Tam da çok sevdiğim Nazım Hikmet’in öldüğü gün öldürdüler seni: Üç Haziran günü yayıldı ölüm haberin Sofya’dan. O sabah Fahri’yi dinlemiştim yarım saat. Ölümünün yedinci yıldönümü dolayısıyla onun savaşımını anlattı, ona yazılmış şiirleri ve onun şiirlerini okudu.
Evet, sen ölmedin Orhan Kemal, seni öldürdüler. Kendileri altmışı, yetmişi, sekseni demir gibi atlayıp dimdik yaşarlarken, seni elli altısında öldürdüler. Aslında seni elli altıya gelmeden önce, yıllarca önce öldürdüler. Çünkü ölmek, son soluğumuzun çıkması anlamına gelmez. Ölmeden önce ölebilir kişi, öldürülebilir. İşsiz bırakılır, dama atılır, kovuşturulur. Unkapanı’nda ya da Küçükmustafapaşa’da bir köfteci dükkanına girip bir yudum şarap içmesi çok görülür, oradan dama götürülerek öldürülür...
Üç kağıtçı Kudret Bey örneği, zııt zııt gezerek, dolandırarak, sömürerek öldürürler adamı. Sen de tutmuşsun geçenlerde, Kudret Bey’in Millet Meclisindeki durumunu yazmayı tasarlıyordun. Müfettişler müfettişi bakalım nasıl saylavlık yapmıştı... Ölmesen de yazabilsen ilginç bir roman olurdu herhalde. Ama perşembenin gelişi çarşambadan belli olur. “Müfettişler Müfettişi” ve “Üç Kağıtçı”dan sonra onun nasıl saylavlık yapacağını kestirebiliyoruz. Nasıl yaptığını ya da yaptıklarını 1970’li yıllar özellikle gösterdi bize.
Ayrıca, hazırladıkları vergi yasaları çıkmadan öldüğüne iyi ettin bir bakıma, ölme vergisinden kurtuldun.
Bu düzen Murtazaların düzeni Orhan Kemal, sense Abdülkadir Kemali’nin oğlusun. Babanı yaşatmamışlar ki seni yaşatsınlar bu düzende. Elbette yıldan yıla ve de günden güne ölüme yaklaşacaktın. Son yıllarda seni yaşıyor saymıyorlardı zaten dostların. Derdin bir değildi, iki değildi. Ağaçların ayakta öldüğü hesap, ayakta çürüyüp gidiyordun. Ciğerlerin öylesine hastaydı, kalbin zayıflamıştı. Kuyruk sokumundaki dertse iyileşme bilmiyordu. Boyuna ameliyat oluyordun. Bana mısın demeden ilerliyordu. Günden güne zayıflıyor, sararıyordun. Kanserle kalbindeki dert yarış halinde ilerliyorlardı. Sanırım ikisi birden işi azıttı Sofya’da. Kimbilir belki iki kadeh atıverdin oradaki dostlarla. Belki perhizi bozuverdin ve bunu fırsat bekleyen iki hastalık. Evet bu düzen Murtazaların düzenidir. “Esnasında vazife bir, demeden ciğerparem” ağaların hizmetine koşanların düzenidir. Ve de Kudret Beylerin düzenidir. Daha sonra, senin romanlarını beşyüz papele kapatıp, kenara elli tanesini atarak yıllar yılı baskısı bitmedi diye diretenlerin düzenidir. Soldan sağa çark ederek Osmanlıya övgü düzen, Amerika’dan beslenen ve bilaveled bir yaşam içinde, senin sabahın üçünden başlayarak, masa başında çocuk beslemek için çalışmanı anlayamayanların düzenidir.
Seni Adanalardan tanıyan, önceleri sevmiş görünen, sonradan da “Eski Orhan Kemal nerede?” diye kendinden gelme yargılar yürüten mitolojik kafalı heriflerin, yani her dönemde sekiz ayaklarının üstüne düşenlerin düzenidir. Neymiş Orhan Kemal bir yâr sevmiş. Bunu ahlâksızlık olarak nitelendiriyordu mitolojiden çıkma bay ve bayanlar. Azınlık kırması bay ve bayanların ortasına düşerek ve de o ortama uyarak edebiyat tüccarı kesilenler de aynı düşünce içindeydiler... Kendi kırdıkları cevizin kırkı aştığını hesaba katmadan, onlar da Orhan’ı bir yâr sevmekle suçluyorlardı. İşin aslı bu değildi oysa. Orhan Kemal, İsmet Paşa’nın türküsünü mitolojik bir dergide durmadan söyleyenler kadar ayak uyduramamış bu düzene. Orhan Kemal, Vita-Sana ve Pepsi şirketlerinden gizli gizli para sızdırmamıştı bir yandan sosyalist geçinirken... Yazdığı roman ya da öyküleri onların efsanelerini verdiği gibi bu şirketlerin emrine verip büyük para karşılığında radyo reklamı olarak kullandırmamıştı... Ayazpaşa’da, Maçka’da, Şişli’de burjuvanın en kokuşmuş çevreleriyle iç içe, sarmaş dolaş kikirdeyerek solculuk, sosyalistlik oynayan bu baylar, senin bir yâr sevmeni çok görürken, sen, Unkapanı’nda köhne bir evde, çok sevdiğin çocuklarının ekmeğini çıkarmak için, boyuna tuşlara vuruyordun gecenin üçünde başlayarak. Komşuların uyanma derdi olmasa hiç de yatmayacaktın. Hızlı çalışmak zorundaydın. Başka iş vermiyorlardı çünkü. İş vermek ne söz, omuz zoruyla, kafanı bir limon gibi sıkarak kağıtlara döküp kazandığın üç kuruşu bile huzur içinde yemene engel oluyorlardı. Kovuşturmalar, tutuklamalar...
