Ana Sayfa

Hürriyet   10 - Aralık 2005   -   Doğan Hızlan

 

Orhan Kemal’in muhalif babası

 
 

Türk edebiyatının Aydınlık Gerçekçi, büyük yazarı Orhan Kemal’in kitaplarında yer alan, ömrünün bir bölümünü sürgünde geçirip sonra afla Türkiye’ye dönen babası Abdülkadir Kemali Öğütçü’nün anıları nihayet yayınlandı.

İmparatorlukta başlayan mücadeleli bir yaşamın Cumhuriyet’te de süren gerçekten renkli serüveni bir dönemin inanmış, muhalif kimliklerine, siyasal ve toplumsal ortamına da ışık tutuyor.

Anıları, yayıma torunu Işık Öğütçü hazırladı.

Abdülkadir Kemali’nin yakın arkadaşı, Türkiye’den Kahire’ye, Sibirya’ya kadar uzanan, mücadeleleriyle az bilinen Ahmet Kemal (Akünal)’in çizdiği tip, onun için de geçerlidir:

‘Kemali, dedi. Biz hürriyet için çalıştık. Hem de Türk hürriyetçisi sıfatıyla çalıştık. Türklük tabirini; İstanbul saltanatının Türk padişahlarından, Türk paşa ve memurlarına kadar eşeklikle vasıflandırdıkları zaman, Türklük için çalıştık.’

Anıların önemli bir bölümünde, Galile, Bruno başta olmak üzere; bilim ve fikir dünyasından doğruları söyleyenlerin, gerçekleri keşfedenlerin başına gelenler anlatılıyor. Ahmet Kemal’in bu mücadeleden sonra ne yaptığını merak ederseniz, uzak bir köyde kendi küçük bahçesinde kavun, karpuz yetiştirerek hayatını kazanarak ömür tükettiğini söylemek gerek.

Abdülkadir Kemali’nin yaşamı sanırım bu anılarla öğrenilecek, önemi de kavranacaktır.

Araştırmacı Meral Demirel doktora tezinde şöyle yazmış:

‘Abdülkadir Kemali Bey’in siyasi yaşamının, şimdiye kadar kendisine gösterilen ilgisizliği hak etmeyecek derecede önemli özellikler taşıdığını görmekteyiz.’

Abdülkadir Kemali Bey hep siyasetin içinde bulunmuştur.

Orhan Kemal’in Taha Toros’a gönderdiği mektupta sözünü ettiği, ‘Abdülkadir Kemali Bey, ateşli bir İttihatçı olmasına rağmen keyfi idarelere, kanunsuzluklara ve zorbalara düşmandı.’

Onun halkın dertlerine yakınlığı, istibdat döneminde de, Cumhuriyet döneminde de iktidarla mücadele etmesinin nedenidir.

Haksızlığa karşı öfkesinin dozu karakolda da yüksekti, Meclis’te de.

Onun yaşamındaki çelişkiler, Türk siyasetindeki çelişkilerin yansımasından kaynaklanır.

25 Kasım 1920’de Pozantı İstiklál Mahkemesi Başkanı olarak görev yapmış.

1923 yılında milletvekili görevi sona erince Adana’da avukatlık yapmaya başlamış, bu Suriye’ye gidiş tarihi olan 1930’a kadar sürer.

24 Eylül 1930’da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuş, Ahali gazetesini çıkararak muhalefet etmiştir.

Serbest Fırka’nın kapatılmasının ardından, Ankara İstiklál Mahkemesi’nde kendisinden ‘Bir daha muhalefet etmeyeceğine dair’ bir senet alınmış, Ahali gazetesinin de yayımlanması yasaklanmıştır.

Daha sonra tutuklanacağını haber aldığı için, 17 Aralık 1930’da Türkiye’den ayrılmıştır.

Sekiz buçuk yıl süren sürgünlük yılları Beyrut, Şam, Halep, Kudüs’te geçmiş.

İsmet İnönü’nün yurtdışında yaşayan muhaliflerin dönmesine müsaade etmesi üzerine de 1939’da Türkiye’ye dönmüş, yargıçlık, avukatlık yapmış, 21 Temmuz 1949’da Ankara’da ölmüştür.

10 Ağustos 1889’da doğan Abdülkadir Kemali Bey’in fırtınalı yaşamının kısa öyküsü böyle.

Abdülkadir Kemali’nin Anıları’nı iki açıdan okumak gerekli. Birincisi, Türkiye siyasetindeki özgürlük mücadelesinin her dönemde nasıl yapıldığının bireysel öyküsünü öğrenmek için, ikincisi de Orhan Kemal’in babası olduğu için.

Orhan Kemal’in romanlarında babası Abdülkadir Kemali

KIZINI BANA VERECEK BABAMA DEĞİL!

