Ana Sayfa

Evrensel Kültür - Orhan Kemal'in Rotası - Güngör Gençay - Temmuz 2006
 

 

 

Orhan Kemal’in rotası

  

   

Bursa hapishanesinin kaleminde sabıka defterlerine bakan beş yıla hükümlü genç, Nâzım Hikmet’in Çankırı Cezaevi’nden getirileceğini öğrenince, olağanüstü sevinir. Duygularını: “Herkes gibi onun gıyabi hayranlarındandım. Herkes gibi nedenini bilmeden ona kızıyordum, fakat ihtimal, herkes gibi nedenini bilmeden, yahut pek az bilerek, seviyordum onu” diyerek içtenlikle dile getirir.

1940 yılının Aralık ayında getirilen Nâzım Hikmet’le aynı koğuşta kalmanın yarattığı arkadaşlık havası, daha da yakınlaşmalarını sağlar. Genç, Raşit Kemalî imzasıyla Yedigün Dergisi’nde yayınlanan ve yeni şiirlerinden seçtiklerini okur ona. Fakat Nâzım Hikmet çoğunu beğenmez. Bir gün, üzerinde çalıştığı romanın başlangıç bölümü eline geçince soluk soluğa yanına gelip, haber vermediğinden ötürü biraz sitem ettikten sonra: “Siz nesir yazın nesir,” önerisinde bulunur.

İşte bu genç, 15 Eylül 1914 tarihinde Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğan ve ileride eserleriyle yeni bir dönem başlatıp, Türk edebiyatına damgasını vuracak olan Orhan Raşit Öğütçü, yani Orhan Kemal’dir.

Hapishaneye geldiğinden beri Nâzım Hikmet’in gözleri onun üzerinde olmuş ve “...sizinle yakından ilgilenmek istiyorum. Yani kültürünüzle... Evvela Fransızca, sonra diğer kültür bahisleri üzerinde muntazaman dersler yapacağız,” demiş, ayrıca bu konuda Orhan Kemal’den söz almıştır.

Cezaevinde yazdığı ilk hikâyeleri Yeni Edebiyat, Yürüyüş dergileriyle İkdam gazetesinde yayınlanan Orhan Kemal, bu çalışmalardan büyük bir kazanım elde etmiş ve yaşamının sonuna kadar ustası Nâzım Hikmet gibi gerçek bir halk yazarı olarak sürdürdüğü mücadeleden ödün vermemiştir. Ne var ki daha çocuk denilebilecek bir yaştayken başlayan zorlukları hayatın dayattığı deneyimler olarak içselleştirmesi, Nâzım Hikmet’ten elde ettiği kazanımların tabanını oluşturmuştur.

 

Hayata tutunarak

Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın 17 Kasım 1930’da kapatılmasından sonra da muhalefetini sürdüren Abdülkadir Kemalî, sonuçta ailesiyle birlikte Suriye, oradan da Beyrut’a gitmek zorunda kalır. Lübnanlı olmaması nedeniyle, avukatlık yapamaz. Giriştiği ticaret işi de başarısızlıkla son bulur. Babasının bir arkadaşı tarafından işe sokulan Orhan Kemal ise, Matbaat-ül Haceriiye adlı basımevine girerek, ilk çalışma hayatına burada başlar.

Bitişikteki çikolata fabrikasında çalışan Eleni’yle tanışıp ona aşık olan Orhan Kemal, bir gün eskimiş pantalonundan utandığını söyleyince, Eleni’den: “...Sen ne utanıyorsun, zenginlerimiz utansın. Aldırma böyle şeylere, boşver,” yanıtını alır. Daha sonra Orhan Kemal, kendindeki ilk sosyal uyanışın, bu olayla başladığını belirtir.

Sevdiği kızdan zorunlu olarak ayrılmasından sonra, 1932 yılında bir başına Adana’ya dönen Orhan Kemal, babaannesinin yanında kalmaya başlar. Yirmili yaşının günlerini top oynayarak, aşık olarak ve çoğunlukla Giritli’nin, Nadir’in kahvelerine giderek geçirir. Bu kahvelerde tanıdığı İsmail Usta, düşünmesini ve aydınlanmasını sağlayacak birçok kitap verir kendisine. Daha sonra; Ali Şahin, Selahattin Usta, Dayı Remzi gibi işçi kökenli ankadaşlar edinir. Nuri Has’ın mensucat fabrikasında 24 lira 95 kuruşla önce katiplik, sonra ambar memurluğu yapar. Buradaki arkadaşı da Hamal Sadık’tır.

