Ana Sayfa

Cumhuriyet Kitap Eki - 17 Kasım 2005 - Ertuğrul Efeoğlu

 

 ERKEN ERİŞİLMİŞ BİR BİLGELİK...

 
 

            Orhan Kemal(15 Eylül 1914-2 Haziran 1970) elli beş yaşını bitiremeden öldü. Yaşasaydı doksan yaşını bitirip doksan bir yaşına basmış olacaktı.

            Büyük bir yazarın, önemli bir sanatçının, değerli bir bilimcinin erken ölümü ayrı bir acılık verir yaşayanlara. Yaşasaydı daha kim bilir neler yazıp daha ne buluşlar yapacaktı denilir, derinden içlenilir.

            Orhan Kemal için de böyle duygulanımlara kapılmak olasıdır. Öyle olmakla birlikte, Orhan Kemal’in, yeryüzünde yapacağı işi yarım bırakmadan öteye göçtüğünü düşünmek duyumsanan acıyı bir ölçüde azaltabilir.

            Bu düşüncemi kısaca şöyle dile getirmek isterim: Orhan Kemal’in yazınsal yapıtları bir bütünselliğe ulaşmıştır. Romancı, öykücü, oyun yazarı ve senaryo yazarı olarak Orhan Kemal’in yapıtlarında birbirleriyle bileşen ağlar vardır. Gerek işlenen konular gerekse konuların geçtiği ortamlar, gerek anlatı kişileri gerekse kişilerin etkileşimleri hep belli bir dünya görüşünün bütünleyici bileşenlerindendir. Bu dünya görüşü, “toplumcu gerçekçi” düşüngüdür.

            Bu düşüngü dar kalıplara sıkıştırılmış bir yaratımı dayatmaz gerçekte. Orhan Kemal’in yapıtlar bütünü, böyle bir dayatma varsayımının haksız bir yanılgı, bir eksik bilgi olduğuna kanıttır. Çünkü onun yazınsal yapıtları toplumcu öğretilerin kalıplaşmış olduğu düşünülen örnekçelerine dayanmaz.

            Bu savlarımı yazarın Cemile(Epsilon Yay.2004) adlı romanına dayanarak sergilemenin düşüncelerime somutluk kazandıracağı kanısındayım. Bunun yanında, örneklendirmeyi tek bir yapıta dayandırmaktan kaçındığım için, yazarın Bereketli Topraklar Üzerinde(Epsilon Yay.Haziran 2005) adlı romanı ile İstanbul’dan Çizgiler(Epsilon Yay.Mayıs 2005) başlıklı öykü kitabını da kendime destek alacağım. Bunlara ek olarak Fikret Otyam’ın Arkadaşım Orhan Kemal(Günizi Yay.Haziran 2005) başlıklı anılar ve mektuplar kitabının tanıklığına da başvuracağım.

 

            CEMİLE

             Cemile adlı roman, Orhan Kemal’in dünyayı algılayışını ve yazın anlayışını tıpkı öbür yapıtları gibi çok güzel yansıtan yapıtlarındandır. Yukarıda değindiğim gibi bu dünya görüşünün adı, toplumcu gerçekçiliktir. Bu düşüngü, az çok sanayileşmiş bir ortamda üretime katılan karşıt güçlerin ilişkilerinin nesnel bir tutumla betimlenmelerini gereksinir.

            Orhan Kemal’in de yapmış olduğu budur. Orhan Kemal, perdenin arkasındaki varsayımsal gelişmeleri değil, sahne ışıkları altında apaçık görünenleri betimlemiştir. Bununla birlikte o, bu sahneyi alabildiğine genişleterek bir anlamda okur çoğunluğunun toplumcu gerçekçilikten anladığı dar kalıpları kırmış, karşıtlığın yalnızca işveren-işçi karşıtlığı, ağa-ırgat karşıtlığı olmadığını, çatışkının çok yaygın ve çok genel bir insanlık gerçekliği olduğunu ve bunun derin bir “görme” gücüyle görülebileceğini kavramış ve kavratmıştır.

            Örneğin Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanında bu çatışkıları önce Adana’daki bir dokuma fabrikasında (kent/sanayi), sonra tarlalarda, harman yerlerinde(kır/tarım) kendinden neredeyse hiçbir şey katmadan saydam bir nesnellikle betimlemiştir. İstanbul’dan Çizgiler adlı öykü kitabında gene o evrensel insanlık çelişkilerinin ve çatışkılarının çeşitli sahneleri, üzerinde herhangi bir “inceltme” yapılmamış gerçekçi bir filmin süssüz ve yalın biçemiyle yansıtılır.

