ADANA’nın HER İKİ YÜZÜNÜ de
OYUNLARINA YANSITIRKEN AYDINLIĞI DA İMLEYEN BİR YAZAR:
ORHAN KEMAL
Ve Yeni Bir Kitap: Adana’ya Kar Yağmış
ÖNDEYİŞ…
Çukurova’nın sarı sıcağa büründüğü bu yaz gününde asfalta düşen serabın dayanılmaz ısı ve rutubetini özlemle anımsarken Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’si geldi gözümün önüne hemen, beyaza bürünmüş pamuk tarlaları, ter kokusuyla, güneşe rağmen verilen ekmek parası savaşının karışımının verdiği zoraki hırsla beyaz altını biteviye toplamaya çalışan ırgatlar…gariben ağacı diye de isimlendirilen o bataklık kurutan dev okaliptüs ağaçları gölgesinde bekleşenler… Şimdi artık “Beyaz Gelincik” denilen tv dizisiyle anımsanıyor Çukurova! Holdingleri, patronları ve onların masalımsı ilişkileriyle… Ama ben Orhan Kemal’e dönmek istiyorum yine de. Çukurova’yı o dizi filmlerde gösterilmeyen yüzüyle anımsayalım diyorum bir kez daha Orhan Kemal’le… Çünkü Çukurova yalnızca Dilberler Sekisi, Baraj Caddesi, Atatürk Bulvarı, geniş asfaltlar, palmiye ağaçlı bahçeler, havuzlu villalar, başını alıp giden yüksek apartmanlardan ibaret değil… Bir de öte yaka var! Unutulan, görmezden gelinen. Adana’nın çoğunluğunu oluşturan gecekondular, kenar mahalleler, işçiler, ırgatlar, işsizler, göçmenler var… Orhan Kemal’in roman, hikaye, oyun kişileri hala canlı, capcanlı duruyor ve yaşıyor o bereketli topraklarda…Orhan kemal’le o insanları bir kez daha anımsayalım istedim bu yaz sıcağında ben de… Bekçi Murtaza’yı, Eskici’yi, gencecik Filiz’i, İspinoz misali o insanları… Ve de Orhan Kemal’i…Az önce elime geçti İletişim Yayınları’ndan çıkan “Adana’ya Kar Yağmış” adlı kitap. Adana’nın daha çok sosyal, kültürel yaşamıyla ilgili makalelerin bir araya getirildiği bir yapıt bu. Kitabı derleyen; Behçet Çelik, Editörü: Tanıl Bora. Ali Özgentürk, Behçet Çelik, Adnan Gümüş, Suavi Aydın, İnan Keser, Hakan Mertcan, Can Kozanoğlu, Nihat Ziyalan, Salih Bolat, Hayri Kozanoğlu, Mehmet Tepebaşı, E. Taçlı Yazıcıoğlu, Feridun Düzağaç, Kudret Emiroğlu, Nurhan Tekerek, Musa Dağdeviren, Bilge Çelik, Simten Coşar, Neslihan Cangöz, Ş. Mine Kılıç, Hakan Mertcan, Coşkun Ongun, Nebahat Akverdi Dokuzoğlu, Yavuz Yıldırım-Mustafa Uçar gibi yazarların makaleleri var. Behçet Çelik’in makalesi Orhan Kemal hakkında: “Adana ve Orhan Kemal ” adı. Ve şöyle başlıyor yazı:
“Gece rüyamda, güneş vurmuş bir portakal bahçesi
altın kanatlı kuşlar, gümüş ışıltılı bir ırmak gördüm.
Avare Yıllar’dan aldığım bu cümle, Orhan Kemal’in roman kahramanının bilinç altındaki mutluluğunun resmi. Avare Yıllar’ın kahramanı günler, haftalar süren bir gerginliğin ardından bir parça rahatladığı günün gecesinde görür bu rüyayı. Bir Adanalı rüyasıdır bu aynı zamanda. Adana, hem bir cennet rüyasıdır, hem de cehennemdir. Orhan Kemal’in romanlarında Adana daha çok cehennemi yüzüyle karşımıza çıkar, ama satır aralarında Adanalıların Adana’dan neden vazgeçemediklerini rahatlıkla görürürüz.(…)”
“Adana’ya Kar Yağmış-Adana Üzerine yazılar”,Behçet ÇELİK,
“Adana ve Orhan Kemal”, İletişim Yayınlar, I.B. 2006, İstanbul, s: 45.
GİRİŞ
Çelik’in deyişiyle kimi zaman cennet, kimi zaman cehennem yüzüyle karşımıza çıkan Adana’dan bir de Orhan Kemal geçmiştir.
Sosyal, siyasi ve ekonomik sorunların gerek ülkemiz, gerek dünyamız ölçeğinde böylesine büyüdüğü ve değerlerin ve kavramların ters yüz olduğu bir dönemde Orhan Kemal ve onun Aydınlık Gerçekçiliği’nden dem vurmak nereden çıktı diye düşünülebilir. Evet, “Gerçekçilik”... Dahası “Aydınlık”. Hem gerçekçi, hem de aydınlık!... Yani Adana’nın hem cennetlik yüzünü, hem de cehennemlik yüzünü gösteren Orhan Kemal…
“(...) Gerçekçilik, içinde yaşadığın topluma yer yer ayna tutmaktan ibaret değildir. Asıl gerçekçilik, asıl yurtseverlik, içinde yaşadığın toplumun bozuk düzenini görmek, bozukluğun nereden geldiğine akıl erdirmek, sonra da bu bozuklukları ortadan kaldırmaya çalışmak. Yurtseverlik, yurdunun insanlarını sevmek, yani insan gibi yaşamalarını sağlamaya çalışmaktır” .
diyen bir Orhan Kemal’in aydınlık olmaması ve ışık saçmaması mümkün müdür ? İşte bu yüzden edebiyatımızda, işçileri-emekçileri-kader mahkumlarını özetle kendi ülkesinde sığıntı gibi yaşayan insanımızı keskin gözlem gücü ve toplumcu görüşüyle harmanlayarak aktarmasıyla kendine özgü bir yeri olan yazarımızı bir kez daha anımsayalım ve ışığıyla umut tazeleyelim istedim. Böylece yeni çıkan “Adana’ya Kar Yağmış” adlı derlemeye Orhan Kemal Tiyatrosu’yla biz de bir gönderme yapalım.
