Ana Sayfa

evrensel.net - 03.11.2006 - Üstün Akmen

 

 

Bu oyun kişilerinden biri belki de sizsiniz

  

   

 
 
 

Şunun şurasında daha geçtiğimiz salı günü, karşı sayfada Metin Boran yazdı, bu ne mene iştir ki, aynı oyunu tutmuş üç gün sonra bir de sen yazıyorsun demeyin lütfen. Hele bir de benim yazdıklarımı okuyun. Metin Boran’ın da dediği gibi, otuz yedi yıl önce sahnelenmiş olmasına karşın, hâlâ güncelliğini koruyan bir tiyatro yapıtı bu. Toplumcu gerçekçiliğin büyük ustası Orhan Kemal’e vefa borcunu ödeyen İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’na, neden bir de ben teşekkür etmeyeyim? Bırakın, ben de “bilvesile” teşekkür gönderebileyim.

Oyunun konusu
Orhan Kemal’in yazdığı, ilk kez 1969 yılında A.S.T.’da Güner Sümer’in sahneye koyduğu “Eskici Dükkanı”, ırgatlık ve el işçiliğinden makineleşmeye doğru yol almakta olan toplumda, gitgide yoksullaşan bir ailede yaşanan kuşak çatışmalarını ve bireyin sıkıntılarını birkaç katmanda anlatan bir oyun. Bir ağa torunuyken savaşta bacağını kaybedip, döndüğünde hayata yeniden başlamak durumunda kalan Topal Eskici ve ailesinin çevresindeki olaylar, bir ailenin değişen koşullar karşısında bir arada tutunmasının güçlüğü ve kurulan hayaller ile toplumsal gerçekliklerin tezadı çerçevesinde anlatılmakta.

Ergün Işıldar’ın rejisi
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmekte olan “Eskici Dükkanı”nı bu kere Ergün Işıldar sahneye koymuş. Sahneye koyarken, Orhan Kemal’in roman ya da hikaye kişilerinin, içinde bulundukları toplumun görüşleriyle sınırlanmış, çıkış yolu arayan daha doğrusu bu soy karakterleri yansıtan kişiler olduklarını asla göz ardı etmemiş. Oyuncuların her birinin bir karakter yansıtmasını istemiş. Gerçeği görüntülerle sergilemiş. Modern insanın tragedya anlayışlarını göremesek de, bir iç gerçeğin açıklanışına bol bol tanık olmamızı sağlamış. Titiz çalışmış, ama Memur’un daha önce Topal Eskici’ye tamir ettirdiği rugan ayakkabıları artık bir kez daha Göçmen’e vermemesi gerektiğini nasıl olduysa atlamış.
“Eskici Dükkanı”, dramaturgi bakımından bazı aksamaları beraberinde getirse de, Ergün Işıldar bunların pek çoğununun üstesinden gelmiş. Ortaya hem yönetim, hem de oyunculuk yönünden özünü güzel yansıtan bir oyun çıkmış. Takım oyununa ulaşmayı da bilmiş Işıldar. Ama gene de metindeki bazı fazlalıkları atsaydı, basit esprileri azaltsaydı ve hele oyuncular arasında komik öğelerin yerleştirilmesi açısından dengeyi sağlamış olsaydı, daha büyük başarıya ulaşırdı diye düşünmeden edemiyorum.

Özcan Çelik’in ışık tasarımı
Levent Akman’ın efekt tasarımına sözüm yok da, Özcan Çelik ışık tasarımını bence derhal ve yeniden gözden geçirmeli. Dekorun sağ penceresinden içeriye gün ışığı doğuyor da, aynı anda sol pencereden içeriye dalan ışık ne? Zaman ve mekan kavramını bu denli umursamayan bir ışık tasarımına gerçekten az rastlanır. Atmosfer, derinlik, perspektif hak getire… Işıklandırma, oyunun anahtarı olamıyor, çünkü oyunu görsel olarak var edemiyor ve belirli bir atmosfer vererek sahne tasarımı, giysi, oyuncu, makyaj gibi görsel öğeleri birbirine bağlayıp, renklendiremiyor. O zaman da ışık, ışık olmuyor.
Gamze Kuş’un giysilerini eleştirmeyeceğim, ama önümüzdeki çalışmalarında bedenin giysiyi taşıdığı kadar, giysinin de bedeni taşıdığını unutmamasını dileyeceğim. Şalvarların, poturların rolün sahnedeki yansımasını değiştirebileceğini dikkate almalı diyeceğim.

