Geçen
haftanın 'Kitaplar Adası'nda
"Orhan'a açık mektup" diyerek
başlamıştım söze. Sevgili Orhan,
tutup bir açık mektup yazacağım
da ne söyleyeceğim sana? Ne
söyleyebilirim ki zaten? Bir
dokuma ustasının anlatıca
görümlediği o 'eşeleyici zekâ'
seni de ele veren önemli bir
ipucu değil mi?
Ankara'da bir kara kız. Adı
Şehriban; Şehriban Ebem. "Şeriban"
diyor kendine. Fizik mühendisi,
bırakmış sanki fiziği, aklı
fikri, işi gücü müziği...
Belgesellerimize özgün müzikler
yapan müziğin filozofu Can
Atilla'yla görüşmelerinin
tanıklığını yapıyorum. Nefesi
tıkanacak sanki heyecandan kara
saçlı, kara gözlü kızın. Kaç
yıldır üzerinde çalıştığı Yunus,
Pir Sultan albümlerini dinletmiş
Can'a, Can dönüp diyor ki
Şeriban'a; "Evet, bunların
düzenlenmesinde birlikte
çalışabiliriz." Havalara uçuyor
Ankaralı kara kız.İşte bu
Şeriban, bizim Şeriban, Çek
Cumhuriyeti'ne düzenlenen bir
geziye katılmış. Prag'la sarhoş
olup Kafka Müzesi'yle
büyülenirken unutmamış beni,
armağan albüm getirmiş: Moravian
Love Songs. Zuzana
Lapriskova'nın bu albümüne,
Milan Kundera da küçücük giriş
yazısı kaleme almış
kapakta.Bunlar olağan, ilginç
olan şu: Orhan Kemal'in Baba Evi
(Epsilon, on yedinci basım,
2005) ile Avare Yıllar'ını (on
üçüncü basım, 2005) okuyorum o
sıra, koydum Lapriskova'nın
albümünü, aa, nasıl da örtüştü
Orhan Kemal'le Çeklerin halk
şarkıları, anlatamam. Bir kez
daha gördüm ki masalları,
şarkılarıyla halklar burcu burcu
tüten bir gâvurlukta
buluşabiliyor...Diyeceğim Orhan
Kemal'i Lapriskova'nın eşliğinde
okudum. Usta işi verimler,
dilleri ne olursa olsun
örtüşüyor bir biçimde. Kendi
dilinde iyi yapılandırılmış bir
şiir, öykü, hatta roman hiç
anlamadığımız halde bizde de
güzelduyusal hazlara yataklık
yapabiliyor. Müzikten,
tiyatroyla sinemadan hiç söz
etmiyorum zaten.Orhan Kemal'in
yazınsallaştırdığı aşkları,
Çeklerin aşk şarkılarında
dinleyebiliyorsak eğer, her
ikisinin de evrensel bağlamda ne
denli sağlam donanımlarla ortaya
çıktığını gösteriyor bu veri
aynı zamanda. Bizler, kendi
yazarlarının, şairlerinin,
tiyatrocularının,
sinemacılarının,
müzisyenlerinin, ressamlarının
oldumbittim hep "alaturka"
kaldığına koşullandırılmış bir
toplumuz. Ayırdında olan kim
bunun?
ÇAĞDAŞIMIZ ORHAN KEMAL
Baba Evi ile Avare Yıllar,
"bütün" halinde kaleme alınmış
bir roman. Anlatıcının, çocukluk
anılarından başlayarak
yeniyetmelik, delikanlılık
günlerine uzanan, oradan âşık
olup evlenmesine dek geçen
sürede yaşadığı serüvenlerin
yansıtıldığı... Orhan Kemal
bunları 1949'da kaleme almış,
otuz beş yaşında, yazarlığının
gençlik evresinde. "Küçük Adamın
Notları" demiş yazdıklarına.
