal’in yazınsal
yapıtları bir bütünselliğe ulaşmıştır.
Romancı, öykücü, oyun yazarı ve senaryo
yazarı olarak Orhan Kemal’in
yapıtlarında birbirleriyle bileşen ağlar
vardır. Gerek işlenen konular gerekse
konuların geçtiği ortamlar, gerek anlatı
kişileri gerekse kişilerin etkileşimleri
hep belli bir dünya görüşünün
bütünleyici bileşenlerindendir. Bu dünya
görüşü, “toplumcu gerçekçi” düşüngüdür.
Bu
düşüngü dar kalıplara sıkıştırılmış bir
yaratımı dayatmaz gerçekte. Orhan
Kemal’in yapıtlar bütünü, böyle bir
dayatma varsayımının haksız bir yanılgı,
bir eksik bilgi olduğuna kanıttır. Çünkü
onun yazınsal yapıtları toplumcu
öğretilerin kalıplaşmış olduğu düşünülen
örnekçelerine dayanmaz.
Bu
savlarımı yazarın Cemile(Epsilon
Yay.2004) adlı romanına dayanarak
sergilemenin düşüncelerime somutluk
kazandıracağı kanısındayım. Bunun
yanında, örneklendirmeyi tek bir yapıta
dayandırmaktan kaçındığım için, yazarın
Bereketli Topraklar Üzerinde(Epsilon
Yay.Haziran 2005) adlı romanı ile
İstanbul’dan Çizgiler(Epsilon Yay.Mayıs
2005) başlıklı öykü kitabını da kendime
destek alacağım. Bunlara ek olarak
Fikret Otyam’ın Arkadaşım Orhan Kemal(Günizi
Yay.Haziran 2005) başlıklı anılar ve
mektuplar kitabının tanıklığına da
başvuracağım.
CEMİLE
Cemile
adlı roman, Orhan Kemal’in dünyayı
algılayışını ve yazın anlayışını tıpkı
öbür yapıtları gibi çok güzel yansıtan
yapıtlarındandır. Yukarıda değindiğim
gibi bu dünya görüşünün adı, toplumcu
gerçekçiliktir. Bu düşüngü, az çok
sanayileşmiş bir ortamda üretime katılan
karşıt güçlerin ilişkilerinin nesnel bir
tutumla betimlenmelerini gereksinir.
Orhan
Kemal’in de yapmış olduğu budur. Orhan
Kemal, perdenin arkasındaki varsayımsal
gelişmeleri değil, sahne ışıkları
altında apaçık görünenleri
betimlemiştir. Bununla birlikte o, bu
sahneyi alabildiğine genişleterek bir
anlamda okur çoğunluğunun toplumcu
gerçekçilikten anladığı dar kalıpları
kırmış, karşıtlığın yalnızca
işveren-işçi karşıtlığı, ağa-ırgat
karşıtlığı olmadığını, çatışkının çok
yaygın ve çok genel bir insanlık
gerçekliği olduğunu ve bunun derin bir
“görme” gücüyle görülebileceğini
kavramış ve kavratmıştır.
Örneğin
Bereketli Topraklar Üzerinde adlı
romanında bu çatışkıları önce Adana’daki
bir dokuma fabrikasında (kent/sanayi),
sonra tarlalarda, harman
yerlerinde(kır/tarım) kendinden
neredeyse hiçbir şey katmadan saydam bir
nesnellikle betimlemiştir. İstanbul’dan
Çizgiler adlı öykü kitabında gene o
evrensel insanlık çelişkilerinin ve
çatışkılarının çeşitli sahneleri,
üzerinde herhangi bir “inceltme”
yapılmamış gerçekçi bir filmin süssüz ve
yalın biçemiyle yansıtılır.
GERÇEKLİK
Orhan
Kemal kendini anlatıcı olarak anlatıya
sokan bir yazar değildir demek yanlış
olmaz. O tıpkı, kamera omzunda, mikrofon
elinde çekim yapan bir belgeselci
gibidir. Anlatı kişilerini kendilerine
özgü konuşma biçimleriyle tanıtır daha
çok. Kişilerin toplumsal ve bireysel
somut yanları karşılıklı konuşmalarla
apaçık gösterilirken iç dünyalarında
oluşan çatışmalar da gene “sesli” iç
konuşmalarla ortaya çıkarılır. Bu konuda
kardeşi gibi sevdiği Fikret Otyam’ı
karşısına alıp ona röportajlar konusunda
verdiği öğüt bir öğrence niteliğindedir:
“Bir istidacı nasıl istida yazarsa öyle
yaz... Gördüğünü yaz...”(s.39). Gene
Fikret Otyam’a yazdığı bir mektupta,
yapıtlarında “bir takım cambazlıklara”
başvurmayan Balzac, Stendhal,
Dostoyevski gibi büyük yazarları örnek
gösterir; sonuçta onun biçemi de,
Stendhal’in seçmiş olduğu biçemdir, yani
“zabıt kâtiplerinin zabıtlarındaki kuru
üsluptur”(s.58)... Bireysel biçemin bu
denli gizleniyor olması, kaynağını Orhan
Kemal’in kişiliğinden alır. İstanbul’dan
Çizgiler adlı kitabın çizeri Ferit
Öngören’in bu kitaba yazdığı çok güzel
‘Önsöz’de yer alan şu iki tümce uzun
söze gerek bırakmaz: “(Orhan Kemal’in)
kendisini saklamayı erdem bilen bir
eğitimden geldiği söylenebilir. Orhan
Kemal’i fark etmek
enikonu emek
istiyor”(s.12).