Ve dekor...
Rıfkı Demirelli’nin dekor tasarımını değerlendirirken “Düş ve Klarnet” oyunundaki kötü üstü dekorunun hâlâ etkisi altında olduğumu itiraf etmeliyim. Gene de, önyargıdan sıyrılarak iki oda ve sofayı birbirinden daha belirgin çizgilerle ayırabilirdi diye düşünüyorum. Bu oyundaki dekoru da hiç mi hiç işlevsel değil, gene estetikten yoksun. Duvardaki o tablo ne öyle? Stilize unsurlar, artık dramatik aksiyonla yarışarak seyirciyi yoran ayrıntıların yerini almış durumda. O halde? Rıfkı Demirelli’nin stilize çalışması neden başarıya ulaşamamış, oturup düşünmesi gerekiyor. Ben gene tüm iyi niyetimle, Demirelli, keşke 1969 yılında Osman Şengezer’in bu oyun için yaptığı belli bir gözlemin ürünü olan ve Ankara Sanat Tiyatrosu’nun derinliği olmayan sahnesine olamazcasına derinlik kazandıran çift katlı muhteşem dekoruna bir göz atsaydı diyeceğim.

Oyuncu kadrosu
Topal Eskici’de Metin Çekmez, coşkularını yönetmeyi ve onları seyirciye okutmayı pekala biliyor. Biliyor diyorum, çünkü bence de önemli olan duygulanımların iç egemenliğinden çok, yorumlandığı biçimde izleyici tarafından okunabilir olması. Metin Çekmez bunu başarıyor. Yalnız “sıklet” yerine “siklet” dememeli. Topalın Karısı’nda Ş. Ayşin Atav, hiç kuşkum yok ki, bir iki lehçe sorunu dışında sahne üzerinde üretici-sanatçı örneği vermekte. 66 Ziya’da ve Berber’de Şevket Avşar, sadece canlandırdığı karakterleri ortaya koymuyor, karakterin duyumsadıklarını da seyirciye yansıtıyor. Ünal’ı ise, geçen sezon “Kantocu”da severek alkışladığım Mert Turak oynamakta. Turak, rol kişiliğine dış görünümünü sürekli yoğunlaşma ve dikkat gösterme yoluyla veriyor, iyi de ediyor. Dilerim yoldan çıkmaz. Topalın Kızı’nda Özgür Kaymak Tanık için, şayet Ergün Işıldar, oyununun dış biçimini ve çatısını oluşturan bir dizi noktayı açıklayıp destek verseydi, Tanık pek de güzel başarıya ulaşabilecekti diyeceğim. Göçmen’de Zeki Yıldırım iyi. Büyükoğul’da Mehmet Avdan, Küçükoğul’da Tolga Yeter, Gelin’de Sibel Topaloğlu, Kasap’ta Hakan Güner, Kahveci’de Caner Çandarlı, Manav’da Haşmet Zeybek görevlerini yapmaktalar. Şampiyon’da Caner Bilginer çok kötü. Diğer rollerdeki Ergun Üğlü’yü, İbrahim Can’ı, Nagehan Erbaşı’nı, Emre Narcı’yı, Dinçer Çekmez’i, İbrahim Şirin’i nasıl yorumlayayım bilemiyorum, pek gönülsüzler.
Kısacası “Eskici Dükkanı”nı izleyin diyorum. Orhan Kemal’in halkını anlatmadaki ustalığına bir kez daha tanık olun. Yalın ve renkli çizgilerle derinlemesine resmedilen halkımızın temsilcileriyle yeniden tanışın.
Ola ki içlerinden biri de sizsinizdir.
Aynadan kaçmayın.

 
 
 

 

[email protected]

1