Neden böyle demiş? Aslında
bilinen bir yaşamöyküsünün
"anlatıcı" özelinde yeniden
kuruluşu bu. Orhan'ın birebir
yaşamöyküsü değil ama! Babası
Abdülkadir Kemali, Işık
Öğütçü'nün yayına hazırladığı
anılarında (Orhan Kemal'in
Babası Abdülkadir Kemali'nin
Anıları, Epsilon, 2005), bizi
yaşamöyküsüyle yüz yüze
getiriyordu doğrudan. Oysa Orhan
Kemal, yaşamını anlatmıyor da
"Küçük Adam" olarak nitelediği
bir kahramanın yaşamını kuruyor
andığım romanlarında.Bir
romancının temel dayanağı
elbette kendi yaşamı, ancak onu
yazar katına yükselten yanı
yaşantıdan kalkarak kuracağı
yapıdaki soyutlayım becerisi.
İkincileyin de soyutlayımdan
kalkarak yapacağı dönüştürüm.Bu
çerçevede Orhan Kemal kendi
yaşamından taşıyor roman
harcını, ama bunları elden
geçirerek, seçerek yan yana
getirerek eklektik, "yığma" bir
yapı kondurmaya da yönelmiyor
hiçbir zaman. Örneğin baba,
anlatıcının üzerinde baskı
simgesi her zaman. Orhan Kemal,
babanın yaşam boyu süren
perdeleyici rolünü büyük
ustalıkla yansıtıyor. Ama bu
arada Cumhuriyetle birlikte
amansız biçimde düşkünleşmesini,
ekonomik darboğaza girmesini de.
Orhan Kemal, Atatürk'ü
kayırmakla birlikte, "her devrin
insanı" diyebileceğimiz
kişilerce Cumhuriyetin nasıl
yozlaştırıldığını da
duyumsatıyor
iliklerimizde."Küçük Adam"
Orhan, ne ki "o", laboratuvarda
kurularak roman kahramanı
yapılmış biri. Bu nedenle de
evrensel. 1920'lerle 30'ların
dünyasında Ortadoğu'nun kanayan,
kaynayan coğrafyasında
çocukluğunu, yeniyetmeliğini,
delikanlılığını yaşayan birinin
"tip" olmaktan çıkarılırken
"tipolojik" temeliyle yine de
sapasağlam örülüşüne, "karakter"
yapılışına tanıklık ediyoruz.
Baba Evi de, Avare Yıllar da bu
nedenle çok önemli! Şimdi "küçük
adam" imgesine dönebiliriz.
Orhan Kemal'in ağzından
dinleyelim bu küçük
adamı:"...Hiçliğimin altında
eziliyorum. Kesinlikle dünyanın
en çirkin ve en sıska
insanıyım." "Ah şu zayıflığım,
kambur burnum, kuru ellerim,
ortayı bile bitiremeyişim,
vesaire vesaire vesairem." "Ben
eli ekmek tutmayan, çirkin,
pabuçları delik, paçaları
tiftiklenmiş (!) biri..." Derken
araya giriveren şu tümce:
"Dünyanın en güzel erkeği olmayı
ne kadar isterdim." (AY, 62, 64)
Zaten, çok önceden bu "küçük
adam"lık damgasıyla
lekelenmiştir o:"Küçük adam
oluşuma hayatımda ilk defa lanet
ederek, şaşkın, bekledim." (BE,
66)Orhan Kemal, dünya yazınında
öne çıkan nice kahramanın bir
benzeriyle çıkıyor "Küçük
Adam"da karşımıza.SOYUTLAYAN,
DÖNÜŞTÜREN
ORHAN KEMAL
Bu açıdan baktığımızda Honore de
Balzac'ın Fransa, ötesinde dünya
için taşıdığı önemin, değerin
Orhan Kemal'e de yüklenmesi
gerekmez mi?Gerçekten de
Balzac'ın "İnsanlık Komedisi"ni
çağrıştıracak güçte, özgün bir
"Küçük Adam" dizisi bu. Onun
hemen her romanı, "Küçük Adam"a
özgülenmiş bir yapıt çünkü. Ne
nahiflik yansıtan gecekondu ne
de teknik hüner yansıtan
apartman yapısı gösteriyor
yapıtlar. Tersine çimentosu,
demiri yerli yerinde
gereksinildiği kadarıyla
kullanılmış, gereçlerin,
uygulayımların hiçbiri göz ardı
edilmemiş karkas bir yapı
yansıtıyor romanlar.