Aynı fabrikada çalışan işçi kızlardan on dört yaşındaki Nuriye’ye aşık olan Orhan Kemal, 1937 yılında onunla evlenir.

1938 yılında bir iş adamının yaptığı ortaklaşa hırsızlık önerisini kabul etmeyince, karaçalınarak işten çıkarılır. Aynı yıl, kızı Yıldız’ın doğumundan hemen sonra askere çağrılır. Tezkere almasına kırk gün kalmışken, ele geçirilen Nâzım Hikmet ve Maksim Gorki’nin kitapları, komünizm savıyla yargılanıp, beş yıl hüküm giymesine neden olur.

Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’ye dönen Babası Abdülkadir Kemalî, Bergama Ağır Ceza Mahkemesi’ne atanınca, Orhan Kemal’in de Bursa Cezaevi’ne nakledilmesini sağlar.

Görülüyor ki Orhan Kemal, edebiyatın acemisi olsa da Bursa Cezaevi’ne gelinceye kadar, deyim yerindeyse “feleğin sillesini” yemiştir.

 

Mapusluk sonrası ve İstanbul günleri

26 Eylül 1943 tarihinde mapusluğu bitip Adana’ya dönen Orhan Kemal, birkaç işyerinde hamal olarak çalışır. Taşındığı Malatya’da, bir arkadaşının aracılığıyla girdiği mensucat fabrikasında da, sebze nakliyeciliği işinde dikiş tutturamaz. Perişan bir durumda Adana’ya dönerler. Burada birkaç derneğin işlerini yaparak ekmeğini kazanmaya çalışır. Ancak, 1949 ve 1950 yıllarında Varlık Yayınları arasında kitapları yayınlanmaya başlayan yazar, tüm köprüleri yakarak 17 Nisan 1950 tarihinde ailecek İstanbul’a göç eder.

Önce, Sirkeci’de ucuz bir otel, ardından cezaevi arkadaşı İzzet’in evinde üç buçuk ay süren konukluk. Fener, Unkapanı ve Fatih’te yıllarca süren kiracılık halleri. Sonuçta, 1967 yılında Basınköy’de edinilen bir daire...

İstanbul’daki çalışma düzenini 26.9.1955 tarihinde Fikret Otyam’a yazdığı mektupta: ”Şimdi saat beş. Ortalık alacakaranlık. Yani henüz, Gâvur-Müslüman belli değil. Kalktım. Bu yılki çalışma tempom bu. Erken yatıp erken kalkıyorum. Öğleye kadar en az on daktilo sayfası yazı yazıyorum,” diyerek anlatıyor Orhan Kemal.

Yirmi yıllık İstanbul günlerinde, Orhan Kemal’in hikâye, roman, oyun türünde birçok eseri yayınlanmış, gazetelerde tefrika edilmiş, oynanmış ve ödüllerle onurlandırılmıştır. Aynı başarıyı özellikle dönemin sosyalist ülkelerinde de sağladığı görülmüştür.

Yaşamını alabildiğine zor koşullar altında sürdürmeye çalışan Orhan Kemal, bunca eser vermesine ve eserlerinin birkaç baskı yapmasına karşın, gönlünce bir “ohhh” diyemeden hep para, daha doğrusu geçim sıkıntısı çekmiştir. İstanbul’a gelişinden altı yıl sonra, 18.10.1956 tarihinde: “...Mangırdan yana nanay olduğumuz için kömür sıramızı kasten kaçırdık,” diyen yazar, fırsatçıların, ihanet içindeki arkadaşlarının kurdukları kumpasta sıkışmakta, Fikret Otyam’a 31 Aralık’ta yazdığı mektupta:

“Kabilse bir miktar avans. Buna mecburum. Sinema ve roman işleri stop dedi. Kendi memleketimde sanatımla geçinemez hale geldim. Aklıma delilikler geliyor. Hatta hatta (vatan) değiştirmek gibi. Şu sıra müsahhihlik yapıyorum. Ankara’ya niçin gelmediğimi, gelemediğimi anla” diyecek kadar bunalmaktadır.

