Ana Sayfa

Cumhuriyet Kitap Eki - 15 Aralık 2005 - Aysel Sağır

 

Anlatılan senin hikâyendir

 
 

Çoğunluğun trajik yaşam öykülerine üçüncü sayfa haberlerinde rastladık.  “Basit, eğitimsiz  insanların” olayları olarak bakıp geçtiğimiz  haberlere, konu olan kişilerin koskoca bir ülke profili olduğunu hiç düşünmemiştik. Kenar mahallelerden, kentte tutunamamışlardan bize ulaşıp gelenlere karşı çoktandır eskittiğimizi sandığımız, bir anda yalazlanıp, sönen bir sızı yaşamış mıydık hiç?

 

Okuduğumuz ve duyduğumuz trajik haberler, Orhan Kemal’in  “Serseri Milyoner”lerinin, “Cemile”lerinin, “Üçkağıtçı”larının hikâyelerine benzer çoğunlukla. Epsilon Yayınevi’nin Orhan Kemal’in eserlerini okurlarına tekrar kazandırdığı yeni süreçte, çoğunlukla bunlar bizim “trajedilerimiz” değil dediğimiz üçüncü sayfa haberlerindeki insanımızı ciddiye alacağız artık. Unuttuğumuz Orhan Kemal’le birlikte, çok gerilerde kaldığını sandığımız duyarlılığımıza da tekrar geri döneceğiz.

 

Romanlarında ve öykülerinde baskın karakterler yaratmak yerine, baskın toplumsal koşulların ortaya çıkardığı insan tiplerini anlatan Orhan Kemal, yoksulluğun, çaresizliğin, eğitimsizliğin, köyden kente göçün, erkek egemen değerlerin, yol açtığı insan trajedilerini gösterir eserlerinde.

 

Para kazanmak için çok erken yaşlarda çalışmaya başlarken, karşısına çıkan engellerle de savaşmak zorunda kalır Orhan Kemal. İlk izlenimlerini de memleketi olan Adana’dan alır. “Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı eserinde  pamuk işçilerinin dramını anlatırken, Adana’nın sosyo-ekonomik, kültürel atmosferiyle ilgili bilgilere de sahip olur okuyucu. Yapıtlarında insanları, özellikle yoksullukla boğuşan insanların ezilmişliklerini anlatan Kemal, yaşadığı ortam ve aldığı kültürden beslenen kişilerin koşullarıyla neredeyse bire bir örtüşen olayların peşinden sizleri de sürükler.

 

Orhan Kemal, kentin kenar mahallelerini -bugünün deyimiyle varoşları- mahpushaneleri, ıssız kasabaları, tütün ya da pamuk fabrikalarında sömürülen işçileri anlatırken, otuz, kırk yıl öncesinin Türkiye’sinin sosyo-ekonomik panoramasını gözlerinizin önüne serer. Örneğin semtin ‘iffetli kadınları ve aileleri tarafından hem dedikodu konusu yapılan hem de küçümsenerek dışlanan “hafif meşrep” kadınlarına bakarken, magazin kültürüyle beslenen gecekondulu, kenar mahalleli genç kızların yaşadığı aşk trajedileri; öte yandan erkeklerce bedenleri acımasızca hırpalanmış, evli ve “ortalık malı” mutsuz kadınlar... Bütün bunların içinde de en yalın haliyle erkeklerin durumunu görmemizi sağlar. Orhan Kemal’in eserlerini okurken, otuz kırk yıl öncesinde, geçmişte kalmış dediğimiz olaylara yazarla birlikte tanık olur, günümüzde aynı sorunların katlanarak arttığını fark ederek tedirgin oluruz.