Ekonomisini, sonuçta yaşam
döngüsünü, buna koşut kültürel
gelişimini kendisini sömürenlere
göre biçimlendirmiş bir
Türkiye'de Orhan Kemal'in
esamisinin okunmayış nedenini
burada aramak gerekiyor bana
sorarsanız. Oysa örneğin Murtaza,
yalnız Türkiye'nin değil
dünyanın da önde gelen
romanlarından. Daha önce dile
getirdiğim bu düşünceyi,
"Kitaplar Adası"nın okuruyla da
paylaşmış olayım şuracıkta.
Sözgelimi konuşmama, hatta
yazılarıma sızdığı oluyor,
insanların "Murtazalaşması"ndan
söz ediyorum. Bu da Orhan
Kemal'in yazınımıza, dünya
yazınına bir armağanı
bildiğimce. Dünyanın bütün
dillerinde verimlenmiş öteki
romanları okumuş değilim
elbette, ancak okuduğum binlerce
roman arasında Murtaza'ya
benzeyen bir karaktere
rastladığımı söyleyemem.
Diyeceğim, Cervantes'in Don
Kişot'u ne denli sağlamsa Orhan
Kemal'in Murtaza'sı da o denli
sağlam. Ne var ki sömürgeciler,
kolalarını nasıl dünyanın dört
bir yanına taşıyorsa yazılı
metinlerini de elden ele
gezdiriyor, bunlara inanılmaz
ölçüde yaygınlık kazandırıyor.
Sonra ne mi oluyor? Ayranınızı
döktürüp kola tutuşturuyorlar
ellerinize, para
kıstırmışçasına, kana kana
içirtiyor size kolayı, kana
kana...Orhan Kemal anlatarak
değil, roman evreninin
gerçeklikleri arasında bizi
kahramanıyla gezdirerek, bu
evrene tanıklık ettirerek
yapılandırıyor romanını. Orhan
Kemal'in romanındaki karkas yapı
böyle çıkıyor ortaya. Çocukluk,
bunu çevreleyen ilişkiler
yumağı; ailenin yurtdışına
çıkışı, çocukluktan
yeniyetmeliğe geçiş; babayla
çatışma, hem derin korku hem
bağlılık, hem nefret hem sevgi;
Beyrut'ta Araplarla,
Ermenilerle, Rumlarla içlidışlı
yaşanılan dayanışmalı yoksunluk,
acı dolu günler; kitaplarla
kurulan minik ilişkiler,
yaşanılan ilk aşklar, ilk cinsel
deneyimler; okuma lüksü
("...Benim ortaokulum bir lükstü
muhakkak", AY, 50) ile ekmek
kavgası arasında yaşanılan
garsonluktan matbaa işçiliğine,
dokuma işçiliğinden fabrika
kâtipliğine hatta karın doyurma
amacıyla çıkılan deplasman
maçlarından İstanbul'a "saadet
aramaya gitme"ye dek (Avare
Yıllar, 29) bocalamayla geçen
yıllar; bütün bunların
anlatıcıda, ailesinde yol açtığı
tepkiler, anlatıcıyı tam
anlamıyla yapılandırmasına
olanak sağlıyor okurun. Düşler,
umutlar, sanrılar birbirine
ulanırken yeniyetme anlatıcının
neler duyumsadığını, ne gibi
yönsemeler içinde kıvrandığını
da gözlemliyoruz biz. Orhan
Kemal, bu iki yapıtında Adana
kadar, bir İstanbul romancısı
olduğunu da gösteriyor. Nitekim
İstanbul, vitrin süsü olarak yer
almıyor romanda. Beyrut için de
söylenebilir bu. Orhan Kemal'in
daha 1940'larda bir İstanbul
romancısı olarak öne çıktığı,
ama bunun ancak bugün
anlaşıldığı söylenebilir.