1957 yılında yaptığı çizelgede Fikret Otyam’a 100/ Kardeşi Uğur’a100/ İhsan Ada’ya 50 lira borçlu olduğunu gösteren Orhan Kemal, ölümüne iki yıl kala yine dostu Otyam’a yazdığı 18.1.1968 tarihli mektupta:“... Ankara Sanat Tiyatrosu, benim Kasım ayı paramı hâlâ göndermedi. Aralık ayınınkini de ekle buna... Anlaşma gereğince bu kadar uzatmaya hakları yok... Çünkü bu ayın 20’sinde 4.000 lira ödeyeceğim..,” demek zorunda kalmaktadır.

Çok sıkıntı çektiği günlerde bile kayıtlı olduğu (TİP) Türkiye İşçi Partisi’yle organik ilişkisini kesmemiştir.Toplantı yaptıkları 7 Mart 1966 günü, Ömer Şengün adlı kişinin ihbarı sonucu Orhan Kemal ve TİP Fatih İlçe Başkanı Mehmet Şahin ile parti üyesi Mustafa Kutlu “Hücre çalışması ve komünizm propagandası yaptıkları” savıyla yakalanmış, Sultanahmet Cezaevi’nde üç buçuk ay yattıktan sonra beraat etmişlerdir.

 

Orhan Kemal’in toprağı ve suyu

Orhan Kemal’in doğup yeşerdiği toprak, Çukurova’nın en önemli kentlerinden biri olan Adana’dır. Bilindiği gibi Adana, önceleri mevsimlik, sonraları yerleşik göç alan, toprağı verimli, özellikle de pamuk üretiminde öne çıkan kentlerden biridir. Aynı zamanda Arabı, Türkmeni, Türkü, Kürdü, Fellahı, Yörüğü, Tahtacısı’yla, çok çeşitli bir kültür zenginliğini içinde barındırır. Küfürü, feodal gelenek görenekleriyle kendine özgü bir yapıya sahiptir.

Daha sonra sanayileşme başlamışsa da, Orhan Kemal’in döneminde toprağa bağlı üretimin yoğunluklu olduğu kente yeni yeni traktör, biçerdöver gibi sanayi araçlarının girmesi emek-sermaye çelişkisini de öncelikle gündeme getirmiştir. Bu olgu, sanatsal ve siyasal ortamın oluşmasında da önemli bir etken olmuştur. Bu ortamlar da, tartışma mekânlarını yaratmış ya da önceden varolanlara yeni bir işlerlik kazandırmıştır… Bunlar, adı ve namı belirli kahve ve meyhanelerdir.

Orhan Kemal’in hayatında da bu iki mekân önemli bir yer tutar. Kahve tutkusunu şöyle anlatır Orhan Kemal:

“Yıl 1932... Aylardan Haziran... On sekiz yaşımın toz pembe günlerinde doludizgin geldiğim Adana’da, Kuruköprü’de bilmem ne kahvesiyle başlar bu tutku. Bu kahve bize o yılların baba ocağından daha yakındı. Garsonu, ocakcısı, sahibi, bir kıyıdan bize laf atan, attığımız lâflara karşılık vermeye çalışan kundura boyacısından kapısı önündeki simitçisine kadar dost olduğumuz bir kahveydi...

Bu kahve hiç farkına varmadan yerini Giritli Cumali’ninkine devredivermişti...”

İstanbul’a göç ettikten sonra da sürer Orhan Kemal’in kahve tutkusu. Önce Kasımpaşa, daha sonra Fener ve Eyüp kahveleri. Kürdün kahvesi, tatlıcı olan Meserret kanvesinden sonra da İkbal Kahvesi. Kahvelerin hayatında tuttuğu yeri anlamak için, Fikret Otyam’a yazdığı 1.7.1957 tarihli mektuba bakmak yeter. Bu mektupta: “... Malum , bizim Kürdün kahvesini yıktılar, yurdumuzu yuvamızı, oradaki hatıralarımızla birlikte dağıttılar. Biz de postu meserrete serdik,“ diyor Orhan Kemal. Bu kahvelerde hikâye ve romanlarını yazmış, kurgulamış, düşünmüş, insan tanımış; başka bir deyişle; bu mekânlar hem Orhan Kemal toprağına su vermiş, hem de içinde çalıştığı bir lâboratuvar olmuştur.

 

Halk, hayat ve sanat anlayışı

Bazı sanatçılar ya da aydınlar, her toplumsal olumsuzluğa, kendilerine göre bir kulp takarak halka bağlar ve işin içinden sıyrılıverirler. Hiçbir zaman kendilerine: “Halka ne verdik ki, ne istiyoruz,” sorusunu sormayı yediremezler.