Bu
erdemin gerçek kaynağı ise, hiç kuşkusuz
Anadolu’dur.
ANADOLU
GERÇEĞİ
Orhan
Kemal Anadolu halkının sözcülüğünü
yapmayı üstlenmiş bir gönüllüdür.
Anadolu halkını, duygusal abartılardan
kaçınarak, yanıltıcı süslemelere
başvurmaksızın betimlemeye özen
gösterir. Halkı, halkın içinde yaşadığı
Anadolu’nun çıplak ve aydınlık
gerçekliğiyle bütünleştirerek işlevsel
biçimde betimler. Yukarıda değinildiği
gibi, toplumcu gerçekçiliğe özgülenen
ana çelişkileri vermeyi yeterli bulmaz
Orhan Kemal, daha da ileri giderek insan
varlığının özüne sinmiş olan çelişkilere
uzanır. Ama o, bu çelişkilerden ötürü
kızmaz insanlara, çünkü Fikret Otyam’ın,
yazarın Avare Yıllar’ından alıntıladığı
gibi “İnsanlar kızılmaya değil, acınmaya
ve sevilmeye muhtaçtırlar” (ss.34,35).
Acınmayı ve sevilmeyi gereksinen bu
insanlara bakalım:
Cemile’deki fabrika ortamında
birbirlerini sömürmeye, birbirlerine
kötülük yapmaya güdülenmiş insanlar;
emekçiler, işçiler, yoksullardır. Kendi
aralarında budunsal herhangi bir
ayrılıkçılık gütmeyen Türk, Arap,
Boşnak, Laz, Çingene, Kürt, Arnavut
kökenli emekçilerin asıl sömürüyü
görmeyip gündelik yaşamlarında
birbirlerinin acımasız kurdu olmaları
bile onlara acımak için yeterli değil
midir?..
Bu
insanlar, insanlıklarını-kupkuru
yoksulluklar içinde- yitirmiş
gibidirler. Bereketli Topraklar
Üzerinde’de olsun, Cemile’de olsun,
emekçiler ahırlarda yaşarlar, hayvanlar
gibi bitlenirler, hart hurt kaşınırlar,
ancak hayvanların yiyebileceği
yiyecekleri yerler...
Orhan
Kemal’in romanlarında, gücünden
yararlanılan at, eşek, öküz, deve gibi
hayvanlar –Cemile’nin ilk sayfaları
dışında- pek yoktur. Gücünden
yararlanılan, gücü sömürülen yaratık
yalnızca insandır, emekçidir. Arada bir
sesleri uzaklardan duyulan köpekler
dışında var olan hayvanlar sivrisinekler
ve tahtakurularıdır. Bu kan emiciler,
yaşam düzeyleri hayvanların yaşam
düzeyine indirgenmiş emekçilerin
kanlarını emerler ve çok kısa süren gece
uykularında. Gündüzleri ise birer hayvan
gibi “homurdanan” makineler “doymak
bilmez ağızlarıyla” onların emeğini
emerler, yutarlar...
Bu
sömürü ve aşağılama toplumsal sınıflar
arasında yoktur yalnızca, emekçi
tabakalar arasında da vardır. Örneğin,
Adana genelevinde, kendilerini kentli
olarak gören kimi kişiler(hiç kuşkusuz
onlar da emekçidir), oraya gelmiş tarla
işçilerine(ırgatlara) “nallı Fatma”yı
(Eşekle cinsel ilişki) yeterli görerek
onları aşağılarlar ve onlarla kendileri
arasındaki toplumsal katman ayrımını
(kentli ile köylü) öfkeyle karışık bir
alayla yüzlerine vururlar onların...