Gerçekten de onda İstanbul,
anlatılan değil tüm dokuları,
hücreleriyle yaşanılan kent
olarak kendini ele verip
belirginlik kazanıyor.Zaten
kahramanların rastlantısallıkla
temellendirilmediği de ortada.
Öyleyse küçük adamın "adam olma"
süreci olarak da
değerlendirilebilir Baba Evi ile
Avare Yıllar. Gerçekten de
çocukluktan yeniyetmeliğe,
delikanlılığa o büyük hayatın
içinde yaşamını kurmaya
girişirken işçileri, bir ölçüde
işçi sınıfını, ideolojisini
tanımaya koyulmuş, "küçük
adam"dan "adam"a yani "insan"a
dönüşmüş karakteriyle bir
"yaratıcı roman" bu.
CÂNIM ORHAN...
Geçen haftanın "Kitaplar Adası"nda
"Orhan'a Açık Mektup" diyerek
başlamıştım söze, bitirirken
olsun mektuba döneyim... Sevgili
Orhan, tutup bir açık mektup
yazacağım da ne söyleyeceğim
sana? Ne söyleyebilirim ki
zaten? Bir dokuma ustasının
anlatıca görümlediği o
"eşeleyici zekâ" (AY, 120) seni
de ele veren önemli bir ipucu
değil mi?Ben, olsa olsa kızıma
söyleyebilirim... Öyle ya,
gelinimin anlaması gerekmiyor;
OK'larla COP'ların birbirine
karıştığı bu kopkoyu karanlıklar
ortasında, bulanıklığın toz
dumanındaki ülkemizde.Peki büyük
bir yazar olduğunu ne zaman
kavrayacağız biz senin? Sait
Faik, Cahit Sıtkı, Oktay Akbal,
Adnan Özyalçıner'le birlikte
önemli bir İstanbul öykücüsü
olduğunu; Adana'nın değil ama
İstanbul'un öykücülüğünü
yaparken Adana'nın romanları
kadar İstanbul'u da
romanlaştırdığını... Bu arada
başka öğreneceklerimiz de yok mu
peki? Nâzım'ın öğrenciliğini
yaparken, onun büyük bir
öngörüyle seni öykücülüğe
yönlendirdiğini, içerde onca yıl
kaldığını, çoluk çocuğunu
geçindirmek için taksitle
buzdolabı alıp düşük fiyatla
peşin okuttuğunu, yıllar sonra
bir köfteci dükkânında "komünizm
propagandası" yapmaktan ötürü
suçlanıp hakkında dava
açıldığını, ama buna karşın Türk
bayrağına düşkünlüğünü, nitekim
sağlık sorunuyla ancak komünist
Sofya ilgilenirken orada
öldüğünü, ama vasiyetin üzerine
tabutunun ay yıldızlı bayrakla
örtüldüğünü, aslında bu bayrağa
özleminin Beyrut'taki
yeniyetmelik günlerinden
geldiğini ("Bir gün Beyrut
limanında dolaşırken bir Türk
vapuru gördüm. Direğinde
bayrağımız... Bu vapur, bu
bayrak, bu benim memleketimin,
vatanımın bir parçası..." [BE,
73]), nitekim Beyrut'taki
yaşamını hep "Ermeni çarşısı"nda
geçirdiğini, "bu çarşı(nın),
Türkçe konuşması, Türkçe
şakalaşması, Türkçe sövüp
saymasıyla memleketi(n)den bir
parça gibi" (BE, 74) olduğunu...Aah
Orhancığım, tuhafına gidecek
ama, komünist de kalmadı
memlekette. Pek çoğu
emperyalizmin işbirlikçisi
kesildi başımıza. Azınlıkta
kalan öteki vatansever
komünistlerinse sözü
geçmiyor!Cânım Orhan, kim demiş
ben "ağır yazı" kaleme almam
diye; adım gibi biliyorum, sen
asıl şimdi başlıyorsun yaşamaya!
|