 

            GERÇEKLİK

             Orhan Kemal kendini anlatıcı olarak anlatıya sokan bir yazar değildir demek yanlış olmaz. O tıpkı, kamera omzunda, mikrofon elinde çekim yapan bir belgeselci gibidir. Anlatı kişilerini kendilerine özgü konuşma biçimleriyle tanıtır daha çok. Kişilerin toplumsal ve bireysel somut yanları karşılıklı konuşmalarla apaçık gösterilirken iç dünyalarında oluşan çatışmalar da gene “sesli” iç konuşmalarla ortaya çıkarılır. Bu konuda kardeşi gibi sevdiği Fikret Otyam’ı karşısına alıp ona röportajlar konusunda verdiği öğüt bir öğrence niteliğindedir: “Bir istidacı nasıl istida yazarsa öyle yaz... Gördüğünü yaz...”(s.39). Gene Fikret Otyam’a yazdığı bir mektupta, yapıtlarında “bir takım cambazlıklara” başvurmayan Balzac, Stendhal, Dostoyevski gibi büyük yazarları örnek gösterir; sonuçta onun biçemi de, Stendhal’in seçmiş olduğu biçemdir, yani “zabıt kâtiplerinin zabıtlarındaki kuru üsluptur”(s.58)... Bireysel biçemin bu denli gizleniyor olması, kaynağını Orhan Kemal’in kişiliğinden alır. İstanbul’dan Çizgiler adlı kitabın çizeri Ferit Öngören’in bu kitaba yazdığı çok güzel ‘Önsöz’de yer alan şu iki tümce uzun söze gerek bırakmaz: “(Orhan Kemal’in) kendisini saklamayı erdem bilen bir eğitimden geldiği söylenebilir. Orhan Kemal’i fark etmek

enikonu emek istiyor”(s.12).

            Bu erdemin gerçek kaynağı ise, hiç kuşkusuz Anadolu’dur.

 

            ANADOLU GERÇEĞİ

             Orhan Kemal Anadolu halkının sözcülüğünü yapmayı üstlenmiş bir gönüllüdür. Anadolu halkını, duygusal abartılardan kaçınarak, yanıltıcı süslemelere başvurmaksızın betimlemeye özen gösterir. Halkı, halkın içinde yaşadığı Anadolu’nun çıplak ve aydınlık gerçekliğiyle bütünleştirerek işlevsel biçimde betimler. Yukarıda değinildiği gibi, toplumcu gerçekçiliğe özgülenen ana çelişkileri vermeyi yeterli bulmaz Orhan Kemal, daha da ileri giderek insan varlığının özüne sinmiş olan çelişkilere uzanır. Ama o, bu çelişkilerden ötürü kızmaz insanlara, çünkü Fikret Otyam’ın, yazarın Avare Yıllar’ından alıntıladığı gibi “İnsanlar kızılmaya değil, acınmaya ve sevilmeye muhtaçtırlar” (ss.34,35).

            Acınmayı ve sevilmeyi gereksinen bu insanlara bakalım:

            Cemile’deki fabrika ortamında birbirlerini sömürmeye, birbirlerine kötülük yapmaya güdülenmiş insanlar; emekçiler, işçiler, yoksullardır. Kendi aralarında budunsal herhangi bir ayrılıkçılık gütmeyen Türk, Arap, Boşnak, Laz, Çingene, Kürt, Arnavut kökenli emekçilerin asıl sömürüyü görmeyip gündelik yaşamlarında birbirlerinin acımasız kurdu olmaları bile onlara acımak için yeterli değil midir?..

            Bu insanlar, insanlıklarını-kupkuru yoksulluklar içinde- yitirmiş gibidirler. Bereketli Topraklar Üzerinde’de olsun, Cemile’de olsun, emekçiler ahırlarda yaşarlar, hayvanlar gibi bitlenirler, hart hurt kaşınırlar, ancak hayvanların yiyebileceği yiyecekleri yerler...

            Orhan Kemal’in romanlarında, gücünden yararlanılan at, eşek, öküz, deve gibi hayvanlar –Cemile’nin ilk sayfaları dışında- pek yoktur. Gücünden yararlanılan, gücü sömürülen yaratık yalnızca insandır, emekçidir. Arada bir sesleri uzaklardan duyulan köpekler dışında var olan hayvanlar sivrisinekler ve tahtakurularıdır. Bu kan emiciler, yaşam düzeyleri hayvanların yaşam düzeyine indirgenmiş emekçilerin kanlarını emerler ve çok kısa süren gece uykularında. Gündüzleri ise birer hayvan gibi “homurdanan” makineler “doymak bilmez ağızlarıyla” onların emeğini emerler, yutarlar...