ORHAN KEMAL’in YAŞAMI
Bir yazarın yaşadığı dönemin, başından geçen olumlu – olumsuz olayların, yapıtlarının oluşumunda büyük etkisi olduğu tartışılmaz bir gerçek. Bu nedenle, Orhan Kemal’in yaşamının köşe taşlarını oluşturan önemli olayları kısaca belirtmekte yarar var.
Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü. 1914 Ceyhan doğumlu. Babası, birinci dönem Kastamonu milletvekilliği yapan adliye vekili Abdülkadir Kemali Öğütçü. Babasının politik kişiliği, Orhan Kemal’in ilerideki yaşamının biçimlenmesinde etkileyici öğelerden biri. Daha sonra Abdülkadir Kemali Bey, 1930 yılında, Adana’da muhalif ve bu yüzden istenmeyen bir parti olan “Ahali Cumhuriyet Fırkası” nı kurar, ancak bu parti hükümetçe alelacele kapatılır. Ve Orhan Kemal, ortaokul son sınıfta iken, babası ile birlikte sürgüne gitmek zorunda kalır.
İki yıl sonra Adana’ya döner. İşçilik, dokumacılık, katiplik, ambar memurluğu gibi işler yapar. Askerliği sırasında, komünizm propagandası yapmak suçuyla yargılanır ve beş yıla mahkûm olur. Kayseri, Adana, Bursa cezaevlerinde yatar. Bursa cezaevinde Nazım Hikmetle tanışır. Nazım’la tanışması yaşamında başka bir köşe taşıdır. O yıllar ve Nazım’ın önerileri, Orhan Kemal’in yaşamında, özellikle yazın yaşamında önemli bir dönemeç olur. Roman ve öyküye yönelir Orhan Kemal.
1943’te tekrar Adana’ya döner. Çeşitli işlerde çalışır. 1950’de de dostlarının desteğiyle İstanbul’a göçer. 1966’da yine siyasi propaganda yaptığı gerekçesiyle yargılanır, ancak bu kez aklanır.
Yaşamının son döneminde, hasta iken, Bulgaristan Yazarlar Birliğinin çağrılısı olarak Sofya’ya gider ve 1970 yılında Sofya’da ölür.
OYUNLARI ve OYUNLARINI GENEL YAPISI
Orhan Kemal’in hemen tüm oyunları, öykü ve romanlarından kendisi tarafından oyunlaştırılmıştır. “72. Koğuş”, 1954 yılında aynı adla yazılan romanlarından sahneye uygulanır. Bu oyunlaştırmayla Orhan Kemal, Ankara Sanatseverler Derneği’nce, yılın En İyi Oyun Yazarı seçilir. 1985 yılında sinemaya uyarlanır.
“Murtaza” , 1952 yılında roman olarak yayımlandıktan sonra, ilk kez 1969 yılında Ulvi Uraz’ın rejisiyle, “Bekçi Murtaza” adıyla oynanır. 1986’da sinemaya uyarlanır. “Eskici Dükkanı” , 1962 yılında yazılan “Eskici ve Oğulları” adlı romandan uyarlanır ve ilk kez Ekim 1968’de, Güner Sümer’in rejisiyle Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından oynanır. 1957’de yayımlanan aynı adlı öyküsünden oyunlaştırılan “Kardeş Payı”, 1970 yılında Mithat Paşa Tiyatrosu’nda, Ekmel Hürol tarafından sahnelenir.
“Balina” adlı öyküsünden oyunlaştırılan “İspinozlar” ilk kez 1964’te, İstanbul Tiyatrosu’nda, Zihni Küçümen rejisiyle, daha sonra, “Yalova Kaymakamı” adıyla Ulvi Uraz Tiyatrosu’nda oynanır.
1965’te yayımlanan “Bir Filiz Vardı” , 1966’da yayımlanan “Müfettişler Müfettişi” Ersan Uysal tarafından oyunlaştırılır. Görüldüğü gibi, Orhan Kemal’in tiyatrosunu, öykülerinden ve romanlarından ayırmak mümkün değildir. Bu bağlamda onun dünya görüşü ve yapıtları konusunda değerlendirmelere bakmak, oyunları konusunda da yorum yapmamıza yardımcı olacaktır.