Orhan Kemal ise: “Ben halkımı, köylümü, bütün köylüleri, bütün fakir fukarayı seven bir yazarım. Belirli birtakım şartlar yüzünden geri, bilgisiz, görgüsüz, pis kalmış insanların, imkâna kavuştukları zaman değişip gelişeceklerine, ileriliği benimseyeceklerine, uygarlaşacaklarına inanıyorum...” diyerek, kendi yerinin halkın yanında olduğunu belirtir.

Orhan Kemal ilişkilerinde anlayışlı, hoşgörülü ve esprili bir kişiliğe sahiptir. Çoğu zaman Adana usulü bir küfürle sıkıntı yaratan konuyu geçiştirir. Hiçbir insanı hafife almaz. Ve kin tutmaz. Ama hikâye ya da roman gündeme gelince, hem yazdıklarının ve yaptıklarının arkasında durur. Hem de ödün vermeden eleştirir.

Romanın “aydınlık” olmasını savunan Orhan Kemal, edebiyatın amacını: “İnsanlığın insanlık tarafından insanlık için yönetilme çabası adına sanat” olarak belirledikten sonra, gerçekçilik anlayışını da:

“...Dışımızda, yani bilincimizin dışında, bilincimize bağlı olmayarak var olan gerçeğin tıpatıp fotoğrafını çekip okurlara göstermek de bir çeşit gerçeklik sayılır. Ama buna (natüralizm) diyorlar. Şuna benzer: Olmakta olanı olduğu gibi yansıtmak, başka bir deyimle doktorun hastasındaki hastalığı görmekle yetinmesi gibi bir şey. Benim anladığım gerçekçilik bu kertede kalmamalı. Onun için sanatçı gerçeğin ölçülerini kendinde toplayıp “olmuş mu” ile birlikte “olabilir mi”nin karşılığını verebilmelidir. Bununla da kalmamalı, “nasıl olmalı”ya da karşılık bulabilmelidir. Sanatçı doğanın kopyecisi değil, kendinden bir şeyler katan bileşimci olmalıdır,” diyerek dile getiriyor.

Gelenekleri kırmak ve yeni atılımlar yapmak isteyenlerin karşısına her zaman engeller çıkmış ya da çıkarılmıştır. Bu yargı Orhan Kemal için de geçerli olmuş, ve “Orhan Kemal tükendi” gibi düzeysizce yapılan dedikoduların ve karaçalmaların yanısıra, diyalog ve şivede yazarın belirleyip uyguladığı yöntem dahi tartışma konusu yapılmıştır. Ancak, Orhan Kemal’in yanıtları çok açık ve nettir. Nedenini, özetle:

“Fazla diyaloğa önem verişim, tesadüfi değildir. Anlatmak istediğimi en iyi böyle anlattığımı sanıyorum. Uzun uzun ruh tahlilleri yapmaya kalkışmaktansa, muhaverenin diyalektiği ile bu işi başarmanın çok daha tabii olacağı kanaatindeyim /.../ Bazılarının zannettiği gibi Murtaza hikâyesi bütün başarısını mahalli şive ve taklitlerden almaz. O hikâyeyi eski tarzda ruh tahlilleri yaparak, dümdüz de anlatabilirdim. İstedimki okuyucu, anlattığım dekor, vaka ve tiplerin içinde, onlardan biri gibi yaşasın, birtakım hüküm ve kanaatlere kendi kendine varsın. Ve tabii benim istediğim hüküm ve kanaatlere varsın. Hiç görmedikleri, hiç bilmedikleri, hatta yakınından bile geçmedikleri (fabrika) gerçeğini görsün, öğrensin; görüp öğrenmekle de kalmayıp, Murtaza ve ötekiler arasında yaşasınlar” biçiminde açıklayan yazarın, Tarık Buğra’ya şivelerle ilgili verdiği yanıt oldukça ilginçtir. Şöyle der Orhan Kemal:

“Konumuzun dışında olmakla beraber, yeri gelmişken Tarık Buğra’nın merakını gidereyim. Yani, tiplerimi niçin yerli ağızlarla konuşmaya mahkûm insanlardan seçtiğimi söyleyeyim.

