Giriş
Bu
yazıdaki
amacımız,
Orhan
Kemal’in
bazı
romanlarının
olay
örgüsünün
ve
karakterlerin
özelliklerini
“okuyarak”
yazarın
toplumsal
değişmeleri
romansal
kurgularla
nasıl
aktardığını
anlamaktır.
19.
yüzyılın
sonlarından
1950’lere
kadar
uzanan
dönemdeki
siyasal
ve
ekonomik
gelişmelerle
oluşan
toplumsal
olayların,
romanda
kırılarak
yansımalarından
yola
çıkıp,
bazı
roman
karakterlerini
yorumlamayacağız.
Diyalogları,
olay
örgülerini
ya da
romanın
estetik
diliyle
öyküleştirilen
anlatımları
dikkate
alarak
toplumsal-tarihsel
değişimi,
karakterlerin
betimlenen
özelliklerinden
okumaya
çalışacağız.
Çünkü
roman
karakterlerinin
dış
toplumsal
olgularla
ilişkilendirilerek
okunması
ve
yorumlanması,
romanlarda
var olan
ama
açıkça
‘söylenmemiş’
(‘estetize
edilmiş’-
gizlenmiş)
toplumsal
bilgilere
ulaşabilmemizi
de
sağlar.
Bilindiği
gibi
Orhan
Kemal’in
romanları,
konu
bakımından
dönemsel
gelişmelerin
izlerini
taşır.
Yazarın
kendi
yaşam
çizgisini
paralel
olarak
işleyen
bu konu
ve
toplumsal
olguların
bir akış
yönü
bulunmaktadır.
(Çukurova’dan
Beyrut’a
oradan
tekrar
Adana ve
İstanbul’a)
Bu akış
aynı
zamanda
bize,
sanatın
tarih ve
toplumsal
gerçeklikle
temas
noktalarındaki
anlamlarını
ortaya
çıkarma
imkânı
da
sunar.
Yazarın,
özellikle
bazı
romanlarında
anlattığı
“ağa” ya
da “bey”
karakterlerini
daha
büyük
toplumsal
olgularla
bağını
kurarak
ele
almak
mümkündür.
Romanların
yazılış
tarihlerini
bir
tarafa
bırakarak
estetik
ürünün
toplumsal-tarihsel
gerçeklikle
bağını
[bunu
sosyolojik
bir
“okumanın”
zorunluluğu
olarak
kabul
edip]
kurarak
okumak
bazı
kategoriler
oluşturmamızı
mümkün
kılar.
Toplumsalın
“ayna”sı
olarak
roman
Romanın
estetik
bir ürün
olarak
tanımı
konusunda
çok
farklı
yaklaşımlar
bulunmaktadır.
Öncelikle
roman,
yazarın
içinde
yaşadığı
somut
koşulların
ötesinde,
o
koşulları
çok
değişik
boyutta
algılayıp
kurgulaması,
kendince
yeniden
bir
gerçeklik
oluşturma
özgürlüğünün
farklı
bir
yansımasıdır.
Sartre,
bütün
bireysel
yaratım
özellikleriyle
birlikte
romanı
tanımlarken
şöyle
demektedir:
“Roman
bir
aynadır…
Ama
roman
okumak
nedir
acaba?
Aynanın
içine
atlamaktır,
sanırım.”
(1965:13).
Eğer
roman,
Sartre’ın
deyimiyle
bir
“ayna”ysa
hangi
‘gerçeği’
yansıtır
veya
toplumsal-tarihsel
olanın
bu
aynadaki
yansısı
ne kadar
‘gerçeğine’
uygundur?
Gerçeğin
toplum
ve
insanın
varoluşuna
dair
hayatı
bize
gösteren
(farklı
biçimde
sunan)
bu
aynanın
niteliği
ve
gerçekliği
göstermedeki
sınırları
nelerdir?
Sanat
(özelde
roman)
anlatmaya
çalıştığı
gerçekliğin
fotoğrafik
bir
yansıması
olmaktan
ziyade
gerçekliğin
üzerindeki
perdeyi
kendine
özgü
yöntem
ve
perspektifle
aralayarak
“hakiki
yüzü”
(Adorno,
1985:242-247)
gün
ışığına
çıkarmaya
çalışma,
onun
anlamını
oluşturma
eylemidir.
Doğaldır
ki,
romanda
gerçekleşenler
somut
tarihsel-toplumsal
dünyanın
doğrudan
yansıması
değildir.
Dolayısıyla,
romanın
oluşturmaya
çabaladığı
görünüşün
gerçek
yaşamla
kesin
bir
bütünlüğünden
de söz
edemeyiz.
Roman,
insanın
gözden
kaçırdığı
bütünlüğün
tamamını
yakalama
iddiası
taşır.
Fakat bu
iddia,
sanatçının
evreni,
toplumsal
dünyayı
algılayabilmedeki
sınırlılığıyla
çevrelenmiştir.
Bundan
dolayı,
roman
hiçbir
zaman
mutlak
bir
gerçekliğin
kendisi
olamayacağı
gibi
dolaysız
yansıması
da
olmayacaktır
(Lukacs,
1969:72–114).
Herhangi
bir
sanat
yapıtında
olduğu
gibi,
romanda
da
toplumsallaşan
bireyin
yaşantısıyla
dışlaştırdığı
bilgiler
ya da
veriler
bulabilmek
mümkündür.
Düşüncenin
en
önemlisi
“duygunun”
egemen
olduğu/olacağı
sanat
eserinde
‘toplumsal’
olan
(dolayısıyla
tarihsel
anlam ve
değeri
bulunan)
bireyin
öznel
perspektifinden
yansıyan
olguların
izleri
taşınır.
Her
zaman
romanın
gerçeklikle
(realite)
arasına
giren
bir
gerilim
veya
mesafe
tehlikesi
söz
konusudur.
Bu
gerilimden
dolayı
romanı
anlama
çabasındaki
sosyoloji,
romanın
içinde
geliştiği-
yazıldığı
toplumsal
çevrenin
özelliklerini
gözden
uzak
tutmamalıdır.
Bütün
insani
olgular
gibi,
roman da
ancak
daha
büyük ve
etkili
olguların
içinde
anlamlıdır.
Dolayısıyla,
romanda
anlatılan
herhangi
bir
toplumsal
olgunun
anlaşılma
çabası
ve
isteği,
onun
daha
geniş
dünyasını
bilmeyi
de
gerektirir
(Goldmann,
1981:82).
Çünkü
herhangi
bir
romanın
yazılmasında
olduğu
gibi,
edebi/sanatsal
gelişim,
toplumsal-tarihsel
koşulların
bütün
izlerini
taşıyarak
gerçekleşir.
Eagleton,
estetik
ürün
anlamında
edebiyatın,
hangi
dönem
olursa
olsun,
belli
başlı
etkileri
kendinde
taşıdığını
ve ancak
ürünün
bu
etkilerin
içinden
geçerek
oluşabileceğini
söylemektedir.
Ona
göre,
toplumun
varoluşsal
gerçekliği
ile
eserin
(romanın)
ortaya
konma
nedeni
çakışır.
Roman ve
toplum,
biri
diğeri
için
zorunluluk
olarak
kabul
edildikçe,
eserin
her
aşamasında
‘toplumsal’
olan,
kendini
romana
sirayet
ettirecektir
(1986:45-54).
Benzer
biçimde
Lowenthal,
edebiyatın
kendi
zamanının,
toplumsal
sınıfların,
alt
grupların
ya da
daha
geniş
anlamında,
ulusların
değerlerini
ve diğer
ahlaki
yargılarını
da
içinde
barındıran,
sembolleri
günümüze
kadar
taşıyan
uygun
bir araç
olduğunun
söylemektedir.
Bu
taşıyıcılık
görevi
gerçek
hayattaki
benzer
kültürel
karmaşalara
da denk
düşebilir
(1957:22).
Eagleton
ve
Lowenthal’in
bu
görüşlerini
izlediğimizde
romancının
kendisi,
toplumsal
özne
olarak
sınırlılıklarının
ötesinde
gerçekliği
duyumsayıp,
‘kendine
göre’
yansıtan
kişidir.
Çünkü
yazarın
ve
romanın,
kendine
“sorun”
gördüğü,
‘estetize
ettiği’
gerçeklikle
kurmaya
çalıştığı
bağ,
doğrudan
değil,
dolayımlıdır.
Bir
romanın
kendisi
bize
doğrudan
apaçık
anlama
nesnesi
vermez
(bunu
yapmaya
çalışan
“roman”lar
olabilir).
Bu
“anlam”
her
zaman
onda
(romanda,
metinde)
gizil
olarak
vardır
ve
ortaya
çıkarılmayı
bekler.
Martin’e
göre,
romancı
eserinde
bir
olayı,
doğruyu
veya
durumu,
belli
kurgusal
düzen
dâhilinde
bize
aktarır.
Burada
gelişigüzelliğe
yer
yoktur.
Roman
yazarı
“doğruları”
ya da
“bilgiyi”
açıklayan
bir öğe
değildir,
bunları
biz
okuyuculara
sadece
(romansal
tekniklerle)
duyurmakla
yetinir.
Bu
nedenle,
roman
yazarının
zihninden
estetik
yaratımın
bütün
özgürlük
ve
sınırlılığıyla
birlikte
yansıyan
imgeler
sonsuz
olaylar
evrenin
küçük
bir
kesitidir.
Dolayısıyla,
sanatçının
sübjektif
değerleriyle
çok
yakın
etkileşimleri
söz
konusudur
(2002:41-50).
Yazarın
bütün
öznel
durumlarına
paralel
olarak
romanı
inceleme
çabasındaki
sosyolojinin
de
önünde
ciddi
sorunlar
her
zaman
olacaktır.
Buna ek
olarak
Lowenthal,
okuyucu
veya
yorumcunun,
romanın
olay ve
karakter
örgüsünden
elemeler-seçimler
yaparken
‘önemli’
olanla
olmayanı
ayırmada,
en az
yazarın
anlam
oluşturma
süreçlerindeki
kadar,
öznel
perspektiflere
açık bir
durumun
olduğunu
söylemektedir
(1961:13).
Roman
okunduğunda,
ondan
anlamlar
oluşturulmaya
çalışıldığında
başka
bir
öznellikle
karşı
karşıya
kalınır.
Sartre’ın
sözünü
ettiği
‘ayna’daki
kırılma
bu kez,
okuyucunun
anlam ve
yorum
inşasında
vardır.
Romandan
anlam
çıkarma
peşinde
olan
okuyucunun
da
(sosyolojinin
de)
farkında
olması
gereken
bu çoklu
kırılma
ve
yansımanın
yarattığı
estetik
dünyanın
varlığıdır.
Orhan
Kemal’in
“ağa”ları
ve
toplumsal
değişim
Orhan
Kemal’in
romanlarındaki
olayların
coğrafi
mekânı
Çukurova,
uygun
tarım
koşulları
ve geniş
arazilerinin
yanında
mülkiyet
biçimleri,
üretim
ilişkileri,
çok
kültürlü
yapı
gibi
koşullarla
birlikte
karakterlerin
yaşamındaki
yükseliş
ve
düşüşlere
sahne
olur.