“(...) Benim kuşağım Orhan Kemal’in öyküleriyle, romanlarıyla bilinçlendi. Ezilen insanlara dönük, topluma yönelmiş düşünmeyi, duygusal da olsa ondan öğrendi . Yapıtlarının sayısı otuzu geçiyor şimdi. Bunların hepsinde aynı başarı çizgisini tutturduğunu söylemek gereksiz bir zorlama olur. Ama aydın olarak benim kuşağıma ve benden sonrakilere örnek olabilecek bir düzeyde, kişiliğinden kaybetmeksizin bütün hayatı boyunca bulunduğunu belirtmekte hiçbir zorlamanın payı yoktur. Orhan Kemal gerçek Türk aydınının günümüzde yetişmiş en tutarlı örneklerinden biridir. Bir sanatçı gibi değil, tipik’i arayan, bulduğunda onu tanımlayan, olayların ve toplumsal gelişimin içerisinde yerine oturtan bir bilim adamı gibi çalışmıştır. Öyküleri, romanları Türk insanını değişik eylem ve tutumları içerisinde bütün yönleriyle ortaya koymaktadır. Bu davranış az gelişmiş ülkelerin, sorumluluklarını bilen sanatçılarının tutum ve düşüncelerine uyan çok güzel bir örnektir. Bunun için her şeyden önce Orhan Kemal’in aydın olarak, bilimsel bir gözlemci olarak Türk Toplumu içerisindeki yerini belirtmemiz gerekir” .
“Sınıflı bir toplumun romancısı olduğunu bilir Orhan Kemal. Kişilik, bu mülkiyet dünyası’nda bölünmekte, parçalanmakta, trajik ya da komik olmaktadır. Önümüze sunulan romansal dünya, son çözümlemede yalnızca mülkiyet dünyası’nın yozlaştığını göstermeyi amaçlar. Duyguları yok eden, her şeyi meta’ya dönüştürerek gayri beşeri dünyada yaşayan insanlar edilgin birer üye değillerdir. Bu dünya’nın ürünüdürler gerçi, ama onu değiştirecek olanlar kendileridir. Bilinçli doğmaz Orhan Kemal’in kişileri, somut koşullar içinde bilinçlenirler. Bilinçlenmeseler bile, okuru saçma ve gayri insani bir dünya bilinçliliğine doğru çekerler” .
“Hikayelerin çoğu yaşantı, hatıra, izlenim ve gözlemlerinden gelen unsurları işler. Bunların arasında küçük idam diye sınıflandırılan ve bilhassa İkinci Dünya Savaşı sonunda moda haline gelen orta tabaka insanlarının düşünce ve özlemlerini öne çıkartmaktadır. Bu tavrı ile Panait İstrati ve Maksim Gorki çizgisine yaklaştığı söylenmiştir. Tahir Alangu bir yazısında Orhan Kemal’in kahramanları için şöyle demektedir: ...Bunlar orta halli aydın – memur basamağında tutunamayan, işçi olarak çalışmak zorunda kalan, ama yine de bizdeki eski memur ailelerinde görülen mutlu ve gelenekçi çevrelerin moral davranışını bırakmayan kişilerdir. İşçi olarak çalışmak zorunda kalsalar bile, henüz psikoloji ve bilinçleriyle işçi olmamışlardır. Bunun ayıbını içleri burkularak duyarlar... Onun küçük adam’dan kastettiği budur” .
Oyunları konusunda da benzeri değerlendirmeleri yapmak hiç de yanlış olmayacak. Tiyatro dilinde de aynı gerçekçi yaklaşımı seyirciye iletir. Oyun kişilerini, ekonomik sistemin belirlediği toplumsal ilişkiler düzleminde, yani sınıfsal konumuna göre biçimler. Dolayısıyla onun oyunlarında iyiler – kötüler, sevgi – nefret, gibi ekstrem kavramlar yoktur. Başka bir deyişle seyirci oyun izlerken taraf tutmaz. Çünkü Orhan Kemal’in bakış açısı, adeta bir sosyal bilimci gibi nesneldir. Kişileri sınıfsal konumlarının gerektirdiği gibi davranır. Yani oyunlarında ideal karakterler yoktur. Olaylar olması gerektiği gibi gelişir. Yapılan yanlışlar, işlenen suçlar, çıkmazların içinde olan kişilerin kaynağı yaşanan koşullardır. Girdap düzendir. Düzenin koşulları düzenin dayatmaları insanlara yanlış yaptırır.
Oyun kişilerini çizerken özenli davranır. Bu hem gözlem yeteneğinden, hem de karakter yaratmadaki ustalığından kaynaklanır. Yöresel renkler, yöresel ağızlar, dilinin en önemli özelliklerinden biridir. Bunu salt biçimsel bir kaygıyla değil, yöresel kişilerin, olay örgüsüyle organik ilişkisinden ötürü yapar. Örneğin göçmen tiplemesiyle, bir yandan Balkanlardan Türkiye’ye göç eden insanları anlatırken, bir yandan da, sınıfsal açıdan, köyden kente göç eden kişileri de sergiler. Bu aynı zamanda çok katmanlı simgesel bir anlatım yoludur da. Çünkü, oyun kişilerinin çoğu başını sokacak bir damı bile olmayan kişilerdir.
Her oyunda, oyun kişileriyle yarattığı bir yöresel renk vardır. Bu özellik, oyun kişilerinde, diyalektten tavra kadar yansır. Örneğin : 72. Koğuşta Karadenizli Kaptan, Murtaza ‘da Göçmen Murtaza, Kayserili Nuh, Eskici Dükkanı’nda Adanalı Tamirci gibi.
Oyunları dramatik yapıda yazılmış oyunlardır. Olaylar birbirine neden – sonuç bağı ile bağlıdır. Oyunlarında söz ağırlıktadır. Özellikle iç aksiyonda hızlı bir devinim vardır.
Özetlemeye çalıştığımız Orhan Kemal’in oyunlarıyla ilgili bu özellikleri oyunlarından örnekleyerek somutlayalım.