 

Toplam on üç öykünün yer aldığı “Çamaşırcının Kızı”nda Orhan Kemal’in tüm eserlerinden bir parça bulunur. Kemal, ezilmiş insanların kendi aralarındaki acımasız, katı ilişkilerini de görmezlikten gelmez elbette ve bunu yalın bir dille anlatır: Çünkü o, Şükran Kurdakul’un “sınıf edebiyatı” tanımıyla söylersek, “sınıfsal mücadele içindeki insanı değil, sınıfsal konumu içindeki insanı” anlatır eserlerinde. “Kuyruktakilerin çığlık çığlığa haykırışları kafasındakileri siliverdi: Sarı boyalı kocaman gaz kamyonu caddenin bozuk parkelerinde sarsıla sarsıla geliyordu. Kuyruk bozulmuştu. Bozulan kuyruktakilerin itişip kakışmaları, küfürler... Gaz kamyonunun safi barut şoförü uzun siperli yeşil beyaz kepi, siyah gözlükleri, yumuşak kahverengi deriden külot pantolonuyla kendini bilmem hangi Amerikan filmindeki Coni bilmem ne sanarak, direksiyondan atladı. Kaynaşan kuyruk halkına tiksintiyle bakarak: ‘Heeey, n’oluyor? Sığır gibi ne itişip duruyorsunuz? diye bağırdı...”

 

Kemal, toplumun ‘iffetli kadın’ ölçüsünü dayattığı halde, koşullar gereği bir türlü iffetli olamayan, masumiyetlerini hiçbir düşkünlüğün bozamayacağı kadınların yanısıra, kabalaşmış, “kötülüğü” davranış biçimi olarak edinmiş kadınların da yer aldığı bir dünya serer gözler önüne. Kenar mahallerdeki bıçkın, kadınlara düşkün, bu düşkünlüğü kaba cinsellik boyutunda yaşayan erkek dünyasına da onunla birlikte bakarız.

 

“Tam bu sırada tuvaletten dönen uzun boylu, siyahlı kadını da beğenmedi. Her halinden ‘orospuluk’ akan, sarhoş, sert bakışlı, anasının gözü bir kadın. Otuz beşlik. Belki daha azdı ama Ayten onu mahallesindeki Süheyla Abla’ya benzetmişti birden. Bakkalın karısı yırtık Süheyla Abla. Hiç sevmezdi. Lafı ağzında, küfürbaz. Kocasının veresiye defterlerini karıştırır, genç güzel borçlu kadınlara açardı ağzını yumardı gözünü. Teyzesi demişti ki Ayten’in: ‘Kocasını kıskanıyor. Borçlarını parayla değil, başka şeyle ödeşeceklerini sanıyor!...”

 

Kurguya yer bırakmayan gerçekler

 

Hava güneşli ya da kasvetlidir. Baharsa eğer mutlaka bir tarafta yeşil renkler vardır ya da bir bahar dalı... Yer betimlemeleri, çevre tasvirleri ön planda değildir Orhan Kemal’de. Çevre betimlemeleri birazdan gerçekleşecek bir olayın arkasında bir fon oluşturur yalnızca. Kurguya neredeyse hiç yer vermez gibidir, çünkü anlatılanlar gerçek hayat tarafından kurgulanmıştır: “Ya bugünkü vakadan haberiniz var mı?” dedirtir öyküsündeki bir mahalleliye; “Bizim mahallede üç çocuklu bir kadın kendi kendini intihar etti, ipnen direği astı... efendi taksirat mı, alınyazısı mı, kul şerri mi bilmem... insan kendinden beterini görünce, şükrediyor Allah’a... Bu kadın bizim mahallede oturur. Kocası bırakıp kaçtıydı. Hep nedir, geçim derdi. Kadının kimi kimsesi de yok, olsa da bu zamanda babadan evlada, sağ gözden sol göze fayda var mı? Gemisini kurtaran kaptan, devir o devir. Kadın tuttu fabrikaya girdiydi... Amelelikte de kulak asma, işler pek kısa şu sıralar, ne yapacan, gene hiç yoktan iyi... Neyse efendi, bir gün Zehra, adı Zehra’dır soykanın, ustaynan mı, yağcıynan mı ne, biriynen takışır. Derken sepetlerler fabrikadan. Tabii iş yok, güç yok... Bir gün, beş gün, eee, çocuk bu; vardan yoktan anlar mı, bulaşırlar ağlamaya... Ekmek de ekmek! Kadın illallah getirir, komşulardan biraz kepek uydurur, şöyle beş on ekmek yuvarlar, dizer tepsiye, haydi der, götürün fırına...Çocuklardır sevine sevine omuzlarlar tepsiyi, koşarlar fırına...Kadın aklı... Niye demişler saçı uzun, aklı kısa diye! Fırıncıdır şöyle bakar, der bunlar pişmez, tekmil kepek, ananız sizi başından atmış. Çocuklar başlar ağlayıp, sızlanmaya, ekmek de ekmek. Fırıncı dayanamaz çocukların ağlamasına, kıstırır iki somun koltuğuna, katar çocukları önüne, gelirler eve ki ne görsünler... Kadın asmış kendini tekmil, gözler pörtlemiş...”