            Bu sömürü ve aşağılama toplumsal sınıflar arasında yoktur yalnızca, emekçi tabakalar arasında da vardır. Örneğin, Adana genelevinde, kendilerini kentli olarak gören kimi kişiler(hiç kuşkusuz onlar da emekçidir), oraya gelmiş tarla işçilerine(ırgatlara) “nallı Fatma”yı (Eşekle cinsel ilişki) yeterli görerek onları aşağılarlar ve onlarla kendileri arasındaki toplumsal katman ayrımını (kentli ile köylü) öfkeyle karışık bir alayla yüzlerine vururlar onların... Buradaki ilginç bir ayrıntı da şudur: Tarlada ırgatların kanlarını emen ırgatbaşının kızları da Adana genelevinde sermaye olarak çalışmaktadırlar. Günde yirmi saat olmak üzere beş gün boyunca, gündüzün güneş altında alev alev yanan tarlalarda emekleri hayvan gibi sömürülen, kendilerine gene emekçi kardeşlerince hayvan gibi davranılan ırgatlar Adana’daki para dağıtım günü ırgatbaşının genelevdeki kızlarını “ziyaret ederek” bir anlamda gülünç bir biçimde ondan öç alırlar. Ama bu öç alışta bile bir “acıma”, bir “sevgi”, bir gülümseyiş vardır...

           

            KENT İLE KÖY

             Cemile’nin en güzel karşıtlıklarından biri, yukarıda değinildiği gibi,kent ile köy karşıtlığıdır. Cemile’nin babası gerçekte “Yugoslav dağlarının yıllarca önceki azgın çete reisi”dir (s.77), ama artık Adana’da karısını yutan “makine dişlilerinden” ve “fabrikadan” ödü kopan biri olmuştur(ss77,78). Tek özlemi, kırlara dönmek, köy yaşamına yeniden kavuşmaktır. Çocuklarını da o yaşama özendirmeye çalışır, “Birlikte çift sürer, ekin biçeriz” (s.114) diye beyin yıkarsa da çocukları hiç yanaşamazlar onun düşlerine. Kızı Cemile şöyle der ağabeyine: “Ben köye möye gitmek niyetinde değilim... Babama boş ver. Herkes köyden şehre geliyor, ben şehirden köye mi gideceğim?(...) Benim köyüm de, şehrim de, anam da, babam da fabrika”(s.117).

            Kentlinin ‘güç’ denilince anladığı şey, onun güç kaynağına ilişkin görüşleri kırsal kesimdekilerden böylece ayrılmıştır. Bereketli Topraklar Üzerinde’nin İflahsızın Yusuf’u, arkadaşı Pehlivan Ali için şu sözleri geçirir içinden: “Gücüne kuvvetine güveniyor, deli. Köy yerinde üç kişi vız gelirmiş de(...). Akıl mı şu? Şehir burası. Burada karakucak söker mi?”(s.61)

           

            ÇAĞDAŞ YÖNETİM İLE GELENEKÇİ YÖNETİM

             Köydeki “karakucak” ile kentteki ‘bilimsel’ dövüş sanatı “Judo” arasındaki ayrımı çağrıştıran bu ayrılık, kentteki fabrikanın yönetim düzeyinde de süren bir savaşımı değişik bir boyutta düşündürür. Cemile’de sergilenen bu savaşım, roman uzamı olan Adana’daki dokuma fabrikasının sınırlarını aşarak o dönemin bütün Türk siyasetini, simgeler.

Şöyle:
            Fabrikanın iyeliği iki kişinin elindedir: Numan Şerif Bey ile Kadir Ağa... “Bey” ile “Ağa” sanlarının da simgelediği gibi bu iki karşıt kişilik Türk siyasetinde çağdaşlığı savunan ilerici kesim ile geleneğe yapışan tutucu kesimi gösterir. Numan Şerif Bey “Milli Mücadele”ye katılmış, yurtsever, düzgün, çağdaşlaşmaya önem veren, ileri görüşlü, yabancı diller konuşan, bilgisine güvendiği bir yabancı mühendise fabrikasında sorumluluk veren bir kişidir. Belli ki bir Kemalisttir... Kadir Ağa ise, Kurtuluş Savaşı sırasında savaşa katılmayıp kirli kazançlar ardında koşan “kefen soyucu rezil”(s.45) biridir.

            Mühendis Orlando’nun nitelemesiyle bir “feodal”dir. Davranışları, konuşmaları, eğitimsiz Çukurova yerlilerinin davranışları ve konuşmaları gibidir. Çevirdiği gizli ve kirli dolapları, bir anlamda karakucak güreşe benzer; yasa ve düzen tanımaz. Kadir Ağa, böylece, dinsel göndergeleri ve yöresel görenekleri de amaçları doğrultusunda sömürmekten çekinmeyen Türk siyasetindeki “feodal” siyasetçiler kesiminin bir tür simgesi gibidir...

            Orhan Kemal’in bütün bunları elli beş yaşından yıllar önce görüp çok iyi anlayabildiğini ve görüp anladıklarını bizlere çok açık biçimde, bütün canlılığıyla belgeleyebildiğini düşünürsek, onun, doksan yılda erişilebilecek bir bilgeliğe zamanından önce ermiş olduğuna yorabiliriz. Bu da bir avunçtur...

                       

 

 
 

 
 

.
.


[email protected]

1