Bütün tiplerim böyle olmadığı bilinmekle beraber, Tarık Buğra’dan sorabilir miyim:

Öz dilini doğru dürüst konuşamayanlarla yurdumuz dopdoluyken, bunlar da ezici çoğunluğu teşkil ederken, tiplerinizi niçin öz dilini doğru dürüst konuşan azınlıktan seçer, yahut tipler uydurursunuz? Canınız öyle istediği için değil mi? Haklısınız. Fakat ben işi böylece kesip atmak istemeyeceğim. İstediğiniz cevabı vereceğim. Bakın: Son üç yıl müstesna, bütün hayatım Anadolu –sizin tabirinizle– yerli ağızlarla konuşmaya mahkûm insanlar arasında geçti. Küçük yaşımdan beri ekmeğimi onların arasında, onlarla birlikte kazanmak zorunda kaldım. Onlarla haşır neşir oldum, tabii onlardan biriyim. Böylece, onları, yani öz dilini olsun dürüst konuşamayan insanları, öz dilini doğru dürüst konuşanlardan çok daha iyi tanıdığımı bırakıp, az tanıdığım, yahut hiç tanımadıklarımı mı almalıyım? Sonra biliyorsunuz, edebiyatımızın hikâye ve roman tarafı başlangıçtan bugüne kadar, öz dillerini iyi konuşan azınlığın maceralarıyla dolu. Berilerse hiç de öyle değil... Perişan üstbaşları ve perişan dilleriyle hikâye ve romanlarımızda yeni yeni görünmeye başladılar. Bu kadarına olsun izin yok mu?”

Bitmez tükenmez bir yaratıcı güce sahiptir Orhan Kemal. Ama bu yaratıcı güç, hiçbir zaman toplumsal gerçeklerden kaçmaz. Yeni tasarılarını Otyam’a yazdığı mektupta: “Yeni konular, hem de dev konular içimde birbirini kovalıyor. /.../ Bu yeni tasavvurların konuları fakir fukaradan çok, bugünün büyük fabrika derebeylerinin, (memleketimiz gelişmesi içindeki oluşları tarihi) diyebileceğimiz şeyler. Çukurova’nın büyük toprak sahipleriyle büyük fabrika sahiplerinin evvelki günü, dünü, bugünü... Bu üç malumlu (yarın)larının ne olacağını okuyucu –eşek değilse– anlayacak, hiç olmazsa sezecek,“ diyerek açıklarken, toplumsal gerçeklerden kaçanlara da, özetle: “ ... Partilerin çekişmesi en küçük, en kısır, en zavallı köye kadar girmişken, partiler memleket çapında didişirlerken yeni eski şairler, hikâyeciler, romancılar ıvır zıvırla meşgul. Yaşadığımız çağın toplumsal gerçekleri edebiyatımızdan çıkarıldı. Ulan şu Ataç ne kadar piç fırlatmış ortaya,” diyerek ağız dolusu bindirir.

 

Dostluk simgesi

          Orhan Kemal’i, Muzaffer Buyrukçu’nun günlük ve anılarında, Radi Fiş, Stevlana Uturgaurt, Yusuf Kenan Karacanlar, Kemal Sülker, Mehmet Narlı, Asım Bezirci-Hikmet Altınkaynak, Nurer Uğurlu ile Fikret Otyam’ın kitap oylumundaki çalışmalarında, daha yakından tanıma, hayatlarındaki ayrıntıları öğrenme olanağı bulduk. Orhan Kemal’den dostluğunu esirgemeyen, yanında duran arkadaşlarını tanıdık. Ancak; Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları adlı kitabında: ”Yüzünü görene dek onu, yıllardır kaybettiğim çocukluk arkadaşım Orhan Kemal sanmışımdır. Ne var ki o, çocukluk arkadaşım değildi. Ama böylelikle 12 yaş büyük, yiğit, devrimci bir yeni arkadaş edindim... Emek uğruna Ankara’ya göçende, mektuplaşmaya başladık. Uzun serüvenleri olmuştur bu mektupların...12 Mart karanlığında, evimden alıp sakladığım tek okuntular bu mektuplardı, yapıtlarındaki sunuları da keserek... Bu mektuplar, yirmi yıla yakın sarsılmaz bir arkadaşlığın, dostluğun belgeleridir... Kendimle ilgili bölümler de var mektuplarda... Olancasıyla kaçmama karşın –ister istemez– mektuplara romancının gazeteci arkadaşı da giriverdi. Zaten bu kaçınılmazdı, yığınla ortak yönlerimiz vardı, anılarımız,” diyen Fikret Otyam ve Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi adıyla, benzer türde bir çalışmayı gerçekleştiren Nurer Uğurlu, edebiyatımıza Orhan Kemal’i ve eserlerini çözümlemede yararlanılacak çok önemli birer kaynak sundular. Yanı sıra, Otyam bir dostluğun vazgeçilemez güzelliğini de ortaya koydu. Yazdığı 19.4.1959 tarihli mektubunda: “Ben komşu yardımıyla ün istemiyorum. Zaten nefret ederim böyle şeylerden... Taraf etrafım senden ibaret. Yeter, çok bile,” diyerek Orhan Kemal de bu güveni doğruladı. Her derdini ve sevincini paylaştığı Fikret Otyam’a yazdığı mektupları, bu dostluğun anıtı olarak görmenin gereğine inanıyorum.