Bu ağıtı sürdürürken arada söyleyeyim ki, mitolojik kafalı heriflere senin sağlığında gerekli karşılığı vermişimdir laf açılınca...
Memlekette düşünce kıpırdanmaları, yarım yamalak bir Anayasa belirince senin kitapların da basılma, oynama şansı artmıştı. Artmıştı da çileli yaşantının son demlerinde bir kat alabilmiştin Basınköy’den. Nazım yetişip petrol mühendisi olmuştu. Önce başka bir fakülteye giren Abdulkadir Kemali, sonunda Eczacılık Fakültesine girmişti ve eczacı olmak üzereydi. Nuriye Hanım’ın da içi rahattı. Mitolojik kafalıların çevirdikleri dolabı anlamış, onlardan çok anlayışlı çıkmıştı. Kısa bir süre oturduğun Fatih’teki evde ve bir kalp krizi geçirdiğinde çocuklarla geldiğim Cerrahpaşa Hastanesinde Nuriye Hanım’ın vefakârlığını iki kez daha görüp anlamıştım.
İşte böyle Orhan Kemal. İşkencelerin her çeşidiyle ayakta çürüttükten sonra, insanın ölümüne yakın durumunun biraz düzelmesine göz yumarlar bu düzende... Bak işte seni ezen, seni aç bırakan düzenin tek parti döneminin kodamanları, ali kıran baş kesenleri, şimdi senden roman satın aldılar da tefrika ediyorlar gazetelerinde. Seni çok sever onlar, o kadar severler ki seçim işlerinde yararlanmak isterler senin romanını yayınlama işinden. Öyle ya, koskoca Adana’da senin adın var, babanın adı var. Bu adamlar seni tutuyor görünmekten hiç de zararlı çıkmazlar.
“Toprak işleyenin” derdin ve bu düşünceyle babandan kalma dünya kadar toprağın semtine bile uğramazdın. Bir bak bakalım o mitolojik kafalı yerli ve yabancı burjuva kırmalarıyla sarmaş dolaş olanlar meteliği sektiriyorlar mı? Hele senin gibi olsalardı, babalarından toprak kalsaydı da görseydin tutumlarını...
Başka türlü olmazdı Orhan Kemal. Daha önce, sana pasaport verip de şu sosyalist ülkelerde tedavi edilmeni sağlamazlardı. Türkiye’de tedavi edilmen zaten olanaksızdı. Uzman doktorlar ve hastanelerin işe yarar yerleri para babalarına göre ayarlanmıştır. Ne bilsin senin yapıtlarını okuyan milyonlarca Rus vatandaşı, Yugoslav vatandaşı, Bulgar okuru, Fransız okuru senin çektiklerini, tedavi göremeyişini, pasaport alamayışını, hele hele yaşama düzeyini bilseler de inanmazlar. Çünkü Türkiye’yi bilmezler, çünkü Türkiye’de, özellikle, yetişmiş, düşünen, yazan insanların nasıl katledildiklerini bilmezler. Ama bilecekler. Bizim insanlara da, dünyaya da anlatmak gerek bunu.
Kurtuldun Orhan Kemal. Bu kurtuluşlar, kokuşmuş düzenimizi ayakta tutmaya çalışanlara bir fırsat bağışlamak olsa da kurtuldun. Çünkü artık inancıma göre Türkiye’de yalnız yazarlar için değil, tüm vatandaşlar için ölmek yaşamaktan tatlıdır. Çünkü yaşanır yanı kalmadı ülkemizin.
Emperyalistlerin ve işbirlikçilerin gözleri aydın olsun, bir yazar daha eksildi: Orhan Kemal öldü...
Not: Bugün 4 Haziran. Bu yazı bittikten sonra gazeteler geldi öğle sonu...Yukarıda sözünü ettiğim edebiyat, basın ve mitoloji ağaları Orhan’ı övüyorlardı alabildiğine... Ve bunları görseydi Orhan, bir kez daha ölürdü...