Pamuk
tarımının
öncelik
taşıdığı
bu
bölgede,
19.yüzyıldaki
çok
farklı
boyutlarıyla
beraber
Cumhuriyet
dönemine
taşınan
büyük
toprak
sahipliği,
güçlü
bir
olgudur.
Ekonomik
değer
anlamında
tarımın
önemi,
Çukurova
toplumsal
yapısının
Türkiye’nin
diğer
bölgelerinden
önce
keskin
dönüşümler
yaşanmasına
da zemin
hazırlar.
Siyasal
ve
teknolojik
gelişmelerden,
pek çok
bölgeye
nazaran,
daha
erken ve
doğrudan
etkilenen
bir
özelliği
vardır
(Bkz.
Zürcher,
2001).
19.
yüzyıldan
itibaren
Çukurova
tarımının
ulusal
ve
uluslararası
pazara
eklemlenmesinin
yanı
sıra
bölgede
çok
farklı
kültürlerin
ve etnik
grupların
yaşaması
bunun
nedenleri
arasında
yer
alır.
Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e
uzanan
süreçte
bütün
siyasal
gelişmeler,
bu
bölgenin
ekonomik
yapısı
üzerinde
derin
izler
bırakmıştır.
19.
yüzyıldan
itibaren
başlayan
ve
öncülüğünü
çoğunlukla
bölgedeki
Ermenilerin
yaptığı,
tarımsal
ürünlerin
işlenmesindeki
modernleşme
ve
makineleşme
çabaları,
Osmanlı’nın
son
dönemindeki
olaylardan
doğrudan
etkisinde
kalır.
Anadolu’da
gerçekleşen
tehcir
ya da
Anadolu’ya
doğru
olan
nüfus
hareketlerinden
bu süreç
de pek
çok
bakımdan
etkilenir.
Yine bu
bölgede
Cumhuriyet
döneminde
de devam
eden
‘göçmenlik’
olgusu,
demografik
yapıda
değişiklikler
yaratırken,
asıl
etkiyi
çalışma
kültürü,
ucuz
emek ve
diğer
toplumsal
ilişkiler
üzerinde
yapmıştır.
Ülke
dışına
veya
içine
doğru
gerçekleşen
insan
nüfus
hareketliliği,
zenginleşme
ve mülk
sahibi
olmada
farklı
boyutları
ortaya
çıkarmıştır.
İlerleyen
dönemlerde
modernleşme
ve
makineleşmenin
tarım
üzerinde
daha
dönüştürücü
olmasıyla
feodal
ya da
yarı-feodal
ilişkilerdeki
değişimler,
çözülmeler
yaşanır.
Bu süreç
boyunca
zenginler
ve
zenginleşme
biçimleri
değişirken,
toplumsal
işleyişte,
yeni
karakterler
daha da
belirginleşmeye
başlar.
1.
19.
yüzyıldan
20.
yüzyıla
değişen
zenginler
ve
zihniyetler
1.a.
Modernleşmenin
karşı
aktörleri
olarak
“Resul
Ağa” ve
“Topal
Eskici”
On
dokuzuncu
yüzyıldaki
olaylara
kadar
geri
götürülebilecek
bir
toplumsal
gelişmeler
tarihini
yazarın
“Eskici
Dükkânı”
(1973)
romanıyla
başlatmak
mümkündür.
Modernleşme
çabalarının
en somut
yansımalarından
biri
Çukurova’daki
makineleşme
serüvenidir.
Bu
süreçte
öncü
olanlar
Çukurova
Ermenileri
ve
onlarla
“yakın”
ilişkileri
olan
Müslüman
ahalidir.
“Eskici
Dükkânı”
bu
çabalarla
birlikte
toplumsal
çözülmenin
farklı
boyutlarını
anlatan
bir
romandır.
Romanın
asıl
karakteri
olan
yaşlı
eskicinin
(Topal)
yaşam
çizgisi,
Osmanlı’dan
1940’lara
değin
toplumun
yaşadıklarının
bir
kesitidir.
Trablus’ta
Osmanlı
askeriyken
ayağı
kesilen
eskici,
geçen
zaman
zarfında,
çevresi,
çocukları
ve en
önemlisi
zamanla
çelişkiye
düşerken,
roman bu
düşüşün
ani
olmadığını,
feodal
değerleri
savunanların
yaşadıkları
zorunlu
bir
sürecin
gereği
olduğunu
bizlere
anlatır.
Topal
Eskici’nin,
dedesi
Resul
Ağa’yla
benzer
feodal
zihniyetlere
sahip
olması,
farklı
zaman
dilimlerindeki
çöküşün
ve
gerilemenin
sebepleri
olur.
Eskicinin
babası,
ailenin
ya da o
dönem
Çukurova’sında
bir
“sapma”
veya
“istisna”
olarak
kalır.
Orhan
Kemal,
romanda
Resul
Ağa’yla
oğlu
(Topal
Eskici’nin
babası)
arasındaki
zihniyet
farklılıklarını,
basit
bir
ailevi
ilişki
ya da
kuşak
çatışmasının
ötesinde,
daha
büyük
bir
toplumsal
olgunun
gelişim
süreciyle
bağlantılı
olarak
açıklar.
Böylece
geleneksel
değerlerin,
modern
değer ve
araçlar
karşısındaki
yenilgisi,
çöküşü
estetik
bir
biçimde
romanın
diliyle,
dolaylı
olarak
anlatılır.
1950’li
yıllarda,
artık
iyice
gerileyen
ve
yoksullaşan
Topal
Eskici’nin
günlük
yaşamı,
diyalogların
gerisindeki
anlamlarda
gizlenir.
Dükkânının
olduğu
çarşıda
eski
nüfuzlu
bir
zanaatkâr
olan
karakterin
çevresiyle
diyaloglarından,
onun
geçmişinin
yanı
sıra
yoksullaşma
nedenlerine
de
ulaşırız.
Çarşıda
kaybettiği
geçmişteki
feodal
değerler
yüklü
statüsüne
paralel
bir
biçimde,
ekonomik
gücünden
de
uzaklaşır.
Geleneksel
aile
bağlarıyla
yanında
zorla
tuttuğu
iki
oğlunun
kapitalist
pazarın
gereğince
üretim
yapma
isteklerine
karşı
gösterdiği
direnç,
onun
sonunu
hızlandıran
etkenlerden
birine
dönüşür.
Gittikçe
fakirleşen
aile,
kentsel
bir el
zanaatından
pamuk
ırgatlığına
doğru
bir
‘düşüş’
yaşayarak
toplumsal
gelişimden
etkilenir.
Fakat
bütün bu
düşüşü
yazar,
ani
olmayan,
makineleşme
ve
modernleşmeyle
birlikte
ortaya
çıkan
zihniyet
değişimlerine
uyum
sağlayamamanın
sonuçları
olarak
aktarır
ve
romanın
olay
örgüsünü
sosyolojik
ve
tarihsel
arka
plân
üzerine
kurar.
Roman,
Trablusgarp
savaşında
bir
ayağını
kaybederek
kendi
kentine
dönen
Topal
Eskici’nin
aile
tarihini,
feodal
bir
zihniyetin
çöküşü
olarak
estetize
eder.
Çukurova’da
yaşanan
tarımsal
gelişimin
niteliğine
ayak
uydurmayan
Topal
Eskici’nin
dedesinden
başlayan
geçmişi,
aynı
zamanda
ailedeki
farklı
bilinç
düzeylerinin
niteliği
hakkında
bilgiler
de
barındırır.
Bu
sürecin
1950’lere
kadar
olan
uzantısı
romanda,
gerileyen
ve
zayıflayan
eski tip
toprak
sahipliğinin
günün
koşullarındaki
dağılışını
temsil
eder.
Çukurova’daki
bazı
büyük
toprak
sahiplerinin
çöküşü,
gerileyişi,
yeni
zenginlerin
ve
zenginleşme
biçimlerinin
ortaya
çıkışı
feodal
değerlerle
bezeli
masalsı
geçmişin
silinmesini
de
beraberinde
getirir.
Eski
varlıklı
kesimin
bir
şekilde
gerilediğini,
yeni
siyasal
ve
ekonomik
ilişkilerin
niteliğine
uyum
sağlama
kapasitesi
ve
yeteneği
olmayanların
yoksullaştıklarını
görürüz.
Topal
Eskici’nin,
sahip
olmakla
öğündüğü
ve
onlarla
geçmişteki
yaşantısının
şaşaasına
sığındığı
değerler,
bütün
aile
fertleriyle
beraber
yaşanan
yoksullaşmayı
açıklamaz.
Eskici’nin
geçmişi
basit
bir
zenginlik
tarihi
olmaktan
öte,
toplumsal
dinamiklerin
belirleyicilerini
göstermesi
bakımından
da
önemlidir:
“Topal
eskicinin
dedesi
Resul
ağa pek
pek orta
çiftçi
sayılırdı.
O yıllar
memlekette
henüz
tren
yolu
döşenmediği,
kamyonlarsa
buranın
malını
mahsulünü
şuraya,
şuranınkini
buraya
götürüp
getirmediği
için,
buranın
malı
mahsulü
burada,
oranınki
orada
kalır,
çiftlik
sahipleri
buğdayları,
arpaları,
küncü,
pamukları
fakir
fukaraya
bedava
dağıtmasalar
bile,
gene de
bol bol
verirlerdi.”
(1973:
14)
Tarımın
bu
kapalı
yapısı,
ürünün
değerlendirme
biçimlerinde
de
farklılıklara
yol
açar.
Dede
Resul
Ağa’nın
döneminde
(19.yüzyıl
ortaları)
feodal
kültürü
yeniden
üreten
çok
büyük
bir yapı
söz
konusudur.
Makineleşme
ve diğer
modernleşme
etkileri
“pazar”ı
değiştirirken
süreçteki
aktörlerin
bilincinde
de
dönüşümlere
yol
açmaktadır.
Değişimin
görece
daha
yavaş
olduğu
dönemlerde
feodal
değerlerin
farklı
anlamının
olması
doğaldır.
Orhan
Kemal’in
pek çok
romanında,
bu
türden
olguların
yeni
koşullar
üzerindeki
etkinliğinin
zayıflığı
veya
geçersizliğini
“mezar
taşlarıyla
öğünmek”
deyimiyle
betimlediğine
rastlarız.
Fakat
burada,
Topal’ın
geçmişle
öğünmesinden
ziyade,
yenilmişliği
kabul
edip,
toplumun
diğer
insanları
gibi
ol(a)mamaya
hayıflanması
söz
konusudur.
Yaşantısındaki
bütün
eylemlere
bu
doğrultuda
bir
anlam
yükler.
Kendi
sınıfının
güçsüzlüğünün
ve
düşüşünün
farkında
olan bir
bireyin
(çaresizce)
boyun
eğişi
anlatılır.
Çukurova’daki
çok
kültürlü
yaşamla
birlikte
işleyen
değişim
ve
modernleşme,
mevcut
geleneksel
ilişkilerde
bir
çözülmeye
yol
açar.
Feodal
davranış
örüntüleri
farklı
zihniyetlerle
karşılaşır.
Resul
Ağa
karakterinin
temsil
ettiği
(feodal)
zihniyetin
modernleşme
ve
makineleşmeyle
karşılaşması
farklı
bir
düzlemde
romanın
diliyle
betimlenir:
“Topal
eskicinin
özelliği
dedesi
Resul
ağadan
değil,
ne
kafaca,
ne de
bedence
babasına
şu
kadarcık
benzemeyen
ufak
tefek
babasından
geliyordu.