MURTAZA
Balkanlar’dan Türkiye’ye göçen bir Alasonyalı’nın Türkiye’deki yaşamından kesit sunan bir oyun. Oyun Murtaza’nın kendini tanıtmasıyla başlar. Öylesine inandırıcı ve öz anlatır ki kendini seyirciye, bu arada hem geçmiş, hem de olayların geçtiği dönemdeki ekonomik ve toplumsal dönüşümler konusunda ilk bilgiyi verir bize.
Şöyle der Murtaza:
“ MURTAZA : Açan biz gelmiş idik Anayurda Alasonya’dan, 1925’lerde. Hepiniz bilirsiniz bunu. O dönemlerde var idi göçmen kandaşlar çıkarına çalışan avantacı, yerli simsarlar. Düşmüşler idi masum göçmen kandaşların ünine, memleketteki kulübeciklerine karşı koca koca konaklar, mendil kadar bahçelerine karşılık da binlerce dönüm tarla kapatmışlar idi. Yok idim enüz yirmimde ama, dolaşır idi damarlarımda kanı, dayım şehit Kolağası Hasan Bey’in! Ne yerli simsarlar, ne hemşerilerim, ne anam, ne kardaşım attâ! Gittim eskân dayresine dedim: biz fakir insanlar idik memlekette. Yok idi başkaları gibi konaklarımızla tarlalarımız, anlarımız, amamlarımız. Söyleyemem başkaları gibi yalan!...” .
Gerçekten de, Murtaza’nın belirttiği 1925’li yıllardaki “Göçmen Sorunu” siyasi açıdan büyük tartışmalara yol açar. Ve siyasi tarihimizde, Çok Partili Yaşam’a geçişin zorunlu nedenlerinden biri olur. Mecliste ilk muhalefetin ve ardından gelen “Takrir-i Sükûn” yasasıyla, siyasi tarihimizde derin yaralar açan susturma harekâtına yol açacak olan “Terakkiperver Fırka” nın oluşumunu sağlayan, Murtaza’nın sözünü ettiği “İskân Yasası” dır. Gerçekten de o dönemde, ayyuka çıkan yolsuzluklar yapılır. Bunun üzerine muhalefet tarafından konuyla ilgili araştırma önergesi verilir. Bu araştırma önergesi, adeta muhalif hareketin manifestosu olur. Bu konuda elimizde şöyle bir bilgi var:
“(...) Bilindiği gibi Lozan’da, Türkiye ile Yunanistan, İstanbul ile Batı Trakya dışında yaşayanlar hariç, Türk ve Rum nüfusu değiştirmeyi karar altına almışlardır. Anlaşma hükümlerine göre, Anadolu’dan giden Rumlar taşınamaz mallarını bırakacak ve Yunanistan’dan gelen Türk nüfusa bu mallar, orada sahip oldukları zenginlikler ölçüsünde dağıtılacaktır. Aynı şey Rumlar için de geçerlidir. Giden Rumların bıraktıkları arazi, bina işyeri türünden taşınamaz malları, gelen mubadil ve muhacirlerin eline, birdenbire çok büyük zenginlikleri dağıtma olanağı geçmiş, buna bağlı olarak yolsuzluk, nüfuz suistimali gibi suçlamalar ve dedikodular önemli yoğunluk kazanmıştır. Özellikle iktidar bloku içinde birçok kişinin, gelen mübadillerle akrabalık ilişkisi bulunması, nüfuz suistimali suçlamalarının ileri ölçülere varmasına neden olmuştur...” .
Böylece Halk Fırkası’ndan kopmalar olur, 29 kişi istifa ederek, 1924’te “Terakki – Perver Fırka” yı kurarlar. 1925 yılında çeşitli gerekçelerle çıkarılan “Takrir-i Sükun” yasasıyla, hem Terakki – Perver Fırka kapatılır, hem de bütün çatlak sesler susturulur. Bu da beraberinde tartışma ortamının ve muhalefetin olmadığı çarpık bir ekonomik ve siyasi yapılanmayı getirir.
Bu yapının kurbanlarından biri de Murtaza’dır. Murtaza’nın seyirciyle diyalogu, aynı zamanda oyunla seyirci arasında kurulan ilk köprüdür. Seyirci bu köprü yardımıyla toplumsal koşulları ve bu koşullar içinde Murtaza ve Murtaza gibilerin sonunun ne olacağını tahmin eder. Murtaza’nın o her şeyden habersiz, sırılsıklam dürüstlüğü – doğruluğu, her şeyin ters gittiği bir düzende başına çok işler açacaktır. Oyunla seyirci arasında ironik bağ kurulmuştur artık. Oktay Arayıcı’nın Komiser Ramazanıyla Orha Kemal’in Murtazası binerler Don Kişot’un atına ve başlarlar yel değirmenlerine karşı savaşa…Önce genelevleri, sonra mahalleyi, sonra da fabrikayı düzene sokmaya çalışır Murtaza. Peki, ya tüm bir toplumu nasıl düzene sokacaktır? Ya da düzene sokulması gereken kişiler midir, yoksa bu kişilerin içinde yaşadığı düzen midir ?
Bütün bunları sorgulamaz da, sadık bir kul olarak, tek başına insanları kalıba sokmaya çalışır. Ve “Kaçınılmaz Son” la yüz yüze gelir oyunun sonunda Murtaza. Önce karısını, sonra oğlunu ve en son, kızı Firdevs’i yitirir. Firdevs’in ölümü bir tokat gibi şaklar yüzünde. Ölen aslında Bekçi Murtaza’dır. Alasonya’lı kahraman Hasan’ın yeğeni, dürüstlük sembolü Bekçi Murtaza gider ama Murtaza kalır. Yepyeni bir Murtaza. Belki de bu karanlık bir son değil, aydınlık bir geleceğin başlangıcıdır. Belki de yeni bir bilince evrilmiştir artık Murtaza usumuzda.