 

Değerlendirmeler

Orhan Kemal için ilk değerlendirmeler 1950 yılında Seçilmiş Hikâyeler Dergisi’nin 30-31. sayısında yapılmış ve Salim Şengil yazar hakkındaki düşüncesini “Gerçeklere karşı titiz bağlılığı onu zaman zaman ve çeşitli saldırılara uğratsa da, realist bir sanat anlayışı için yaptığı mücadelenin memleket yararına olduğu muhakkaktır,” diyerek belirtmiştir. Diğer eleştirmen ve edebiyat tarihçilerinden yazarı ve eserlerini bütünlüklü olarak değerlendiren bir bölümünün düşüncesi ise şöyledir:

Vedat Günyol: “Ortak ve sağlam toplum değerlerinden yoksun bir dünyada bir çıkar yol arayan biz okuyucular, bir yapıtta, doyurucu bir geleceğin kapısı aralanmış mı, aralanmamış mı, ona bakıyoruz.

Orhan Kemal her yapıtıyla bize umutlarımızı tazelemeye elverişli bir haber getiriyor... Onu ilgilendiren şey, eskimiş değerler üzerinde yaşamaya çalışan bir toplumda, tek başına ışığa kavuşmaya çalışanların savaşıdır.

          Orhan Kemal’i yazı yazmaya zorlayan neden, ne edebî ne teknik nedenlerdir. O, etiyle kemiğiyle bağlı olduğu bir sınıf insanının yazgısıyla, geleceğiyle ilgilidir. Öyküleriyle, romanlarıyla insan soyuna faydalı olmak, insanları bilinçlendirmek istiyor.”

Şükran Kurdakul: “Orhan Kemal’in öyküleri olaylara dayanır. Kişileri çoğunlukla hareket halindedirler. Öykünün omurgasına egemen olan olay Sabahattin Ali’nin öykülerinde olduğu gibi birçok yan olayla örgülenmiştir. Bu nedenle kişilerin bu yan olaylar içinde somutlandığını söyleyebiliriz.

          Ortam çizimi, zaman belirtme ve betimleme yönlerinden alıştığı bir ölçülülük içindedir. Bu nedenle çağrışım, anımsama bilinçaltının dışa açılmaları gibi 1960 sonrası karşılaştığımız değişikliklere ender olarak başvurduğu bile söylenemez. Anlatım çok yalındır. Yer yer üç beş sözcükle kurulmuş tümcelerde imgeye hemen hiç rastlanmaz. Konuşmaları belirleyici tümceler yerli yerindedir. Genellikle konuşan kişinin amacını vurgulamakta büyük işlevleri vardır.

Romanları/Orhan Kemal, kişilerle olaylarla ilişkisini zorunlu gördüğü yerde çevre özelliklerini yansıtırken, ortam çizimlerini uzun betimlemelerle donatmayı sevmez pek. Yalın tümce beğenisini koruyarak, en plastik sözcükleri seçmeye özen göstererek, yer yer şiirsel öğelere başvurarak yapar bunu. Özllikle yakın çevreyi, sokağı, fabrikayı. tarlayı, evi kahveyi, odayı, mutfağı kesin çizgilerle sergilerken kişilerinin yaşamlarındaki yerlerinin belirmesine çalışır. Kimi romanlarında eşya ve insan ilişkileri dikkati çekecek ölçüdedir.

Orhan Kemal, yaşamın bütün kesimlerine bakarken, emek-sermaye çelişkisinin yarattığı başat sorunları kavrar; toplumsal çözüme ulaştırır. Ve ‘Toplumbilimsel kavramları mekanik biçimde uygulamaktan’ kaçması, ‘İnsanın iç dünyasını belirleyen toplumsal etkenleri algılama yeteneği’ ile toplumcu gerçekçi akımın temel ilkelerini uygulama ustalığı kazanır. Ona çağdaş romanımızdaki yerini sağlayan da bu ustalık olmalıdır.”