 

Anlattığı insanlar ve onların hayat hikâyeleri değildir sadece. Anlatılanlar “küçük” insanların olayları gibi görünse de tüm olaylara neden olan başka bir şey var demektedir sanki. Bu da bilinci sürekli açık tutarak, neden sonuç ilişkisi kurmaya götürür okuyucuyu.

 

“Kalktığı zaman, açlıktan gözleri kararıyordu. Hiçbir yerden umut yoktu. Umutsuzluk sinirlerini bozuyor, burnuna taze ekmek kokusu geliyordu. ‘Memleket hastanesi’ne gelip de önündeki kalabalığı görünce, ağlayacak kadar hırslandı. İnce ince yağan yağmurun altında eski çarşaflar, soluk mantolar, beyaz ya da mavi başörtüleri ıslanıyor, köyden çekile çekile gelmiş çarıklı ayaklar çamurlara basarak bekleşiyorlardı...”

 

 

Sancılı kentleşme(me)

 

Hikâyelerinde ve romanlarında daha çok ezilen sınıfları, yoksullaşmış, ya da hep yoksul olarak yaşamış insanların umarsız çabalarını anlatır Kemal. Durumlarından kurtulmak için ellerinde bir araç yoktur. Çalıştıkları ancak karınlarını doyuracak kadar kazanan bu insanların, ister istemez düşecekleri çukur kişilik yıkımını da birlikte getirir. Hainlik, çekememezlik, kötülük yaparak kendi konumunu güçlü kılmak gibi birçok insanda var olan karanlık yanların yanı sıra, içlerinde sevgiye, dostluğa, paylaşıma dair de bir şeyler taşır Kemal’in insanları. Ama çoğunluk gerçeklik duygusunu aşacak denli de sanal dünyalarda yaşar. Annesi çamaşırcılık yapan genç kız, erkek arkadaşının kendisini dönemin Lana Turner’ine benzetmesiyle, onunla özdeşleşir, kurduğu dünyaya annesini de sürükleyecek kadar ileri gider:

 

“Büyük bir artistin annesi çamaşır yıkar mı? Kucakla paramız olacak, otomobilimiz, apartmanımız....Gazetecilerin üçü gelip, beşi gidecek, röportaj yapacaklar benimle, poz poz resimlerimi çekecekler... Beni senden de sorarlar belki, çocukluğu nasıldı diye...”

 

Herkesin mahallesinden, çevresinden, komşusundan, geçmişinden ve şimdisinden bir şeyler bulacağı toplumsal bir panoramayı anlatan Orhan Kemal eserleri “Çamaşırcının Kızı”ndaki öykülerle daha bir perçinleniyor. Yoksul, çaresiz insanların üzerinden Türkiye’nin sınıfsal ilişkilerini de daha net görmemizi sağlıyor. Ekonomik tasarılar, oranlamalar, yüzdeler, yasalar, gelenekler, erkeklik, kadınlık... gibi çoğullaştırılarak, genelleştirilecek bir dizi kararlar ve kavramlar kendi başlarına ele alındıklarında bir şey çağrıştırmayıp, hiçbir şey ifade etmezken, aynı şeylerin insan yaşamlarıyla ilişkiye girdiklerinde nasıl yıkıcı –ya da onarıcı- bir etkiye sahip oldukları Kemal’in eserleriyle daha bir açık görülür. Geçmişte kaldığını sandığımız otuz, kırk yılımızın sosyal gerçeğinin bugüne geldiğimizde fazlaca değişmediğini, yalnızca niceliksel farklar yaşandığına tanık oluruz. Son söz ise biraz bildik gelecek ama kaçınılmaz:  “Anlatılan senin hikâyendir.”

 

 

Orhan Kemal, Çamaşırcının Kızı (öyküler) Epsilon Yayıncılık, 6. Baskı, Eylül 2005


 

                     

 

 
 

 
 

.
.


[email protected]

1