Murtaza’ya insani duygularla yaklaştığımızda ona hak veririz. Çünkü o, görevini şevkle yapan dürüst bir vatandaştır. Öte yandan, sistemin koşulları içinde düşündüğümüzde, Murtaza’nın bu görev aşkının her şeyin bozulduğu bir ortamda yersiz olduğunu, hem kendine, hem çevresine zarar verdiğini düşünürüz. Ama yine de kızamayız ona. Hatta, onun içine düştüğü tragy – komik durumlara biz de acıyla gülümseriz. İşte bu tragy – komik gülümseme seyirciyi düşünmeye zorlar. Artık bu yapıyı düzeltmek gerekmektedir. Çünkü bireysel dürüstlükle, toplumsal yapı arasında uzlaşmaz çatışma başlamıştır. Bu durumda dürüst birey kurban olmakta, yitip gitmektedir. Seyirci oyun boyunca bütün bunların sorgulamasını yapar ve kendince bir sonuca varır. Orhan Kemal’in nesnelliği ve oyun kişileri konusunda tarafsızlığı, bu oyunda da vardır. Örneğin : Patronun adamı olan Fen Müdürü’ne, Murtaza’nın rakibi olan Nuh’a, ikisini birbirine düşüren Garson’a, işlerine boş veren işçilere, kurtuluşu zengin bir koca bulup evlenmekte bulan Murtaza’nın kızlarına bakarken, seyirci hep uzak açıdan ve soğukkanlı bakar. Çünkü o insanlar, sistemin içinde, sınıfsal konumlarına en uygun biçimde düşünür ve o davranışı geliştirirler. Nuh’la Murtaza’nın kavga sahnesinde Nuh şöyle der :
NUH : Ne bu? Dağdaki gelmiş, bağdakini kovuyor. Öldük mü lan? Yerliler öldü mü? Kocca Cemal Paşa’nın maiyetinde Kanal’a sen getmedin, bu fakir getti. Ne Yemen’i galdı, ne Galiçyası. Hani benim evim? Hani bağım, atım, itim, arabam?” .
Bu yapı, insanlar arasında öyle bir ilişkiler ağı kurmayı zorunlu kılmıştır ki, bu ilişkiler ağı içerisinde, herkes bu yapının gerektirdiği gibi davranmaktadır. Nuh da, görüldüğü gibi sınıfsal olarak Murtaza gibidir ama, sistem onları karşı karşıya getirebilmektedir.
ESKİCİ DÜKKANI
Orhan Kemal’in diğer bir oyunu da “Eskici Dükkanı” .
Oyunun başında şöyle bir not var :
“ Bu oyunun 1946 – 48 yıllarında Adana’da geçtiği farzolunmuştur. Kişiler gerçekten yaşamamış ya da, yaşamakta olmayabilirler. Ama oyunun tamamı bir bütün olarak Adana ortamının her bakımdan yerel renklerini taşır ” .
Orhan Kemal’in cezaevinden çıkıp Adana’ya döndüğü ve güç yaşam koşulları ile karşı karşıya kaldığı bir dönemde geçer oyun. Aynı zamanda II. Dünya Savaşı’nın bitiminde, savaş krizinin derinden yaşandığı, ekonomik bunalımın acılarının çekildiği bir dönemdir.
Bu oyununda Orhan Kemal, geçimini eski bir ayakkabıcı dükkânından sağlayan bir tamircinin yaşamından bir bölüm aktarır. Topal eskici bir Kuvvay-i Milliyecidir. Bu topraklar için savaşmış, kanını dökmüş, bacağını vermiştir. Ama aradan yıllar geçmiş, bu insanlar unutulmuş, karınlarını dahi zor doyuracak duruma gelmişlerdir. Eskici de bu insanlardan biridir. Eskici’nin iki oğlu, bir kızı vardır. Büyük oğlan kendisinin rızası olmadan evlenmiş ve babaevine dönmüştür. Kız bir umut kapısı olarak görülmektedir yine. Zengin biriyle evlenecek, yaşamını kurtaracaktır. Ama tabii ki evdeki hesap çarşıya uymaz ve kızları Zeliha’nın, boş kabadayı Ünal’la nikahsız oturmasına bile ses çıkartamayacak duruma gelirler. Küçük oğlanla Eskici arasında sürekli bir didişme, çatışma vardır. Aslında ev sakinlerinin hepsinin arasında bir çatışma vardır. Herkes birbirine öfke kusar. Tek bir dükkân aileyi geçindirememektedir. Bu yüzden pamuk toplamak için ırgatlığa gitmeye karar verirler. Eskici önce karşı çıkar. Kendine yediremez ırgatlığı. Geçmişte yaşar hâlâ, bu güne bakmaz da :
“(...) Oğlum, Yavrum, Memedim... Sen doğduğun zaman dedenin konağında bir hafta kazan kaynardı. Yedi yaşına bastığın gün Tarsus’ta, Ashâbül Kehf’te saçlarını makineye verirdim, saçlarının ağırlığınca altın dağıttıydım fakir fukaraya. Sen o zaman çok kıymetliydin yavrum. Şimdi niye böyle ucuzladın? Bizi birbirimize düşman eden kim?” .