          Haldun Taner: “Akıcı, zorlamasız, açık anlamlı bir üslubu vardı. Karakterleri en can alacak yerlerinden yakalar, verirdi. Kişilerini hep bir aile ilişkisi içinde yansıtmayı adet edinmişti. Diyalogları yaşamdan alınmış gibi doğal ve canlı idi. Tiyatro tekniğini iyi bilmemesine karşın, sırf bu iki niteliğinden, güçlü karakter ve canlı diyalog kurma yeteneğinden, başarılı oyunlar yazdı.”

          Kemal Sülker: ”Diyebiliriz ki Orhan Kemal, tipinin çevresine, yaşına, o sosyal, kültürel durumuna göre onları kendi şiveleriyle konuşturur, ama aşırıya kaçmaz, yerel sözcüklere zorunlu hallerde yer verir, böylece hem konu, hem de kişiler olanca inanırlıklarıyla ortaya çıkarlar.”

Mehmet Ergün: “Orhan Kemal’de küçük insan, Orhan Kemal’e yansıdığı gibi değil de, içerisinde bulunduğu açmazlarla birlikte verilir. Yani Orhan Kemal’de küçük insan olduğu gibi yer alır. Yazarın görmeye çalıştığı biçimde değil. Bu nedenledir ki Orhan Kemal’de küçük insan, bir sığınak değildir. İçerisinde bulunduğu güç yaşam koşullarından soyutlanarak ele alınıp, soyut bir sevgiyle yüceltilmez. Aksine bütün çirkinlik ve güzellikleriyle birlikte ve bir bütün olarak sergilenir.

Orhan Kemal, yetkin bir biçimde çizmeyi başardığı kişilerine kimi zaman acıma yanılgısını işler. O kadar ki küçük insanı, içerisinde bulunduğu tüm güçlüklere rağmen, yüreğinde bir iyi yan saklayan bir çeşit ‘iyi insan’ miti haline getirdiğini görüyoruz. Bu düşüncesini doğrulamak amacıyla kimi zaman yapay atmosferler çizdiğine tanık oluyoruz. Berduşlar’da ve Elli Kuruş’ta olduğu gibi.

Hikâyelerinde gözlediğimiz bu soy yanlış eğilimlere rağmen Orhan Kemal, Sabahattin Ali ile başlayan ve izinli gerçekçi eğilimlerden kalın çizgilerle ayrılan toplumsal gerçekçi hikâyemizin ivme kazanmasına yol açmış bir sanatçıdır. Ancak Orhan Kemal Hikâyesi’nin önemi, Orhan Kemal’in genel olarak hikâyemize, özel olarak da toplumsal gerçekçi hikâyemize katkılarından ileri gelmemektedir sadece. Onun, Sait Faik’in çarpıttığı küçük insanı özüne uygun bir biçimde vermesi kadar, 1950-1960 dönemi içerisinde ‘Bunalımcı Hikâyemiz’in karşısında bir alternatif olarak yer almasının da etkisi vardır bunda...”

Ahmet Kabaklı: “Orhan Kemal, sosyal gerçekçilerin aşırılarından olan bir yazardır. Toplumculuğu, kolayca sınırlanamayan ve kendisinin de belirleyemediği bir sosyalizm olarak görmüş ve o görüşü türlü olaylar, gözlemler içinde telkin eden romanlar yazmıştır. Roman sanatının gerçekleriyle, ruh halleriyle uğraşmayı bir boş iş saymıştır. Onca roman, kendince doğru olan şeyleri, okuyucuya, cazibeyle sunmaya yarayan bir vasıtadır.

Onca, hiç bir insan kötü değildir. İnsanları kötü yapan toplumsal sosyal şartlardır. Bu şartlar, sosyalist metotla düzeltilecek olursa, insanlar iyileşecek, ağa-ırgat, işçi-patron ve sınıf, zümre çekişmeleri kalkacaktır. Yazar bugünkü düzenin bozukluğunu göstermek için o çekişmeleri, yolsuzlukları ve haksızlıkları, mübalağalı bir tarzda yazmayı tercih ediyor.”