Bu baba,
o yıllar
“Sultani”
denilen,
şimdiki
lise
karşıtı
“idadi”de
okumuş,
iri yarı
babası
Resul
ağanın
zenginliğine
aldırmadan,
hatta
ihtiyarın
bütün
yasaklarına
sırt
dönen
fabrikatör
Gülbenkyan’ların
çocukları
ile
arkadaşlığı
arttırmış,
onlardan
Ermenice,
Fransızca
bellemiş,
ille de
“fabrika”ya
akıl
erdirmeye
çalışmıştı.
Neydi bu
fabrika?
Kendi
kendine
fışıltılarla
çalışırken
sıcak,
beyaz
dumanlar
salan
büyük
büyük
makineler,
vınıltıyla
dönen
miller
geçirili
kocaman
kocaman
tahta
kasnaklar,
tahta
kasnakları
döndüren
kayışlar,
kayışlar,
kayışlar…Yerliler
için ilk
bakışta
“Fabrika”
buydu.
Topal
eskicinin
ufak
tefek,
kupkuru
babası
içinse –
Gülbenkyan’ların
oğullariyle
sıkı
fıkı
olmaktan
gelen
bir
hazırlıkla-
“fabrika”,
deli
deli
dönen
bir
takım
kayışlarla
kasnakların
çevirdiği
makinelerin
baş
döndürücü
uğultusunda
tohumlu
pamukları
yutup,
tohumsuz
bembeyaz
kusan,
kusulmuş
bembeyaz
pamukları
şaşılacak
bir
hızla
bir
takım
yollardan,
çengellerden
geçirirken,
kıvırıp,
büken,
masuralara
saran,
sarılmış
masuraları
şakırtılı
tezgâhlarda
kola
kokulu
kaymak
gibi bez
haline
getiriveren
bir
güç”tü.
Bu gücün
daha
şimdiden
yüzler,
hattâ
binlerce
insanın
günlerce
çalışıp
ancak
çıkarabileceği
işi
birkaç
saatta
çıkarıverdiğini
görüyor,
“fabrika”ya
karşı
korkulu
bir
hayranlık
duyuyordu.
Yerliler
dilediklerince
“Gâvur
aklı, it
aklı!”
desinler.
Bu
“akıl”ın
günün
birinde
dünyayı
saracağını,
insanlardan
pek
çoğunun
elinden
ekmeğini
alacağını,
onun
dilini
anlamayan,
ona dost
olmayanların
üzerinden
silindir
gibi
geçip
ezeceğini
onunla
dost
olmaktan
başka
çıkar
yol
bulunmadığını
seziyordu.”
(1973:
15-16)
Topal
eskicinin
aile
geçmişindeki
bir
“sapma”
olarak
babası,
Adana’daki
Ermenilerle
dostluğu
sayesinde
teknolojiyle
tanışıyor
ama onun
öngörüsü
ve
gelişim
düzeyinde
başka
kimse
olmadığından
(toplumsal
olguların
da
yardımıyla)
ailenin
sınıfsal
konumunda
ve
zihniyetinin
gücündeki
gerileme
devam
eder.
Başka
ilginç
bir
ayrıntı
“Gülbenkyan”
ailesinin
temsil
ettiği
anlamdır.
Modernleşmenin
Çukurova’daki
öncüsü
çoğunlukla
Ermeniler
olurken
yazarın
“yerli”
diye
betimlediği
Müslüman
halk
bildik
muhafazakâr
tepkiler
geliştirir.
Romanın
bakış
açısıyla
“makine
ile dost
olmayanların”
ne hale
geldiği,
Topal’ın
şahsında
gerçekleşmiştir.
Aşağıdaki
alıntıda
da
görüleceği
gibi
kapitalizme
henüz
tam
eklemlenmemiş
tarımın
büyük
toprak
sahipleri
için
feodal
değerlerin
yeniden
üretilmesi
ve
sürdürülmesinde
daha
önceliklidir.
Topal’ın
dedesi
Resul
Ağa,
oğlundan
beklentilerini
tamamen
gelenek
üzerine
kurar ve
oğlu
(Topal’ın
babası)
ailenin
tarihinde,
okumaktan
teknik
bilgiye
kadar
geniş ve
dışa
açık
dünya
görüşüyle,
ilişkileriyle,
takipçisi
olmadığı
için bir
ilerleme
olarak
değil,
“sapma”
olarak
var
olur.
Zira
ailenin
son
temsilcisi
ya da
romanın
başkarakteri
Topal
Eskici’nin
somut
koşulları,
büyük
baba
Resul
Ağa’nın
feodal
değerlerinin
izlendiğini
ve
yaşanılan
gelişmeler
karşısında
yenilgiyi
gösterir.
Çukurova’daki
kapitalist
tarım
ilişkilerinin
gelişmesi,
önceki
öngörüleri
haklı
çıkarır:
Resul
Ağa’nın
aksine,
Topal
Eskici’nin
farklı
ve
“modern”
babasının
beklentileri
Müslüman
ahalinin
ve
ailesinin
genel
zihniyetinin
çok
ötesindedir:
“İstiyordu
ki oğlu
bakla
kırı
hâlis
kan Arap
atı,
lâciverdin
hasından
şalvar,
pırıl
pırıl
çizmelerle
hovardalık
âlemlerini
değil,
“Fabrika”yı
sevsin,
onunla
dost
olsun,
dost
olabilmek
için de
onun
dilini
bellesin.
Bellesin
ama
nerde?
Çocuğu
ne dede
bırakıyordu
ne nine
(…) Ne
demekti
mektep
medrese?
Fabrika
ne
demekti?
Dindaşlarını
bir yana
bırakıp
Ermenilerle
düşüp
kalkmak,
gâvurca
bellemek
de ne
oluyordu?”
(1973:
16)
Topal’ın
babasının
ileri
görüşlülüğü,
zanaata
düşkünlüğü,
teknolojiye
olan
ilgisi,
tehcirden
sonra da
işe
yarar.
Topal
Eskici
de
babasının
Ermeni
arkadaşlarından
kunduracılık
öğrenmiştir.
Kunduracılık
mesleğindeki
terimlere
dikkatli
baktığımızda,
Çukurova
Ermenilerinin
olayların
romanlaştırıldığı
siyasal
ve
ekonomik
dönemde
dış
dünya
ile olan
ilişkilerinin
yanı
sıra,
ayakkabı
atölyesindeki
teknolojinin
bağlantılarını
da
anlayabiliriz:
“…(Topal)
okul
dönüşlerinde
de çarşı
içine
uğruyor,
babasının
arkadaşı
Dikran
ustanın
kunduracı
dükkânında
birkaç
saat
çalışıyordu.
Çok
geçmeden
en iyi
kundura
malzemesinin
Fransız
köselesi,
Amerikan
vidalası,
İngiliz
ipliği,
İtalyan
yumağını
olduğunu
öğrendi.”
(1973:
17)
Topal
Eskici
ve
dedesi
Resul
Ağa,
simgesel
olarak
Çukurova’daki
değişimin
karakterlerinden
ikisidir.
Yazar,
roman
boyunca
dede
Resul
Ağa’yı
daha çok
geri
plânda
tutmasına
rağmen,
Topal
Eskici’yi
zihniyetin
yansıması
ve
temsili
anlamında,
oğluyla
yaşadığı
çelişkiyi,
modernleşme
ve
makineleşme
sürecinde
zamanla
girdiği
zıtlığın,
feodal
değerler
aleyhine
kaybedişindeki
anlatımın
yenik
kahramanına
dönüştürür.
Topal
Eskici’nin
babası
aile
tarihinde
ve
Çukurova’da
Müslüman
ahalinin
yaşanılan
somut
dünyayı
algılamasında
ileri
görüşlü
bireyin
temsili
haline
gelir.
Devamlılık
ve
izlenme
noktasında
feodal
engellerin
ağır
baskısı
sonucu
Resul
Ağa ve
torunu
Topal
Eskici
de, çok
geniş
arazilere
rağmen
çöküşün
dramatik
karakterleri
olurlar.
Topal
Eskici’nin
artık
iyice
gerilediği,
‘düştüğü’,
yaşamının
sonunda
yok
olmaya
yüz
tuttuğu
1940 ve
1950’li
yıllarsa,
sanayinin
modernleşme
ve
makineleşmenin
bütün
değiştirme
gücüyle
Çukurova’daki
toplumsal
ilişkilere
iyice
sirayet
ederek
tüm
yapıyı
çözdüğü
dönemlerdir.
Bu
koşullarda,
geleneksel
hafızanın
sürekli
beslediği
geçmişteki
masalsı
yaşantı
kırıntıları,
Resul
Ağa’dan
başlayarak
torunu
Topal
Eskici’nin
ovada
pamuk
ırgatlığına
başlamasıyla
unutulmak
ya da
biçim
değiştirmek
zorunda
kalır.
2.
Zenginliğin
değişen
aktörleri
Orhan
Kemal’in
toplumsal
değişimi
anlatan
romanları,
karakterler,
olayların
tarihi
seyri ve
diyaloglardan
yola
çıkarak
bir
anlam
oluşturmaya
girişir.
Toplumsal
değişim
ve
dönüşümün
tarımdan
sanayiye
kadar
yaşamın
her
nüvesine
işlediği
bir
dönemde
çok
farklı
toplumsal-kültürel
kökenlere
sahip
bireylerin
günün
koşullarının
dayatması
olarak
yeni
anlayışlar
geliştirdiklerini
görmekteyiz.
Eskinin
yerli
güçlü
aktörleri
gelinen
toplumsal
değişim
aşamasında,
kendi
gerilemeleri
bir
tarafa,
“alttan”
gelen
yeni ve
o güne
değin
yabancısı
olmasalar
da
dikkat
etmedikleri
bir
realiteyi
karşılarında
görürler.
Bu
karşılaşmada
kültürel
farklar,
değişik
dünya
algıları
veya
geçmişin
bütün
etkileri
kendini
yeni
ilişkilerde
gösterirken
karşılıklı
olarak
bir
değişim
de
yaşanır.
2.a.
Aristokratların
düşüşü,
köylülerin
yükselişi:
“Numan
Şerif
Bey” ve
“Kadir
Ağa”
Bu iki
karakter,
yazarın
“Cemile”(2004)
romanında
Çukurova’da
bir
çırçır
fabrikasındaki
farklı
sınıf ve
kültürel
algıların
günün
kapitalist
ilişkileriyle
karşılaşmasının
anlatımına
dönüşür.
Numan
Şerif
Bey ve
Kadir
Ağa,
Türkiye’nin
Osmanlı
geçmişi
ve
Cumhuriyet’in
ilk
dönemlerindeki
koşullarının
ekonomik-kültürel
“temsili
aktörü”
olarak
anlatılırlar.
Her
açıdan
birbirine
zıt ve
farklı
kültürel
geçmişin
ürünü
olan
karakterlerin,
kapitalizme
yeni
eklemlenmekte
olan
tarım ve
sanayinin
gelişmesinin
değişmiş
ve
farklılaşmış
yansımaları
olurlar.