Sonuçta aklı yatar Eskici’nin. Öylesine yatar ki, geçmişi, onuru, çevreyi bir kenara bırakır. Para biriktirme, geçmişteki o parlak günlere dönebilme hayaliyle ırgatlığa birlikte gitmeyi önerir. Ama umutları gerçekleşecek midir? Kurtuluş nerededir? Kurtuluşu var mıdır hiç? Kurtuluş yoktur. Nitekim Eskici, çocuklarıyla kavga eder. İki oğlan ve bir gelin giderler ırgatlığa. Bir süre sonra, gelinin ölüsünü tarlada bırakarak, tekrar dönerler babaevine. Yine bir kurban verilir. Yaşamlarında da hiçbir değişiklik, hiçbir iyileşme olmaz. Üstelik, ellerindeki tamirci dükkânını da satmak zorunda kalırlar. Ama bir şey değişir, - ki en önemlisi de budur – Murtaza’da olduğu gibi, Eskici’nin kafasındaki sisler de dağılır. Çocuklarıyla birlikte, artık çözümün kendilerinde olduğunu kavrarlar. Yeni bir başlangıçtır bu.
Orhan Kemal yine oyun boyunca gerçekleri sorgular. Bu memleketin sahipleri kimlerdir? Bu topraklar için canları pahasına dövüşenler mi? Kıllarını dahi kıpırdatmadıkları halde, canlarını veren bu insanların sırtından zengin olanlar mı? Bu sorgulamayı oyun boyunca seyirci de yapar. Sonuçta, Eskici’yle seyircinin düşünceleri birbirine karışır, aynı ortak dili konuşurlar artık. Nasıl mı? Şöyle :
“ESKİCİ : Bunnarda para çok. Bugün benim dükkânımı, yarın sizin evlerinizi, bürgün başkalarının tarlalarını, bağ, bahçelerini, derken ırzımızı, namusumuzu, ardından vatanımızı. Bana bakın banaa! Bu vatanın kurtuluşuna bacak verdim ben bacaak! Üzerinize ölü toprağı mı saçıldı? Uyanın Ashâb-ül Kehf uykusundan artık, uyanın, uyanın!...” .
Eskici Dükkânı’ndaki karakterleri, yine gözlem yeteneğine dayanarak oldukça inandırıcı ve canlı çizer Orhan Kemal. Çevremizde her an karşılaşabileceğimiz tanıdık kişilerdir bunlar. Kendilerinden beklenildiği gibi davranırlar. Özellikle Topal Eskici özenle işlenmiş bir karakterdir. Diğer oyun kişileri, en belirgin özellikleriyle daha çok tip boyutundadır.
Olay örgüsü Murtaza’ya nazaran daha sıkı dokuludur. Murtaza’da daha hızlı gelişen dış aksiyon, Eskici’de yerini, hızlı gelişen iç aksiyona bırakır. İki oyunun da aksiyon gelişim eğrisi hemen hemen aynıdır. Duyguların doruğa ulaştığı, çatışmanın kavgaya dönüştüğü bir noktadan sonra kısa bir dinginlik ve ardından yeni bir doruk ve değişim-dönüşüm. Aynı aksiyon gelişimini İspinozlar’da da bulmak mümkün.
İSPİNOZLAR
“İspinozlar”da da, yine yoksul bir göçmen ailesinin yaşamı, umutları, hayalleri sergilenir. Bu ailenin karşısına karaborsacılık, vurgunculukla zengin olmuş bir memur eskisi ve ailesini ortaya koyar. Bu kez kurtuluş umutları, bu zengin ailenin, hastalıklı ve çirkin kızı Hülya’dır. Ekonomik sorunlardan ötürü ortayı dahi bitiremeyen ve bu yüzden işsiz dolaşan Mustafa’yı içgüveysi vererek çıkış yolu ararlar. Mustafa, Hülya’yla evlenirse, fabrikada çalışan kız kardeşlerinin zengin koca bulma şansları artacaktır, ana – baba, Zülfikar Bey’in evinde oturacaklar, kira derdinden kurtulacaklardır. Küçük oğlan Erol, artık sokakta yamalı topla futbol oynamayacak, futbol ayakkabılarına kavuşacak, işsiz arkadaşlar da bir köfteci dükkanı açarak yollarını bulacaklardır. Bu kez kurban Mustafa’dır. Mustafa’nın kişiliksizleşmesi kurtaracak mıdır insanları sorunlarından? Aslında hepsi birer ispinoz kuşu değil midir? Şakrak ve yüksek perdeden ötüşleriyle tanınan birer göçmen kuş. Bir araya geldiklerinde sınıf atlamayı düşleyerek bireysel çareler arayan ispinozlar. En küçüğünden en büyüğüne kadar bu tavrı hepsinde görürüz. Örneğin Anne ile Erol’un konuşmasına bakalım :
“EROL : (Annesinin kalkan elinden kaçar) Anneciğim, Hülya abla geldi ha!
ANNE : (Değişiverir) Sahi?
EROL : (Annesinin elinden fileyi alır) Şerefsizim ki. (Yere oturur,
ekmeklerden birini ve paketleri çıkarırken annesine yetiştirir.) Ablamları aldı götürdü. Annesi kıyak kıyak pastalar yapmış. (Birden) Ha, şu Aynur var ya, abimin dalgası...
ANNE : Ne için geldi? Ne İstermiş?
EROL : (Paketleri açar : Kara zeytin, helva, peynir) Hiiç, fasarya. Ama Hülya abla boş verdi, ablamlar da çıktılar, o kaldı. Dedim ki, abim seni almayacak dedim. İyi demiş miyim? (Atıştırmaya başlar).
ANNE : (Endişeli) Düşsün yakasından oğlumun. İki çıplak yakışır bir hamama!