Buradaki ilginç bir ayrıntı da şudur:
Tarlada ırgatların kanlarını emen
ırgatbaşının kızları da Adana
genelevinde sermaye olarak
çalışmaktadırlar. Günde yirmi saat olmak
üzere beş gün boyunca, gündüzün güneş
altında alev alev yanan tarlalarda
emekleri hayvan gibi sömürülen,
kendilerine gene emekçi kardeşlerince
hayvan gibi davranılan ırgatlar
Adana’daki para dağıtım günü
ırgatbaşının genelevdeki kızlarını
“ziyaret ederek” bir anlamda gülünç bir
biçimde ondan öç alırlar. Ama bu öç
alışta bile bir “acıma”, bir “sevgi”,
bir gülümseyiş vardır...
KENT
İLE KÖY
Cemile’nin en güzel karşıtlıklarından
biri, yukarıda değinildiği gibi,kent ile
köy karşıtlığıdır. Cemile’nin babası
gerçekte “Yugoslav dağlarının yıllarca
önceki azgın çete reisi”dir (s.77), ama
artık Adana’da karısını yutan “makine
dişlilerinden” ve “fabrikadan” ödü kopan
biri olmuştur(ss77,78). Tek özlemi,
kırlara dönmek, köy yaşamına yeniden
kavuşmaktır. Çocuklarını da o yaşama
özendirmeye çalışır, “Birlikte çift
sürer, ekin biçeriz” (s.114) diye beyin
yıkarsa da çocukları hiç yanaşamazlar
onun düşlerine. Kızı Cemile şöyle der
ağabeyine: “Ben köye möye gitmek
niyetinde değilim... Babama boş ver.
Herkes köyden şehre geliyor, ben
şehirden köye mi gideceğim?(...) Benim
köyüm de, şehrim de, anam da, babam da
fabrika”(s.117).
Kentlinin ‘güç’ denilince anladığı şey,
onun güç kaynağına ilişkin görüşleri
kırsal kesimdekilerden böylece
ayrılmıştır. Bereketli Topraklar
Üzerinde’nin İflahsızın Yusuf’u,
arkadaşı Pehlivan Ali için şu sözleri
geçirir içinden: “Gücüne kuvvetine
güveniyor, deli. Köy yerinde üç kişi vız
gelirmiş de(...). Akıl mı şu? Şehir
burası. Burada karakucak söker
mi?”(s.61)
ÇAĞDAŞ
YÖNETİM İLE GELENEKÇİ YÖNETİM
Köydeki “karakucak” ile kentteki
‘bilimsel’ dövüş sanatı “Judo”
arasındaki ayrımı çağrıştıran bu
ayrılık, kentteki fabrikanın yönetim
düzeyinde de süren bir savaşımı değişik
bir boyutta düşündürür. Cemile’de
sergilenen bu savaşım, roman uzamı olan
Adana’daki dokuma fabrikasının
sınırlarını aşarak o dönemin bütün Türk
siyasetini, simgeler.
Şöyle:
Fabrikanın iyeliği iki
kişinin elindedir: Numan Şerif Bey ile
Kadir Ağa... “Bey” ile “Ağa” sanlarının
da simgelediği gibi bu iki karşıt
kişilik Türk siyasetinde çağdaşlığı
savunan ilerici kesim ile geleneğe
yapışan tutucu kesimi gösterir. Numan
Şerif Bey “Milli Mücadele”ye katılmış,
yurtsever, düzgün, çağdaşlaşmaya önem
veren, ileri görüşlü, yabancı diller
konuşan, bilgisine güvendiği bir yabancı
mühendise fabrikasında sorumluluk veren
bir kişidir. Belli ki bir Kemalisttir...
Kadir Ağa ise, Kurtuluş Savaşı sırasında
savaşa katılmayıp kirli kazançlar
ardında koşan “kefen soyucu rezil”(s.45)
biridir.
Mühendis Orlando’nun nitelemesiyle bir
“feodal”dir. Davranışları, konuşmaları,
eğitimsiz Çukurova yerlilerinin
davranışları ve konuşmaları gibidir.
Çevirdiği gizli ve kirli dolapları, bir
anlamda karakucak güreşe benzer; yasa ve
düzen tanımaz. Kadir Ağa, böylece,
dinsel göndergeleri ve yöresel
görenekleri de amaçları doğrultusunda
sömürmekten çekinmeyen Türk
siyasetindeki “feodal” siyasetçiler
kesiminin bir tür simgesi gibidir...
Orhan
Kemal’in bütün bunları elli beş yaşından
yıllar önce görüp çok iyi
anlayabildiğini ve görüp anladıklarını
bizlere çok açık biçimde, bütün
canlılığıyla belgeleyebildiğini
düşünürsek, onun, doksan yılda
erişilebilecek bir bilgeliğe zamanından
önce ermiş olduğuna yorabiliriz. Bu da
bir avunçtur...
|