Zenginleşen
yeni bir
kesimin
temsilcisi
olarak
Kadir
Ağa
karakteri,
her
haliyle,
köklü
bir
aristokratik
kültürün
temsilcisi
olan
Numan
Şerif
Bey’le
aynı
fabrikada
ortak
kalacak
kadar
maddi
bir
servet
edinmişken
çok
farklı
anlam
dünyaları
ve zaman
algıları
karşılaşmış
olur.
Romanın
betimlediği
olayların
geçtiği
1930’lar
Çukurova’sı
Kadir
Ağa ve
Numan
Şerif
Bey’in
sahibi
oldukları
çırçır
fabrikası
toplumsal
gerçekliğin
küçük
bir
kesitini
yansıtır
mahiyettedir:
“1934
yılı
Eylül
sonlarının
berrak
bir
gecesiydi.
Kuvvetli
ayın
altında
bembeyaz
pamuk
tarlaları
göz
alabildiğine
uzanıyor,
köyleri
şehre
bağlayan
tozlu
yollarda
kütlü
denilen,
tohumlu
pamuk
hararları
yüklü
Doçlar,
Şevroleler,
Fordlar,
yağsız
tekerleklerinin
gıcırtısı
aydınlık
geceyi
dolduran
öküz,
camız
arabaları,
İnegöl
çift
atlıları,
yüklü
deve
dizileri
şehre
akıyordu.”
(2004:
7)
Numan
Şerif
Bey ve
Kadir
Ağa’yı
birlikte
aynı
fabrikada
(bütün
kültürel
farklılık
ve
zıtlıklara
rağmen)
ortak
iktisadi
kaygılar
noktasında
buluşturan
koşullar,
yazarın
yukarıda
tasvir
ettiği
akışın
kendisi
ve kente
doğru
olan
yönüdür.
Çünkü o
yönde
sadece
akan bir
hammadde
(pamuk,
vs.)
yoktur;
onunla
birlikte,
insanlar
da
akmaktadır.
Tarım
ürünlerinin,
kentte
gelişmeye
başlayan
sanayinin
hammaddesi
ve bu
yeni
fabrikalarda
çalışacak
ucuz
işgücünün
bu
akışla
kentlere
doğru
hareketin
yeni
ivme
kazanmaya
başladığı
bir
dönem
söz
konusudur.
Böyle
bir
sosyal
gerçeklikte
“Patron”
Kadir
Ağa’nın
tipi ve
davranışları
zenginlik
elde
etme
biçimine
paralel
gider.
Adana’ya
çok
yoksul
biri
olarak
gelip
tasarruf
ve
açıkgözlülükle
para
biriktirmiş,
1930’ların
Çukurova’sında
‘sermaye’
sahibi
olmuştur.
Para
biriktirmenin
kısa
sürede,
bir
fabrikada
patron
(“ağa”)
olacak
şekilde
sonuçlanması
aynı
zamanda
savaş
yıllarının
bir
olgusudur.
Ayrıca,
Orhan
Kemal’in
Çukurova’daki
değişimi
anlatan
romanlarında
kısa
sürede
servet
elde
etmede,
Anadolu’dan
gidenlerin
geride
kalan
malına
mülküne,
yerel
halkın
siyasi
otoriteyle
el ele
verip
sahiplenmesinin
etkisi
olduğuna
çok sık
değinilir.
Çeşitli
yollarla
elde
edilen
sermayenin
yatırıldığı
önemli
alanlardan
olan
tarıma
dayalı
sanayi
ve
tarım,
uluslararası
piyasayla
yakın
ilişkilere
sahiptir.
Yabancıların
endüstriyel
üretime
katkısı,
teknik
bilgi ve
işletme
mantığı
üzerinedir.
Fakat
burada
da yerli
işçilerin
çalışma
kültürü
ile
Batılı
bir
anlayış
karşı
karşıya
gelir.
Kadir
Ağa ve
Numan
Şerif
Bey’in
fabrikasındaki
İtalyan
mühendis,
her
açıdan
geleneksel
zihniyetle
(onun
fabrikadaki
temsilcisi
Ağa ve
işçilerle)
çatışma
halindedir.
Fabrikanın
ortağı
ağa,
İtalyan
mühendis
ve
aristokrat
Numan
Şerif
Bey, çok
farklı
zihniyetlerin
temsilcisi
olurlar.
Ağa, bir
şekilde
para
kazanıp
etkili
olan bir
karakterdir;
her
şeyiyle
gelenekseldir
ve
varlıklı
‘cehaleti’
simgeler.
İtalyan
mühendis,
uluslararası
sermayenin
Türk
sanayisine
olan
nüfuzunu
ve
Batılı
akla
göndermede
bulunurken,
Numan
Şerif
Bey,
kendi
sınıfının
son
temsilcilerinden
biri
olarak
ağayı
kendine
ortak
alacak
kadar
zayıflamış,
kültürlü
ve
sayıca
azalmakta
olan bir
aristokratın
göstereni
olur.
En
“değersiz”
fakat
para
anlamında
gücü
olan
ağa,
aristokratik
geçmişe
saygı
duymakla
birlikte
her
zaman
‘rasyonel’
kararların
olmasını
kendi
çıkarı
adına
onaylamaz.
Kadir
Ağa
fabrikada
Numan
Şerif
Bey’in
getirdiği
İtalyan
mühendise
ve onun
temsil
etme
iddiasında
olduğu
bürokratik
ve
‘endüstriyel
akıl’a
da
karşıdır.
Numan
Şerif
Bey’in
aristokratik
gücü ve
statüsünden
dolayı
(ortağı
olmasına
rağmen)
aralarında
gerçek
bir
‘sınır’
ve
mesafe
vardır.
Kadir
Ağa,
artık
“fazla”
olarak
gördüğü
ama
açıktan
karşı
çıkma
gücünü
kendinde
(henüz)
bulamadığı
Numan
Şerif
Bey’in
elindeki
bütün
hisseleri
de almak
istemektedir
ve artık
bunu
yapabilecek
parasal
gücü de
vardır.
Romandaki
Numan
Şerif
Bey
karakteriyse
sayıları
ve
etkinliği
giderek
azalan
bir
sınıfın
üyesi ve
temsilcisi
olmasının
yanında
dışa
açık,
eğitimli,
aristokrat
kökenli
bir
kapitalisttir.
İtalyan
mühendisi
de o
getirmiştir.
İşçilerin
geleneksel
davranışlarından
kaynaklanan
şikâyetlerini
(özellikle
İtalyan
mühendisle
ilgili),
onlarda
bulunmayan
özelliklere
dayandırarak
reddeder.
Sadece
işçilerle
değil,
aynı
zamanda
ortağı
Kadir
Ağa’yla
da
çelişkisi
vardır.
İtalyan
mühendis
rasyonel
çıkar
ilişkilerinin
dışındaki
işleyişe
‘yabancı’
biri
olarak
betimlenir.
İpliğin
sürekli
kopması
için
dokuma
tezgahlarına
atılan
zımpara
tozunun
farkında
değildir.
Ustabaşılar,
eski
geleneksel
düzendeki
rahatlarına
kavuşmak
adına,
rasyonel
işleyişin
temsilcisi
olarak
görülen
mühendisin
gitmesi
için
tuzaklar
kurarlar.
Bu durum
Ağa’nın
da
çıkarınadır:
“-Sana
diyom…Ağnadın
mı? (…)
-Lafıma
eyi
kulak
vir...
İtalyan’ın
ayağı
böyle
alınmaz!
(…)
-Elimden
gelse,
bi gaşık
suda
boğarım
dümbüğü!
Amma
asıl
zorum
ötekinde,
onu
burya
getirende…Ağnadın
mı?
-Anladım
ağa…
-Numan
Bey,
Numan
Bey…Ne
Avrupa’sını
kor, ne
Emelike’sini.
Sıfatını
görmüyon
mu?
Gâvırdan
farkı
var mı?
(…)
-…Nedir
öyle..Muhasebeyi
mektepli
memurnan
doldurdu.
Eskiden
iki üç
kâtip…İş
gene bu
işti,
hesap
gene bu
hesap
kitaptı…”
(2004:
30)
Değişen
koşullardaki
bir
başka
durum
da,
geleneksel
saygınlık
ölçütlerinin
Numan
Şerif
Bey’in
kişiliğinde
anlatılan
etkinliğidir.
Fakat
işleyiş
aristokratla
aleyhine
doğru
gelişmektedir.
Ağa ile
ortak
olacak
kadar
para
yönünden
zayıflamış
ya da
‘cahil’
köylüler
ona
ortak
olacak
kadar
zenginleşmiş…
Nasıl
okunursa
okunsun,
yeni bir
dönemin
başladığı
apaçıktır.
Bu
değişim,
aynı
zamanda
paranın
gücünün
eğitimliler
ve
aristokratlarla
karşılaşmasının
sürecidir.
Kadir
Ağa’nın
modern
bir
işletmedeki
geleneksel
ilişkileri
temsil
eden
yönü,
eğitime
karşı da
kendini
gösterir.
Numan
Şerif
Bey’le
özdeşleştirdiği
eğitime,
kültüre
daha
önemlisi
bürokratik
rasyonaliteye
karşıdır.
Eğitim
ya da
onunla
gelen
profesyonel
meslek
sahipliği
her
zaman
karşısında,
geleneksel
zihniyetin
en güçlü
temsilcisi
olan
Ağa’yı
bulmaktadır.
Bu
ekonomik
ve
toplumsal
bir
statü
hesaplaşmasına
dönüşür:
“
..döndü.
Ağaydı.(…)
Kâtip
kekeledi:
-Meşguldüm
efendim,
görmedim,
affedersiniz.
-Meşguldün
gormedin.
Meşgullüğünüzden
beni
ehya
ettiniz.
Siz
yokken
bu
palikenin
hesabını
kitabını
duvarlara
yazdırırdım
ben.
Gene de
işim
yörürdü.
Ne bu
masebe
musabe,
defter,
kalem
vırt
zırt…Fuzuli
masraf..”
(2004:
33)
Romanda
dikkati
çeken
iki
kavram
daha
vardır:
“Bey” ve
“Ağa”.
Birincisi,
soyluluk,
kültür,
gerileme
ve
çöküşü
simgelerken;
ikincisi,
yerellik,
“cahillik”
yeni
zenginleşme
ve
yükselişe
göndermede
bulunur.
Romandaki
dikkat
çekici
başka
bir
anlam
kutuplaşması
da, akıl
dışı
olanların,
ikiyüzlü,
düzenbaz,
geleneksel
ve cahil
olarak
resmedilmeleridir.
Onlarda
gelenekselin
bütün
tutuculuğu
da
hissedilir.
Numan
Şerif
Bey’le
Kadir
Ağa’nın
ortaklığı,
romansal
kurguyla
anlatılmaya
çalışılan
ekonomik
bir
gösterge
olarak
sosyo-kültürel
farkları
kapatmaya
yetmeyen
bir
öğedir.
Numan
Şerif
Bey’in
geçmişi
yeni
güçlenen
köy
kökenli
zenginlerle
çelişir.
Fakat bu
ortaklık
iktisadi
olmaktan
öte,
çöküşe
geçen
eski
aristokrat-
zengin
sınıfın,
bu
çöküşü
yavaşlatmak
adına
yeni
zenginlerle
kurdukları
bir
zorunlu
ittifaktır.