          Hikmet Altınkaynak: “Türkiye insanının, başta işçisinin, köylüsünün, işsizinin, küçük insanının, çocukların, hapishanedeki hükümlünün gerçeklerini sunmuştur Orhan Kemal. Bu gerçek emek için verilen savaş olarak toplanabilir. Bu gerçeklerin ardında yatan sorunlar, düşünceler vardır. Ve bu savaş içerisinde işçinin, köylünün, küçük insanların, mahpusun ve hatta çocukların yeri iyi belirlenmiştir. Bir hikâyeci olarak Orhan Kemal, gerçekleri çok iyi yakalamasını bilmiştir. Yaşadığı çevrenin toplumcu gerçeklerini olaylara bağlı olarak, somut örnekleriyle vermiştir.”

Doğan Hızlan: “Orhan Kemal, toplumsal değişimlerin, oluşumların, kaynaşmaların köyden kasabaya, buradan büyük şehirlere sıçradığını, sorunların böyle bir süreçte incelenmesi gerektiğini anlatır romanlarında...Toplumunun bu kadar doğru, bu kadar ayrıntılı saptayımını yapmış bir ustanın eserleri, sosyologlar için de mutlaka eğilinmesi gereken kaynaklardır.”

Mehmet Narlı: “Diyebiliriz ki o, sosyal hayata bakarken ve malzemesini seçerken toplumcu gerçekçi; bu malzemeyi yansıtırken gözlemci ve eleştirel gerçekçidir. Onun bazı eserlerinde idealize edilmeye çalışılan bazı tiplerin görünmesi; bu tiplerin bozuk düzene karşı kişilikli mücadeleler vermeleri toplumcu gerçekçi bir uygulama gibi görünse bile, romanların hepsini dikkate aldığımızda bu tiplerin ‘nalv’ kaldığını görürüz. Bu kompleks yapıya Orhan Kemal’in kendisi bir isim bulur: Aydınlık gerçekçilik.” 

İşçi sınıfının yazarı

Sanatçı takımı arasında da düştüğü yerden bir avuç toprakla kalkanları vardır. Bu özelliklerine, bir de “açıkgözlük” ya da “işini bilirlik” gibi sıfatlar ekleyerek alabildiğine şişinirler. Oysaki, kimi sanatçılar da böylesi tiplerin anlamadığı, anlayamadığı işlev ve eylemleriyle gönenirler. Örneğin Orhan Kemal, miras kalan arazilere sırt çevirdiği için Samim Kocagöz’ü överek bitiremez. Ama dönüp baktığımız zaman, kendisinin de dededen, babadan kalma arazileri işçilere bıraktığını ve beş parasız İstanbul’a gelip, yazarlıkla ekmek parası kazanmaya soyunduğunu görürüz.

Her baktığını çıkar hesabına vuranlara karşın, Orhan Kemal, her baktığı yerden, her gördüğü olay, olgu ve ilişkiden öykü ve romanları için malzeme çıkarabilen bir yetkinliğe sahiptir. Elde ettiği malzemeyle öykü ve romanlarının duvarlarını sınıfsal bir anlayışla örerken, memleketin gerçeklerini dışta tutmayan, ama bu gerçekleri koyarken de esnemeyen bir sanatçı kimliği ortaya koymaktadır. Yazar ve sanat hakkındaki düşüncelerini: “Ne dediğini bilen bir yazar için sınıflar dışında bir edebiyat yoktur zaten. Bu toplumda yaşıyorsak, bu topluma bağımlı olmamak olanaksızdır,” derken, bir anlamda da kendi portresinin ipuçlarını vermektedir.

İbrahim Tatarlı ve Rıza Mollof’un: “... Türk romanının gelişiminde yeni bir dönem teşkil eden savaş sonrası yıllarının büyük romancılarından biridir. O Türk edebiyatına işçi sınıfını, emekçi köylüleri ve halk aydınlarını geniş olarak sokmuş, çağdaş toplum problemlerine değinmiş, Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali’den sonra Türk romanında sosyalist gerçekçiliği kuvvetlendirmiştir,” diyerek tanımladığı Orhan Kemal, davasından vazgeçip, “Benim solculukla, komünistlikle hiçbir ilgim, ilişkim yoktur” demesi karşılığında; iş olanakları dışında, başkaları için çok çok önemli olabilecek teklifler almıştır. Bu teklifleri yapanlara Orhan Kemal’in verdiği, çok kısa ve öz bir yanıt:

“Ben Orhan Kemal’im. Halkımın yazarıyım, değil Türkiye’nin, dünyanın Panait İstrati’si olmak istemiyorum” olmuştur. Çünkü, eline kalemi alışından, doğa yasalarının zoruyla bırakışına dek, onun rotasını hep işçi sınıfı belirlemiştir.

 

 

[email protected]

1