Bu konuda konuştuklarımız bundan ibaret kaldı. Galiba üç gün sonra da, gene usulcacık, çekti gitti. Nereye? Bilmiyorum. Fakat gitmeden önce bana son bir iyilikte bulunmayı ihmal etmedi: Kayınbabamı görmüş, ona benden, özellikle babamdan söz etmiş. Babamın ismini duyan ihtiyarın yüzü gülmüş. Parti zamanından gayet iyi tanıyormuş. Demiş ki:

‘Bir değil, beş kız feda olsun böyle adamın oğluna!’

İrkildim.

‘Aman ustam,’ dedim, ‘kızını bana verecek, babama değil, bir yanlışlık olmasın!’ (Avare Yıllar)

VARSIN OKUMASINLAR! OKUYUP DA HİSLERİ Mİ İNCELSİN

İriyarı babası konağın geniş sofasında, rugan ayakkabılarını cızırdata cızırdata dolaşırken, ‘...Okumasınlar efendim,’ diye bağırmıştı, ‘benim çocuklarım da okuyup yüksek tahsil görmeyiversinler, kıyamet kopmaz ya! Hem okuyup da ne olacak? Gözleri açılıp, hisleri incelip, etrafın çirkinlikleri karşısında adım başı üzülmektense, neme lazımcı birer küçük meslek sahibi olup çoluk çocuklarının ekmeğinden başkasını düşünmeyi bilmesinler daha iyi!’ (Cemile)

BABASI ADAMDI AMA, KENDİSİ SUYA BATMAZIN BİRİ

Ne konuştularsa konuştular, baba dostum ayağa kalktı. Beni göstererek:

- İşte, dedi, sana istediğinden álásı. Babasını tanırsın...

Babamın adını fısıldadı, sonra ekledi:

- Babası adamdı ama, kendisi suya batmazın biri!

Birden tokat yemişçesine sarsıldım.

Döndü baktı, bozulduğumu anlamış olacak, düzeltmeye çalıştı:

- Bununla da beraber, şeytana da pabucunu ters giydirir mi giydirir ha!

Sütbeyaz saçlı adamla göz göze geldik. Aniden sormaya başladı:

- Yedi kere sekiz, sekiz kere sekiz, dokuz kere dokuz?

Hepsini ardı ardına cevapladım, bayağı kızdı.

- Peki dedi. Cezr-i murabba almasını biliyor musun?

Bunu okulda karekök diye bellemiştik.

- Biliyorum, dedim.(...)

Haylaz, maylaz, anasının gözü, suya batmaz falan ama, bu işlerden de iyi anlıyordum. Babamın az tokadını yememiştim bellerken. Şipşak yaptım. Buysa adamı kızdırmaktan başka işe yaramadı. (Arkadaş Islıkları)

BEN VE BABAM

Ben doğduğum zaman, babam Çanakkale’de Dardanos’ta bataryasının başında, kumral bıyıklı, Enveriyeli bir topçu teğmeniymiş. Dedem benim doğduğumu babama benim imzamla, şöyle tellemiş:

‘Ben de dehr’in sitemin çekmeğe geldim dehr’e!’ (...)

Akşama doğru, babamın eve gelmesinden az evvel, tekrar hapishaneme konulurdum. O, gelirdi. Tahtaları gıcırdatan, evi sarsan ağır yürüyüşü yaklaştıkça, yerimde küçülür, ufalır, mutlaka yiyeceğim dayağın korkusu ile beklerdim.

Babam ne, neciydi? Bilmiyorum.

(...) Ama ben babamı asıl Fırka (siyasi parti) mücadelelerinde tanıdım.

Yine böyle günlerdi... Nutuk söyleyenleri niçin alkışladıklarını çok defa bilmeyen sokaklar dolusu insanın kinle, küfür şimşekleriyle yüklü kalabalığı... Kalabalık, kalabalık, hep kalabalık... Aynı parkelere basan ayakkabılı, çarıklı veya yalınayakların mahşerini hatırlatan, insanı coşturan müthiş kalabalığı.

(...) Bana doğru kollarını uzattı:

‘Evladım,’ dedi, ‘babanız ölüyor artık... Öksüz kalıyorsunuz. Sana çok eziyet ettim, çok dövdüm seni... Hakkını helal et... Size dünya malı bırakamadım. Kader kısmet böyleymiş. Aklını başın al, annene itaat et, kardeşlerine eziyet etme, onları kanadının altına topla. Sakın birbirinizden ayrılmayın... Memlekete, hısımlarımıza yazın, babamız öldü deyin, kimsesiz kaldık deyin, dönün memleketinize!’ (Baba Evi)
                     

 

 
 

 
 

.
.


[email protected]

1