Farklar,
eski
sınıf
adına
“can
sıkıcı”
da olsa
toplumsal
koşulların
zorunluluğu
daha
belirleyici
bir hal
alır:
“ Önüne
bir
tomar
parşömen
çeken
ağa,
yeni
öğrendiği
imzasını
atmaya
başladı.
Bu
imzalar,
birbirine
paralel
dört beş
çizgiydi.
Elinde
pırıl
pırıl
stilo,
gözünde
gözlük,
imza
işine
öyle
dalmıştı
ki,
kapının
açılıp
ortağı
Numan
Şerif
Bey’in
içeri
girdiğinin
bile
farkında
olmadı.
Cahil
ortağını
kapıda
uzun
uzun
seyrettikten
sonra
Numan
Şerif
Bey:
-Ulan,
ulan
Kadir..
Hani
yakışmıyor
da değil
ha! Bir
yabancı
görse
seni
sahiden
de genel
müdür
sanır!
Kelle,
kulak,
heybet…”
(2004:
42)
Numan
Şerif
Bey’in
sosyal
kökeni,
yaşama
bakışı,
sınıfsal
davranışları
ve
kültürel
donanımı
da Kadir
Ağa’yla
iktisadi
ortaklığın
diğer
alanlarda
birbirini
pek
tamamlamadığını
göstermektedir.
Koşullar
sadece
iktisadi
bir
işbirliğini
gerektirmektedir.
Dolayısıyla,
Numan
Şerif
Bey’in
ortağından
sözünü
ettiğimiz
farklı
olan
dünyası
hiçbir
şekilde
aynı
zeminde
karşılaşamayacak
niteliklere
sahiptir:
“Karakulakzadelerin
eksiksiz
konağında
gözlerini
dünyaya
açan
Numan
Şerif
Bey,
bütün
ömrü
boyunca
hesapsız
bir
refah
içinde
yaşamış,
elli beş
yaşlarında,
gerçekten
bir
erkek
güzeliydi.
Yaşamasını,
yemesini,
içmesini,
oturup
kalkmasını,
görüşüp
konuşmasını
gayet
iyi
bilir,
yalnızca
Türkçeyle
değil,
İtalyanca,
Fransızca
ve
Almanca’yla
da
derdini
anlatabilirdi.
İstanbul’da
yazlık,
kışlık
köşkleri,
bir de
yalısı
vardı.
Köşklerinin,
apartman
ve
yalısının
bütün
duvarlarında
Paris’ten,
Londra’dan
getirtilmiş
çeşitli
tablolar
asılıydı.
(…)
Numan
Şerif
Bey,
özellikle
divan
şiirine
düşkün;
şapkayı
fes,
Türkçe’yi
Osmanlıca
sayıp bu
dünyanın
hay huyu
içinde
eski
günleri
tahayyülden
zevk
alan
dostlarıyla
mehtâp
âlemlerine
çıkardı.
Her yıl
hayır
cemiyetlerine
ödediği
binlerce
liradan
başka,
evinin
kapısını
çalan
hiçbir
fukarayı
tersyüz
çevirtmez,
para,
yiyecek,
eski şu
bu
verdirir,
hatta
fazla
ihtiyar
olanları
salona
çıkartıp
karşısına
oturtarak,
altın
yaldızlı
fincanlarla
kahve
ikram
eder,
görüşür,
konuşur,
giderken
de
ihtiyarın
kuru
avucuna
bir
miktar
para
bırakırdı.
”
(2004:
42)
Numan
Şerif
Bey’in
bu
betimlenmesiyle
yeni
zenginleşen
sınıfın,
kurnazlığını
ve ayak
oyunlarını
anlamayacak
kadar
“üst”
sınıftan
bir
karakter
portresi
ortaya
çıkar.
Aynı
coğrafyada
ve aynı
zaman
dilimi
içerisinde
çok
farklı
kültürel
kodların
taşıyıcıları
olan iki
birey
söz
konusudur.
Olay
örgüsünün
sonuna
doğru
Kadir
Ağa’nın
işçiler
üzerinden
İtalyan
mühendise,
dolayısıyla
Numan
Şerif
Bey’e
karşı
olan
niyetleri
kısa
süre
sonra
ortaya
çıkar.
Ağa’nın
her
zaman
Numan
Şerif
Bey’in
geçmişine
ve
sınıfsal
durumuna
karşı
gösterdiği
bir
çekingenlik,
bir
‘eziklik’
söz
konusudur.
Numan
Şerif
Bey’in
tavırları,
iktisadi
ve somut
zayıflığa
paralel
gitmeyen
bir
yaptırıma
sahiptir.
İktisadi
“eşitliğine”
rağmen,
kültürel
ya da
toplumsal
bir güç
olma
yolundaki
Kadir
Ağa’nın
karşısında
aristokrat
kökenli
bir
farklılık
olarak
uzanır.
Fakat
bunun
gibi
geleneksel
tutumlara
rağmen,
iktisadi
gücün
bütün
toplumsal
statüleri
ve
değerleri
sarsıcı
etkisinin
ayak
sesleri
duyulmaktadır.
2.b.
Servetin
eski ve
yeni
biçimi:
“Paşazade
Hakkı
Bey” ve
“Nedim
Ağa”
Yazarın
“Kanlı
Topraklar”(1972)
romanındaki
bu iki
karakter,
toplumsal
değişmenin
bireylerin
yaşamı
üzerindeki
etkilerini
görmek
bakımından
önemlidir.
“Cemile”
romanındaki
Kadir
Ağa ve
Numan
Şerif
Bey’in
dönem ve
olay
örgüsü
olarak
devamı
gibidir.
Çukurova’da
veya
kırsal
kesimdeki
zengin
kesimlerin
mülk
edinme,
onu
kullanma
ve genel
zihniyet
yapılarını
anlamamız
açısından
önemli
ipuçları
taşımaktadır.
Numan
Şerif
Bey
aristokratik
değerlerine
karşın
kapitalist
ilişkilere
eklemlenirken
Paşazade
Hakkı
Bey, çok
geniş
arazilerin
tapudaki
sahibi
olarak
aynı
başarıyı
gösteremez.
Sanayinin
gücü
dönüşüm
yeteneği
Numan
Şerif
Bey’i
bütün
zayıflamış
haliyle
bir süre
daha
yaşatır.
Fakat
sadece
toprak
sahipliğine
dayanan
servet
biçimi
için her
zaman
aynı
şeyi
söylemek
zordur.
Roman
örgüsündeki
Nedim
Ağa,
Cumhuriyet
hükümetleri
dönemindeki
‘fırsatlarla’
zenginleşen,
servet
edinen
biri
iken,
Paşazade
Hakkı,
19.yüzyıl
Osmanlı
paşalarından
birinin
vârisi
olarak,
sahip
olduğu
büyük
arazileri
peyderpey
satan ya
da
kaybeden,
artık
çöküşe
geçen,
zayıflayan,
azalan,
ayrıcalıklı
eski
zümrenin
bir
ferdidir.
Yazarın
anlatımından
bu iki
karakterin
‘temsil’
imkânlarıyla
birlikte,
dönemle
ilgili
sosyolojik
anlamlarla
da
karşılaşırız.
Çırçır
fabrikasının
sahibi
Nedim
Ağa,
bütün
davranışlarıyla
geleneksel
bir
tiptir
ve
dönemin
tek
partisi
olan
CHP’ye
karşı
zorunlu
bir
bağlılık
gösterir.
Modernleşmenin
Cumhuriyet
dönemindeki
siyasi
aktörü
CHP ve
onun il
yöneticisi
(yani
partinin-devletin
yerel
temsilcisi)
o dönem
Çukurova’sında
ciddi
bir
güçtür.
Bu gücün
1930’ların
hangi
tip yeni
sermayedarlar
üzerinde
nasıl
işlediğini
aşağıdaki
alıntıdan
anlamak
mümkündür:
“Saçı
sakalı,
bıyığı
filan
iyice
ağarmış
fabrika
sahibi,
kısa
boylu,
dolgun
bir
adam,
tül
perdeleri
inik
odasında,
maroken
kanepeye
boylu
boyunca
uzanmış,
çıplak
ayaklarını
da
buzdolabına
sokmuştu.(…)
Ceviz
masası
üzerindeki
telefon
çalınca
uzandığı
yerden
kalkıp
masaya
geçti,
kulaklığı
aldı
.(…)
Telefonun
öbür
ucundaki,
parti il
başkanıydı.
Gene kim
bilir
hangi
hayır
cemiyeti
yararına
tertiplenmiş
balo
biletlerinden
elli
tane
sokmaya
çalışıyordu.
Nedim
Ağa
içinden
öfkeli
bir
lâhavle
geçirdikten
sonra:
-Emredin
beyim,
dedi.
Derhal.
Şimdiye
kadar
hangi
emrinizi
yerine
getirmedi
Nedim
Kulunuz?
Telefondaki
kalın,
sindirici
ses,
çokluk
olduğunca
gene
yarı
şaka
kaba bir
küfür
savurmuştu.(…)
(Nedim
Ağa
telefonu
kapattıktan
sonra)
-Ben de
senin
avradını,
deyyus.
Partiniz
başınızda
paralansın
işallah!
Nedim
Ağa için
bundan
başka
yapacak
şey
yoktu
parti
ileri
gelenlerine
karşı.
Çünkü bu
şimdi
ceviz
masasında
il idare
başkanıyla
konuştuğu
fabrikayı
yıllar
önce
Emvali
Metruke’den,
gene bu
parti
mebusu,
hatırlı
birinin
yardımıyla
ucuzca
satın
almış,
yıllar
yılı da
geliştirip
büyütmüştü.
Particilerin
elinde
bir
çeşit
Demokles’in
kılıcıydı
bu
fabrika.
Kafaları
kızdı mı
elinden
alıverecekler
gibi
geliyor,
geceleri
uykuları
kaçıyordu.
(.. Bir
gün yine
buna
benzer
bir balo
bileti
yüzünden,
parti il
başkanı)
“-…ulan
yazının
yarım
pabuçlusu,
demişti.
“Çukurova’ya
ayağının
çarığıyla
gelip,
yıllar
yılı
omzunda
halı
dolaştığın
günleri
ne
çabuk
unuttun?
Bu
fabrikayı
baban mı
yaptırdıydı?
Ermeni
malı.
Partimizn
sayesinde
eline
geçirip
palazlanınca,
sana onu
temin
edenlere
karşı
yan mı
çiziyorsun?
Kafamı
kızdırma,
bir
kulpunu
bulur
elinden
alıveririm
ha!”
(1972:
19-20)
Çukurova’da
büyük
toprak
sahibi
ağaların
bir
kısmı
fabrika
patronu
olmaya
doğru
değişmektedirler.
Servet
edinme
biçimleri
arasındaki
“Emval-i
Metruke”den
elde
edilenlerin
miktarı
hiç de
azımsanacak
nitelikte
değildir.
Bu tür
bir
zenginleşme
olgusu,
Nedim
Ağa gibi
patronların
sürekli
devlet
ya da
parti
kontrolünde
olmasını
da
beraberinde
getirir.