EROL : Bunu da söyledim, kızdı, aldı voltasını. Alsın be. Aynur’dan bize ne? Ha anne? Öyle değil mi? Anneciğim, laf aramızda peynir, kara zeytin, ekmekten bıktık, değil mi?
ANNE : Duğru yavrum, haklısın, ama var mı başka çaremiz?
EROL : Abim Hülya ablayı alınca?
ANNE : (Memnun) O zaman...
EROL : Her gün et değil mi?
ANNE : Eeeh, Cenab-ı Allah bilir... Yeter ki abin aksilik etmesin. Atsın şu pis Aynur’u kafasından. Ama güvenirim Sülo ile Çingene’ye. Neden? Çünkü kırmaz sözlerini onların. O zaman ben de isterim bilirsin?
EROL : Çakıyorum, ev değil mi?
ANNE : (Sedire oturur, başını tatlı tatlı sallar) iki oda üstte, iki oda altta.
EROL : (Kendi dalgasında) Bana Pirinç pilavıyla tas kebabı versinler, başka bir şey istemem!...
ANNE : Her katın abdesthanesi, banyosu, suyu, elektriği ayrı.
EROL : Bir de yeni top, yeni top ayakkabıları...” .
Ama Mustafa’nın evliliği de çözemez hiçbir sorunu. Çözüm yine koşulların düzeltilmesinde yatmaktadır. Yaşadıkları düzen adeta bir bataklık gibidir. Kurtulmak için debelendikçe, daha çok batarlar. Çünkü birbirlerinin sırtına basıp kurtulmayı düşlerler. Bataklığı kurutmayı düşünmezler, düşünemezler bir türlü. Ancak bir yığın olumsuzluklar yaşandıktan sonra akılları başlarına gelir. Nitekim oyunun sonunda, Zülfikar’ın hasta kızı Hülya’yı son kez görmesi için, Mustafa’ya teklif ettiği parayı hep birlikte reddederler:
“ZÜLFİKAR : Buraya Hülya’yla annesinin hatırı için geldim. (Mustafa’ya) Bana bak oğlum : Hülya’nın durumu ağır. Annesi, git Mustafa’yı gör, benim yerime rica et, al getir dedi. (Diğerlerini gözden geçirir) İstersen para vereyim!..
SÜLO : (Para çıkarmasına mani olur.) Yoooo..... o kadar uzun boylu değil!
ÇİNGENE : Silaha sarılır gibi mangıra davranma bey baba!
SÜLO : İnsanlığımıza mı hitap ediyorsun, tüccarlığımıza mı? Anlayalım!
ZÜLFİKAR : (Şaşkın) Elbette, insanlığınıza!
ÇİNGENE : O zaman eyvallah!
SÜLO : Çünkü İnsanlık parayla satın alınmaz! (Mustafa’yı kolundan çeker) Yürü lan!
ÇİNGENE : O kadar ” .
İspinozlar’daki oyun kişileri daha çok tip boyutunda. Eskici ve Murtaza karakteri gibi derinlemesine işlenmiş karakterleri göremiyoruz bu oyunda. Ama yine, diğer oyunlardaki gibi renkli ve yaşayan tipler bunlar.
BiR FiLiZ VARDI
Ersan Uysal’ın oyunlaştırdığı bu yapıtta, Orhan Kemal, bu kez işçi kız – çalışan kadın sorununu toplumsal ilişkiler bağlamında irdeler.
Filiz yaşamını çalışarak sürdürmek zorunda olan bir genç kızdır. Bu toplum içinde savaşımını, önce kadın, sonra bir emekçi olarak, onurluca sürdürmeye çalışır. Diğer çalışan kızlardan farklıdır Filiz. Ona direnme gücünü veren de bu farklılığıdır. Toplumumuzda çalışan kadın, erkeğin iki kat fazlası sorunlarla karşılaşmaktadır. Düzen, öyle bir değerler sistemi yaratmıştır ki, çalışan kadın önce bir dişi, sonra çalışan bir insandır. İşte Orhan Kemal, “Bir Filiz Vardı” da, bu kadınların neden ve nasıl çalıştıklarını, çalışmak zorunda kaldıklarını, çoğunun nasıl teslim oluverdiğini anlatır. Ama Filiz bu zor koşullara teslim olmaz. Orhan Kemal’i çeken de, Filiz’in bu özelliğidir. Bu yüzden, henüz on yedisinde olan Filiz, bir bilinçlenme süreci yaşar. Ailesine, çevresine , yoksulluğa baş kaldırır.
Atilla Sav, 1982 – 83 sezonunda, Ankara Halk Tiyatrosu’nda sahnelenen “Bir Filiz Vardı” ve Orhan Kemal hakkında şunları söyler o yıllarda :
“ (...) Erkan Yücel, tiyatronun iki saatlik sürede bir anlatıyı yüzlerce kişiye iletebilen gücünden yararlanarak Orhan Kemal’i yeni yığınlara ulaştırmaya çalışıyor. Bunu büyük ölçüde başarıyor da. Çünkü, karşımızdaki yapıt, özgün bir tiyatro yapıtı değil, sahnelenmiş bir romandır. Bir anlatıdır daha çok. Orhan Kemal’in yapıtının çekiciliğini, büyüsünü hemen hemen olduğu gibi iletiyor seyirciye. O bile isteye Orhan Kemal’in mantığına olabildiğince bağlı kalmış. Sonuçta Orhan Kemal’in anlatısı hemen tümüyle karşımızda canlanıyor ” .