Servet
edinenler
zaman
zaman
şikâyetçi
olsalar
da, kısa
sürede
elde
edilen
meblağ
sayesinde,
bu
cendere
hoş
görülür.
Özellikle
Çukurova’daki
yeni
zenginler
ve
zenginleşme
biçimleri,
Türkiye’nin
gerçekliğiyle
örtüşen
estetik
yansıtmalar
olur.
Orhan
Kemal’in
gerçekçi
romancılığında,
tarihsel
toplumsal
koşulların
etkilerini,
onların
‘estetize
edilen’
yönleriyle
çok sık
karşılarız.
Fabrika
kâtibi
ve
kantarcı,
Nedim
Ağa’yı
konuşmaktadırlar:
“Nedim
Ağa’nın
cemaziyülevvelini
bilir
misin?
(…)
Nedim
Ağa’nın
ayaklarını
sokup
serinlediği
buzdolabının
fiyatı,
senin
bir
yılda
kazandığından
çok!
Elifi
görse
mertek
sanır
halbuki…
(…)
Peki,
nasıl
tutmuş
yükünü o
zaman?
(…)
-Vallaha
anlatırlardı
bir
şeyler
ya…
Ermeni
tehcirinde
kumaş
mağazasına
mı
konmuş?
Adam mı
boğazlamış
kendi
gibilerle
bir
olup?
-İkisi
de var.
(…)
Bunlar
Kayseri
köylülerinden
her yıl
Çukurova’ya
yüzlerce
inenlerden…
bu Nedim
Ağa
onlardan
işte. O
zaman
malum
ya,
Ermeniler,
Rumlar
ticareti
ellerine
almış,
Osmanlıyı
veryansın
soyuyorlar.
Derken
Sultan
Hamit’i
indiriyorlar.
Meşrutiyet.
İttihat
ve
Terakki.
Milli
zengin
yetiştirme
modası.
Ardından
Ermeni
tehciri.
Bu
Nedim’in
patronu
çorbacı
da
Ermeni
ya,
kaçacak
Türkiye’den.
Aman
Nedim
demiş,
ben seni
severim
mert
adamsın
(…) Sen
mallarımın
başına
geç.
Benim
yerime
işleri
idare
et.
Kazan.
Ye, iç,
helal
olsun.
Bana da
ne
gönderirsen
artık…(…)
-Sonra
heriflere
haklarını
göndermiş
mi?”
(1972:
102-103)
Romanda
karşımıza
çıkan
başka
bir
gerçeklik,
zenginliğin
toprakla
olan
bağının
insanların
düşüncesindeki
köklerinin
çok
derinlere
uzandığıdır.
Osmanlı’dan
kalan
mesleklerin
uyruklara
göre
paylaşımını,
Müslüman
halkın
çiftçiliğe,
toprağa
verdiği
önemi
burada
da
görürüz.
Arzulanan
hep
toprak
sahibi
olmaktır.
Fabrika,
nakit
para,
yeni
zenginlerin
hayattaki
tedirginliklerini
ortadan
kaldırmaz.
Bunun
için
satılacak
büyük
araziler
Nedim
Ağa’yı
heyecanlandırır.
Yıkımdan
geride
kalanları
paylaşırken
CHP’nin
faydasını
gören
Nedim
Ağa ve
onun
gibi
yeni
zengin
kesim,
artık
iyice
palazlanmaya
başladıklarından
CHP’ye
veryansın
etmekte
ve
içlerindeki
Serbest
Fırka
taraftarlığını
dile
dökmektedirler:
“-…Bunca
malın
mülkün,
fabrikan
var da
Allahtan
bir
Hacca
gidebilip
Hacı
oldun
mu?
Nedim
Ağa da
ilk defa
kızdı:
-Olamadımsa
suç
benim
mi?
-Kimin
ya?
-Kimin
olacak,
Hacca
izin
vermeyen
hükümetin!
(…)
İstekleri
bitmiyor,
dedi. Ah
şu Fethi
Bey, ah
şu
Serbest
Fırka…O
zaman
allem
edip
kallem
edip
kapamayalardı
şimdiye
bu
belâlar
başımıza
gelmezdi!”
(1972:
227)
1930’larda
yaşanan
ekonomik
ve
siyasal
gelişmelerin
sonucunda
bütün
zenginlikler
yeni
anlamlara
sahip
olur.
Bu
sürecin
içinde
Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e
uzanan
çizgide
çok
hızlı
ekonomik
gelişmeler
yanında
hızlı
sınıfsal
çözülmelerin
de
yaşandığını
daha
önce de
belirtmiştik.
İşte bu
çözülme
ve
düşüşe
en iyi
örneklerden
biri
Paşazade
Hakkı
karakteridir.
Hakkı
Bey,
onun
sahip
olduğu
ama onun
nazarında
bir
kıymeti
olmayan
toprakların
elden
çıkarılmasında
ellerine
geçecek
parsaların
hesabını
yapan
etrafındaki
insanlara
hiç
benzemeyen
biridir.
O, yerli
ve bir
“yabancı”dır.
Yaşamı,
değerleri
ve
felsefesiyle
farklı,
artık
her
anlamda,
tükenen,
çözülen,
gerileyen
bir
sınıfın
son
temsilcisidir.
Yerini
ve
zenginliğini,
onun
etrafında
dolananların
uzaktaki
benzerlerine
bırakmak
üzeredir:
“Sultan
Hamit
sivil
paşalarından
birinin
torunuydu.
(…)
Dedesi,
hürriyet
fikirlerinden
korkulduğu
için,
Payitaht’tan
uzaklaştırılmıştı.
Diyarbakır,
Halep,
Beyrut
gibi,
Osmanlı
mülkünün
en büyük
vilâyetlerinde
valiliklerde
buluna
paşa,
Adana’da
da
bulunmuştu.
(…) gün
gelip
toprağın
değer
kazanacağını
düşünerek,
ucuz
ucuz
geniş
topraklar
satın
almıştı.(…)
Hakkı
Bey de
öğrenimini
dedesi
gibi,
Sorbon’da,
sonraları
İsviçre’de
yapmış,
ileri
Batı
dillerinin
hemen
hepsini
konuşur,
yazar, o
dillerden
şiirler
okurdu.
(…)
Bunca
dil
bilen,
böylesine
okumuş
adam ne
diye
mebus
olmazdı?
Vekil
olmazdı?
Hatta
başvekil
olmazdı?
Hiçbiri
değildi.”
(1972:
268-269)
Paşazade
Hakkı,
kişiliği
ve aile
geçmişi
ile
Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e
uzanan
aristokrasinin
çözülmesinin
bir
örneğidir.
Onun
bireysel
ve
ailevi
tarihi,
Çukurova’daki
aristokrasinin
de ortak
tarihine
benzemektedir.
Hakkı
Bey,
içinde
yaşadığı
toplumun
bilinç
düzeyinin
dışında
bir
karakterdir
.
Çukurova’da
1930’larda
cari
olan
“uğrunda
adam
öldürülen”
binlerce
dönüm
toprağın
sahibidir.
Fakat
kendisinin
bireysel
anlamda
“değerli”
gördükleriyle
toplumun
mevcut
koşullarında
cari
olan
değerler
arasında
düşünsel
bir
uçurum
söz
konusudur.
Onun
tarlalarını
yok
pahasına
almak
isteyen
(Nedim
Ağa
gibi)
“cahil”
ama
sonsuz
ihtirasları
olan
hiçbir
karaktere
benzemez.
O,
sadece
tapudaki
tarlaların
sahibi
bir
entelektüeldir.
Etrafındaki
karakterlerle
tek
ortak
yanı,
aynı
zaman
diliminde
ve
coğrafyada
yaşıyor
olmasıdır.
Hakkı
Bey,
herkesin
ahlaki
değerleri
çıkarı
doğrultusunda
yorumladığı
bu
süreçte,
düşünsel
ve
sınıfsal
mirasının
son
temsilcisi
olarak
tükenişi
yaşayan
bir
karakterdir:
“Paşazade
Hakkı
Bey ise
ne
tarlalarıyla
ilgiliydi,
ne de
“kanlı
topraklar”ın
cebindeki
tapularıyle.
Bu
tapuları
hiçbir
zaman
ciddiye
almamıştı
ki. (…)
Yeryüzünde
insanlar
ve
insanların
uydurma
hukuku,
bu
uydurma
hukukun
tapu
senetleri
yokken
bu
topraklar,
insanlardan
önce,
şimdikinden
çok daha
şen ve
esendiler
her
halde.
(…)
İnsan
çok
sonra
gelmişti
yeryüzüne.
Çok
sonra
gelmişti
ama, çok
önce
gelen
toprakların
da,
tohumun
da hatta
sert
rüzgârların
da
canını
sıkmış,
rahatını
kaçırmıştı.
(…)
Artık
dünyanın
tadı
kaçmıştı.
Bereketli
toprakların
bütün
yaratıklara,
daha
doğrusu
tekmil
canlılara
açık
kardeş
sofralığı,
insan
kalabalıkları
içindeki
bir avuç
insanın
açgözlülüğü
yüzünden
ambarlara,
kilit
altlarına
alınmış,
insanlardan
kaçırılmıştı.(…)
Çok
sonra
gelen
insanlar
bir
hukuk
çıkardılar
evet,
pay pay
ettiler
şen ve
esen
toprakları
(…)
birtakım
insanların
buna ne
hakkı
vardı?
Uydurma
hukuklarıyle
buna
kendilerinde
hak
bulanlar,
hak
bulmadıkları
bir
başka
insanlar
kalabalığını
neden,
niçin,
ne hakla
aç
bırakabiliyorlardı?
Bu hakkı
onlara
kim
vermişti.
(…)
-Hayır,
dedi,
haksızlıktır
bu.
Hukuk’un
hukuksuzluğu
yıkılmalıdır!”
(1972:
290-291)
Paşazade
Hakkı’nın
romandaki
gerçekçiliği
güçlendiren
bir
diğer
yönü de
onun
gerileyen
bir
sınıfın
‘temsil’i
olmasındandır.
Zira
akrabalarının
büyük
kentlerdeki
gerileyen
konumları
bu savı
güçlendirir.
“Paşanın
yığınla
vârisi
torunların
hemen
hepsi
yüksek
öğrenimlerini
yapmış,
çeşitli
yabancı
dilleri
ana
dilleri
kadar
bilirlerdi.
(…)
İçlerinde
gerçekten
aklı
başındaları
yok
değildi
ama,
çoğu
İstanbul’un
Maçka,
Nişantaşı
gibi
zengin,
güzel
pahalı
semtlerinde
yaşamış
olmaktan
gelen
bir
alışkanlıkla
herhangi
bir
bankada
küçücük
bir
memur
–velev
şef-
olmayı
kendilerine
yedirmedikleri
için,
zengin
akraba,
ahbap,
bildik,
tanıdıklara,
baba
dostlarına
borçlanıyorlardı.”
(1972:
297)
Hakkı
Bey’in
(resmiyette)
sahip
olduğu
toprak
zenginliği
biçiminin
cari
olan bir
etkisi
kalmamıştır.
Değişen
koşullarda
ve
anlayışlarda
topraklar
da
zenginlik
de el
değiştirir.
Sahne
artık,
Nedim
veya
Kadir
Ağa gibi
“yenilere”
kalmaktadır.
Aralarında
Numan
Şerif
Bey gibi
hâlâ
direnen
bir
azınlık
olsa da
Hakkı
Bey gibi
figüranlaşanlar
çoğalmaktadır.
3.
Feodal
değerler,
politik
güç ve
egemenliğin
farklı
araçları:
“Muzaffer
Bey”
Çukurova’nın
köklü
zenginleri
ve eski
aristokratları
zayıflayıp
yok
olmaya
doğru
giderken,
bölgedeki
büyük
toprak
sahiplerinden
zamanın
bütün
iklimine
uyma
becerisi
olanlar
zaman
içinde
gösterdikleri
değişimle
varlıklarını
her
zaman
sürdürmeyi
başarırlar.
Orhan
Kemal’in
Çukurova’daki
toplumsal
değişim
yansıtan
iki
romanında
[“Vukuat
Var”
(1989)
ve
“Hanımın
Çiftliği”
(2003)]
böyle
bir
karakterle
karşılaşırız:
Muzaffer
Bey.
Muzaffer
Bey’in
Çukurova’da
1940–50
arasındaki
dönemde
gücünü
anlatan
romanlar,
aynı
zamanda
Türkiye’nin
II.
Dünya
Savaşı
sonrasındaki
politik
ve
ekonomik
gelişmelerinin
gerçekçi
bir
yansıması
olur.
Muzaffer
Bey,
daha
önce
değindiğimiz
eski
zengin
tiplerinden
çok
farklı
bir
karakterdir.
Ne Numan
Şerif
Bey gibi
kentli
ve
zayıflayan,
ne
Paşazade
Hakkı
gibi
bohem
bir
entelektüel
ne de
diğer
yeni
zenginleşen
köylüler
gibi
“cahil”
veya
kültürsüzdür.
Muzaffer
Bey
kendi
egemenliğinin
devamı
için
açık
politik
tercihleri
ve
davranışları
olan
biridir.
1920’lerden
sonra
açık bir
laik-Kemalist
ve
CHP’nin
Çukurova’daki
ileri
gelenlerindendir.
Bu
anlamda,
politik
gelişmelerin
içinde
yer
alarak
kendi
gücünü
arttırmayı
ya da
korumayı
iyi
bilen
bir
karakterdir.
Yaşantısında,
ekonomik
ve
siyasi
gücünden
mütevellit,
ahlâki
kaygılarından
arınmış
bir
despottur.
Sahip
olduğu
binlerce
dönüm
arazinin
1940’lı
yılların
sonuna
kadar
işlenmesi
ve sahip
olunan
bütün
tarımsal
ilişkiler
büyük
oranda
feodaldir:
“…Balkon
binlerce
dönüm
toprağını
kucaklardı
âdeta.
O, göre
göre
alışıp
iyice
kanıksamışlıktan
gelen
bir
görmezlikle
sâdece
bakardı.
Bu
topraklar
ona
nereden
gelmiştir?
Allah mı
vermiş,
kul mu
edinmiş?
Umurunda
bile
olmazdı.
(…)
Devlet,
sık sık
değişen
hükümetlerse,
o ve
onun
gibilerin
topraklarına
bekçilik,
candarmalık
etmekten
başka
görevi
olmıyan
şeylerdi.
Yoksa ne
gereği
vardı
Devlet’in,
hükümetlerin?”
(1989:
102)
Pamuk,
1940’lı
50’li
yıllarda,
uluslararası
piyasa
fiyatlarının
yüksekliğinden
dolayı
Muzaffer
Bey gibi
büyük
toprak
sahiplerinin
servetlerine
servet
katmıştır.
(Boratav,
1988:
79–80 &
Zürcher,
2001:
330) Bu
anlamda,
Muzaffer
Bey’in
düşüncesinden
okuduğumuz
‘devlet’
algısı
son
derece
isabetli
ve doğru
sosyolojik
çözümlemeler
gibi
görünmektedir.
Siyasal
rüzgârın
yönüne
göre,
yoksul
ve daha
tutucu
çevrelerin
aksine
çok
çabuk
saf
değiştirmeleri,
toplumsal
yaşamda
kârlarının
ve
güçlerinin
artarak
devamını
sağlamaktadır.
Çıkarlarının
gerektirdiği
biçimiyle
Muzaffer
Bey sıkı
bir
CHP’lidir.
DP’nin
duyulmaya
başlanan
ayak
seslerinden
“devrimci”
bir
seçkin
olarak
rahatsızdır.
İşine
yarayan
güçlü
devlet,
onun
isteklerine
hizmet
eden bir
devlettir.
Dolayısıyla,
Cumhuriyet’in
ilk
yıllarındaki
tek
parti
döneminde
CHP
büyük
toprak
sahiplerinin
çıkarlarına
zarar
verecek
hiçbir
ciddi
reforma
kalkışmadığından
Muzaffer
Bey gibi
seçkinlerin
de
tercihi
olmuştur
(Bkz.
Yerasimos,
1998:
88).
Fakat bu
durum
pek uzun
süreli
olmaz.
II.
Dünya
Savaşı
yıllarındaki
ulusal
ve
uluslar
arası
politika
yerli
seçkinlerin
kafasını
da bir
hayli
karıştırmıştır.
Çıkar
gereği
önce
Almanya,
sonra da
onların
savaşı
kaybedeceği
anlaşılınca,
İngiltere
ve
Amerika’dan
yana
oluşan
eğilimlerden
en erken
bu
kesimlerin
haberi
olmaktadır.
Kaybetmeye
hiç
tahammülü
olmayan
büyük
toprak
sahiplerini
temsil
eden
Muzaffer
Bey
karakteri,
CHP ve
Türkiye’nin
(tabii
ki,
kendisinin)
geleceğiyle
ilgili
endişeler
taşımakla
birlikte
ekonomik
çıkarlarını
ön
planda
tutmaktadır.
DP
iktidarına
doğru
Türkiye’nin
içinde
bulunduğu
siyasi
durum
romanın
estetize
eden
anlam
öğeleriyle
Muzaffer
Bey’in
perspektifinden
betimlenmektedir:
“Hükümet
Amerika’dan
geniş
çapta
tarım
araçları
getirmeğe
karar
vermişti.
Sovyetler’in
boğazlarda
üs,
Kars’la
Ardahan’ı
istemeleri
bir
bakıma
hiç de
kötü
olmamıştı.
Hükümet
artık
kesin
bir
karara
varmak
üzereydi.
Seçimlerden
sonra,
herhalde
topyekûn
Amerikancı
politika
izlenecekti.
Çünkü
Sovyetlere
karşısında
Amerikalıların
da
endişesi
büyük,
hattâ
çok
büyüktü.
Karşısında
büyük
devlet
istemiyordu.
Kimbilir,
belki de
günün
birinde
Sovyetler
Birliği’ni
Atom
bombalarıyla
dize
getirir,
Dünya’yı
“Komünizm
âfeti”inden
kurtarırdı.
-Ne
olursa
olsun,
uzak bir
ihtimal
o. Hoşu,
Marşal
Plânı
gereğince
memlekete
çok
sayıda
tarım
aracı
verilmesi.
Bizde de
bundan
böyle
Amerika’da
olduğunca
dinamik
ziraat
başlayacak,
öküz,
tahta
saban
tarihinin
karanlıkları
içinde
unutulup
gidecek!”
(1989:
108)
Bu
düşünceler
kendi
sınıfsal
çıkarlarını
Cumhuriyet’le
ve
Kemalizm’le
birleştirmiş
büyük
toprak
sahiplerinin
genel
tutumlarını
yansıtmaktadır.
CHP, her
an daha
büyük
kârlar
için yüz
üstü
bırakılıp,
DP’ye
gidilebilir.
Yaşanmakta
olan
biraz da
bu tür
çelişkilerdir:
“Gün
gelecek,
lâiklik
maiklik,
devlet
mevlet
güme
gidecekti.
Bir gün
Çiftçi
Birliği’nde
bir
arkadaşıyla
yaptığı
tartışmayı
hatırladı.
Arkadaşı:
- Ne mi
olur?
Mustafa
Kemal ve
devrimlere
elvedâ!
Koca
burunlu
arkadaşı
gülmüştü:
-İlâhi
Muzaffer,
düşündüğün
şeye
bak…
-Demek
devrimlerin
lüzumuna
kaani
değilsin?
-Mühim
olan,
senin ve
benim
nefs-i
nefisimizdir.
Bunu
temin
edecek
devlet
ister
lâik
olsun,
ister
şer’î.
Haydi
şerefe!”
(1989:
110-111)
II.
Dünya
Savaşı
sürerken
ve savaş
sonunda
Türkiye
pek çok
açıdan
büyük
değişimlerle
yüz yüze
kalmıştır.
Çok
partili
siyasal
hayat,
yıllarca
baskı
altında
tutulanların
kendilerini
ifade
edecekleri
yeni
alanlar
açmış
olsa da,
çok
geçmeden
burası
da
kaybetmeye
tahammülü
olmayan
büyük
toprak
sahiplerinin
hücumuna
uğrayacaktır.
1946’dan
sonra
DP’nin
iktidar
ol(a)mayan
fakat
hükümet
üzerinde
sarsıcı
kuvvetinin
olduğunun
anlaşılması,
iç ve
dış
gelişmelere
paralel
olarak
Türkiye’de
pek çok
insanın
politik
anlamda
“saf”
değiştirmesine
de yol
açar. Bu
süreç,
büyük
toprak
sahiplerinin,
bir
kısım
entelektüellerin
ya da
toplumsal
olarak
CHP’ye
hep
‘yakın’
durmuş
olanların
(Muzaffer
Bey
gibi)
çıkarlarının
yönü
konusunda
karmaşa
ortaya
çıkarmıştır.
Büyük
toprak
sahibi
Muzaffer
Bey,
Çukurova’da
ciddi
bir
siyasal
ve
ekonomik
güçken,
düşünsel
anlamda
ters
orantılı
bir
işleyiş
söz
konusudur.
Onun
gücü
(feodal)
seçkin
olmasından
kaynaklanır.
Paşazade
Hakkı ya
da Numan
Şerif
Bey gibi
okumuş
ve
kültürlü
biri
değildir.
Eğitimsizdir.
Derinlikli
bir
düşünsel
birikimden
uzaktır
1950
seçimlerine
doğru,
düşünsel
derinlikten
yoksun
Muzaffer
Bey’in
gösterişli
kitaplığında,
artık
felsefe
kitaplarının
yanında
‘katalog’ların
ciddi
bir
ağırlığı
hissedilmeye
başlanmaktadır:
“Şurda
burda
Locke’dan,
Giordono
Bruno’dan,
Hobbes’tan,
ya da
Condillac’tan
ezberlediği
parçaları
yerli
yersiz
sayıp
dökmesine
karşın,
Muzaffer
Bey’in
sağlam
bir
dünya
görüşü
olmadığını
bilirler.(…)
(Arkadaşı
Muzaffer
Bey’e
dönerek)
-Fichte,
Scheling,
yahut
Kant?
Bana
“Mahz
aklın
tenkidi”ni
anlatsana!
(…)
Ağır
adımlarla
kitaplığa
gitti,
gözüne
ilişen
“Amerikan
traktörleri
kataloğu”
arasından
birini
seçip
aldı,
masaya
döndü.