SONUÇ
Kuşkusuz Orhan Kemal’in toplumcu gerçekçi tavrını belirleyen en önemli etken onun dünya görüşü ve sanata bakış açısıdır. Ernst Ficher “Sanatın Gerekliliği” adlı yapıtında der ki :
“Sanatın bu büyücülük görevi, giderek toplumsal ilişkilere ışık tutmak, yoğunlaşan toplumlardaki insanları aydınlatmak, insanların toplumsal gerçekleri tanıyıp değiştirmelerine yardım etmek görevine dönüştü ” .
Orhan Kemal de sanatın amacı ve işlevi konusunda Ficher’le benzeri düşünceleri paylaşır. Şöyle ki :
“ Sanatın amacı... Şöyle özetlemekte bir sakınca var mı acaba? Halkımızın, genel olarak da insan soyunun müspet bilimler doğrultusundaki en bağımsız koşullar içinde, en mutlu olmasını isteme çabası. Ünlü Lincoln’ün demokrasi tarifi gibi : Halkın halk için, halk tarafından yönetimi der o. Biz de neden şöyle demeyelim? İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat. (...) Ben gerçekçiliği içinde yaşadığımız toplumun insanlarına ayna tutmuş gibi bir yansıtma sanmıyorum. Bozuk düzenin her yönden bozduğu, insancıl davranışlardan alıkoyduğu, insanoğlunun düşmemesi gereken alçaklıklara yuvarlanan bir düzensizliğin çürük meyvaları sayarken, gene de onlarla eriyip mahvolmuş, kurtulmak için çaba gösteren yanlarının varolduğuna inanıyorum. Ben de biliyorum çalışan kadınların nelerle karşılaştığını... Bende biliyorum içinde yaşadığım toplumun cinsel ayrılıklarını. Ama gene de biliyorum ki, kadınlarımız bir lokma ekmek için gittikleri işyerlerinde uğradıkları sarkıntılıklara, yuvarlandıkları uçurumlara isteyerek, iştahla seve seve düşmüyorlar. Onları, istemedikleri şartlar içinde yaşatan, istemedikleri sarkıntılıklara hedef yapan şey, yokluk... (...) Bir hırsıza “Hırsız” , bir orospuya “Orospu” dendiği zaman kızması, yaptığı şeyi saklaması, onun, yani insanoğlunun özündeki iyilikten gelir. Demek oluyor ki, insanlar aslında iyidirler. Onları bozan toplum düzensizliği. Gerçekçi bir yazar da içinde yaşadığı toplumu yazarken bu gerçeği görmemezlikten gelmemelidir. Gelirse, yaptığı, yazdığı, ortaya koyduğu eser eksik olur. Bu da yaşadığı toplumun insanlarına iftira etmek olur ” .
Orhan Kemal toplumcu gerçekçi bir yazardır. Onun gerçekçilik anlayışını “Aydınlık Gerçekçilik” olarak da nitelendirebiliriz. Oyunlarında da görüldüğü gibi, ekonomik koşulların çıkmazında, birey olarak kurtulmanın çarelerini arayan sokaktaki insanı anlatır o. Seyirci ezik – ezilmiş insanın bireysel çabalamalarını izlerken, toplumsal düzenin ve bu düzen içindeki umutsuz debelenmenin yarar getirmediğini, bizzat karakterlerin ağzından dinler ve onlarla düşüncelerini paylaşır. Toplumsal kurtuluş için bireysel çabanın yetersizliğini görür ve alternatif arayışlara yönelir, oyun kişileriyle birlikte.
Adana’ya Kar Yağmış
Kar altında Gül Varmış…
Anonim bir Adana halk türküsü böyle diyor…(Bkz: Adana’ya Kar Yağmış, Derleyen: Behçet ÇELİK, İletişim Yayınları, I.B. 2006, İstanbul.) Kar altında gülün kaldığı ender bölgelerden biri Çukurova ve Adana. Orhan Kemal de yetiştirdiği onlarca sanatçıdan biri bu bereketli toprakların… Karın hiç yağmadığı, yağdığında da, şaşkınlıktan ve sevinçten insanının çocuğa, güllerinin ezgiye dönüştüğü, turuncuyla beyazın sarmaş dolaş olduğu bu topraklardan bir de Orhan Kemal geçti...
[1]Milliyet Sanat Dergisi, sayı : 67, 1 Mart 1983.
[1]Tevfik ÇAVDAR, “Orhan Kemal Üzerine” Dost Dergisi, c:22, Temmuz 1970, s:4-5
[1]Ahmet OKTAY, “Orhan Kemal üstüne” , Dost Dergisi, c:22, Temmuz 1970, s:7
[1]Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergah Yayınları, Mayıs 1990, s:173
[1]Orhan KEMAL, “Bütün Oyunları II”, Tekin Yayınevi, İstanbul 1985, s:8
[1]Tanzimat Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, c:6 , İletişim Yayınları.
[1]Orhan KEMAL, “Bütün Oyunları II”, Tekin Yayınevi, İstanbul 1985, s: 64
[1]Orhan KEMAL, A.g.e., s: 82.
[1]Orhan KEMAL, A.g.e., s: 109.
[1]Orhan KEMAL, A.g.e., s: 166.
[1] Orhan KEMAL, A.g.e., s: 187 – 188.
[1] Orhan KEMAL, A.g.e., s: 255.
[1] Milliyet Sanat Dergisi, Sayı : 67, Mart 1983.
[1]Ernst FİSCHER, “Sanatın Gerekliliği”, Çev : Cevat çapan, Payel Yayınevi, İstanbul 8. basım, Haziran 1985, s:15 – 16.
[1]Hikmet ALTINKAYNAK, “Hikaye Yazarı Orhan Kemal”, Yazko Yayınları, İstanbul 1983, s :29 – 34 – 35.