-
Bereket
versin
dünyayı,
hele
bizim
dünyamızı,
fikirler
ve
bilgi,
köklü
bilgi
yâni,
idare
etmiyor!
Elindeki
kataloğu
salladı:
-Bunu
görüyor
musun?
-Görüyorum.
-(…) Bu
memleketi
sadece
ziraat,
daha
doğrusu
sâdece
döviz
kurtaramaz.
Bu
memleketi,
bu
traktörleri
yapan iş
adalarının
şuuru,
yâni
Amerikan
tipi
Demokrasi’nin
temeli
olan
Liberalisme
kurtarabilir,
Devletçilik
değil!”
(1989:
264-268)
1920’li
ve
1930’lu
yıllardaki
‘Atatürk
devrimlerine’
karşı da
aynı
heyecanla
sarılıp
çıkarlarını
koruyan
seçkinlerin
DP’yi de
aynı
doğrultuda
ele
almaya
başladıkları
görülmektedir.
CHP’nin,
Amerika’nın
nazarındaki
görünüşü
aynı
zamanda
egemenlerin
gözündeki
görünüşüdür.
Siyasal
ve
ekonomik
ayrıcalıklar
nerede,
hangi
siyasal
oluşumda
garanti
altında
olacaksa
oraya
doğru
dümen
kırılmaktadır.
CHP’nin,
özellikle
II.
Dünya
Savaşı’ndan
zaferle
çıkan
ülkelerin
gözündeki
düşüşüyle
beraber,
liberal
iktisadın
ağır
baskısının
kapıları
zorlaması,
daha da
önemlisi
yerli
komprador
aristokrat
ve
burjuvazinin
Amerikan
destekli
bir
ekonomik-siyasi
yapıya
doğru
olan
temayülleri,
sivil-asker
seçkinlerle
aralarında
var olan
ittifakın
çatırdamaları
hissedilmektedir:
“-
…insanlar
menfaatlerinin
esiri,
pervanesidirler.
Çıkarımız
nerdeyse,
orda
olmaya
mecburuz!
-İdealist
değilsek
tabii?
-Bırak
şu
budalalığı…İdealistler,
iktidarı
kopardıkları
zaman
başlarımızın
üzerinde,
koparamadıkları
zaman da
ayaklarımızın
altında
değil
mi?(…)
-Evet.
(…) Ben
asıl
Mustafa
Kemal’in
manevi
huzurundan
utanıyorum!
-Ya
Mustafa
Kemal’in
nabzı
karşı
partide
atıyorsa?
-Nasıl?
Serbest
Parti
liberalizmini,
devrimlere
aykırı
diye
Paşa
bizzat
dağıtmamış
mıydı?
-Zamanla
ahkâm
değişir.
1930’da
liberalizm
devrimlere
aykırı
düşebilirdi.
Bana
öyle
geliyor
ki, Paşa
sağ
olsaydı…
-Karşı
partiyi
mi
tutardı?”(2003:
69-72)
Romanın
olay
örgüsündeki
net bir
imgesel
anlatım
ve
gerçekçi-edebi
yaklaşım
olarak
Muzaffer
Bey
DP’ye
katılır.
Fakat bu
durum
DP’ye
sivil
asker-bürokrasisin
ve büyük
toprak
sahiplerinin
her
türlü
baskısından
kurtuluş
için
umut
bağlayan
yoksul
ve
topraksız
köylüde
hayal
kırıklığı
yaratır.
Çünkü
zamanında
şikayet
ettikleri
kimselerle
şimdi
aynı
partide
yer
alıyorlar:
“Seçimi,
hiç
ummadığı
şekilde
ezici
bir
çoğunlukla
kazanan
karşı
parti,
ne
“Mizan”
kurdu,
ne de
“Defter-i
âmal”i
açtı.
Büyük
toprak
sahipleri
memnundular.
Öküz,
karasaban,
ırgat
derdinden
hemen
hemen
kurtulacaklardı.
Muzaffer
Bey de
memnundu.
“Atatürk’ün
manevi
huzurundan”
rahatsız
olmalar
filan
unutulmuştu
(…)
“Laf”
zamanı
bitmiş,
“İş”
zamanı
gelip
çatmıştı.”
(2003:
258-259)
Sonuç
Orhan
Kemal’in
bazı
romanlarındaki
“ağa” ya
da “bey”
karakterleri
estetik
boyutta,
sanatın
perspektifinden,
romanın
aynasından
‘kırılarak’
yansımıştır.
19.yüzyılın
ikinci
yarısından
1950’lere
kadar
uzanan
toplumsal-tarihsel
dönemdeki
sosyal
olgunun
içinde
anlatılan
bu
karakterlerin,
romandaki
imgelerinin
estetik
yaratımın
bütün
öznel ve
özgür
gerçekliğine
rağmen
bir
temsil
niteliğinin
olduğu
söylenebilir.
Örneğin;
feodal
değerlerin
güçlü
bir
imgesi
olarak
anlatılan
“Eskici
Dükkânı”ndaki
Resul
Ağa ve
Topal
Eskici,
yaşanılan
süreçte
her
bakımdan
gerilemeye
ve
çöküşe
karşılık
gelen
karakterlerdir.
Savunulan
değerler,
yaşamın
pratikleri
ya da
zihinsel
gelişme
zamanın
ve
toplumun
egemen
genel
karakterleriyle
uyuşmadığı
dönemlerde
gerileme
ve çöküş
kaçınılmaz
olmaktadır.
Köklü
aristokratik
geçmişe
sahip
karakterler
Numan
Şerif
Bey ve
Paşazade
Hakkı,
olgunun
iki
yönünü
temsil
ederler:
Numan
Şerif
Bey,
zayıflama,
gerileme
ve
yaklaşan
çöküşe
rağmen
gücünü
iktisadi
olana
sirayet
ettirip,
aleyhine
işleyen
süreci
bir
nebze de
olsa
yavaşlatmayı
başaran,
Paşazade
Hakkı
Bey ise
uyumu ve
direnci
gösteremediğinden
gerileyen,
düşen
birini
yansıtır.
Diğer
taraftan,
Kadir
Ağa ve
Nedim
Ağa gibi
karakterler
yeni
güçlenen
kesimin
sözcüsü
olarak
betimlenir.
Bazı
karakterler,
Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e
uzanan
süreçteki
olaylardan
ve
‘fırsatlardan’
yararlanarak
ekonomik,
toplumsal
güç ve
statü
elde
etmişlerdir.
Yazarın
romanlarındaki
diğer
bir tip
büyük
toprak
sahipleridir.
Bunlar
kentli
aristokratlardan
farklı
olarak
Osmanlı
ve
Cumhuriyet
dönemlerinde
‘kârlı’
siyasal
tercihlerde
bulunarak
egemenlik
güçlerini
ve
etkinliklerini
sürdüren
seçkinlerdir.
Muzaffer
Bey
karakteri
bu
tipleri
temsil
eder.
CHP’den
DP’ye
uzanan
politik
güçteki
değişmeleri
kendi
sınıfsal
çıkarları
doğrultusunda
değerlendiren
19.
yüzyıldaki
bazı
büyük
toprak
sahiplerinin
tersine
uyum
sağlama,
modernleşme-makineleşme
yeteneklerine
sahiptir.
KAYNAKÇA
Adorno,
Theodor
W.
(1985)
"Baskı
Altında
Uzlaşma",
Ünsal
Oskay
(der)
Estetik
ve
Politika
içinde,
Eleştiri
Yayınları:
İstanbul,
229-260.
Boratav,
Korkut
(1989)
Türkiye
İktisat
Tarihi
1908-1985,
Gerçek
Yayınevi:
İstanbul.
Eagleton,
Terry
(1986)
Criticism
&
Ideology,
Verso:
London.
Goldmann,
Lucien
(1981)
Method
in The
Sociology
of
Literature,
(ed.)William
Q.
Boelhower,
Basil
Blackwell:
London.
Kemal,
Orhan
(1972)
Kanlı
Topraklar,
Remzi
Kitabevi:
İstanbul.
Kemal,
Orhan
(1973)
Eskici
Dükkânı,
Cem
Yayınevi:
İstanbul.
Kemal,
Orhan
(1989)
Vukuat
Var,
Tekin
Yayınevi:
İstanbul.
Kemal,
Orhan
(2003)
Hanımın
Çiftliği,
Tekin
Yayınevi:
İstanbul.
Kemal,
Orhan
(2004)
Cemile,
Epsilon:
İstanbul.
Lowenthal,
Leo
(1957)
Literature
and The
Image of
Man:
Sociological
Studies
of The
European
Drama
and
Novel
1600-1900,
The
Beacon
Press:
Boston.
Lowenthal,
Leo
(1961)
Literature,
Popular
Culture,
and
Society,
Prentice-Hall:
New
Jersey.
Lukacs,
Georg
(1969)
Çağdaş
Gerçekçiliğin
Anlamı,
(çev.)
Cevat
Çapan,
Payel
Yayınevi:
İstanbul.
Martin,
Graham
Dunston
(2002)
"Yazınsal
Benliğin
Tehlikeleri",
(çev.)
Asuman
Kırlangıç,
Felsefelogos,
17/18,
41-50.
Sartre,
Jean-Paul
(1965)
Yabancı'nın
Açıklaması
ve Başka
Denemeler,
(çev.)
Bertan
Onaran,
De
Yayınevi:
İstanbul.
Yerasimos,
Stefanos
(1998)
"Tek
Parti
Dönemi",
(der.)
İrwin C.
Schik-Ertuğrul
A. Tonak,
Geçiş
Sürecinde
Türkiye
içinde,
3.Baskı,
Belge
Yayınları:
İstanbul.
Zürcher,
Erik Jan
(2001)
Modernleşen
Türkiye'nin
Tarihi,
(çev.)Yasemin
Saner
Güner,
11.Baskı,
İletişim
Yayınları:
İstanbul.
ABSTRACT
Orhan
Kemal’s
“landlords”:
Reading
the
social
change
from the
characters
of the
novel
Novel is
the most
opened
product
of
literature
for
sociological
understanding
and
interpretation.
Because
all the
meaning
elements
in novel
have a
function
of
social
representation.
This
function
of
representation
has been
hidden
in the
duration
of
aesthetic
creation.
The
elements
that
form
novel
such as
plot,
characters
and
language
can only
be
understood
in a
social
reality.
Especially
some of
Orhan
Kemal’s
novels
are the
aesthetic
reflection
of
historical
and
social
change.
Many
facts,
such as
mechanization,
big size
estate,
the
industrialization
based on
the
agriculture,
the new
rich and
the way
of
getting
rich in
the
period
from the
19th
century
to 1950s
in
Çukurova,
affect
the
aesthetic
reflection
of Orhan
Kemal’s
novels.
The
interpretation
of the
author’s
some
novels
describing
Çukurova
region
also
presents
us how
to the
social
change
is
reflected
in the
language
of novel.
Bu konuda özellikle bkz., Georg Lukacs (1969), Goethe And His Age: A Major Critical Revaluation of Germany's Great Poet, (Tran.) Robert Anchor, New York: The Universal Library., Georg Lukacs (1977), Solzhenitsyn, (Tran.) William David Graf, Cambridge, Massachusetts: The MIT Press.
|