Ana Sayfa

K Dergi /Alkım -  Özgül Apeçe - 26.01.2007

 

 

"SEN NE UTANIYORSUN, ZENGİNLER UTANSIN"

 

 

ORHAN KEMAL
Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, şiirle başladığı yazın hayatını, Nazım Hikmet'in yönlendirmesiyle roman ve öyküyle sürdürdü; aralarında Ekmek Kavgası, Bereketli Topraklar Üzerinde, 72. Koğuş ve Gurbet Kuşları’nın da olduğu çok sayıda eser verdi.
Özgül Apaçe
 

Varlıklı ve köklü aileler sahip oldukları her şeyi bir gün yitirebilir ve hayata sıfırdan başlamak zorunda kalabilirlerdi. Böyle durumlarda yapılması gereken hayata dört elle sarılmak ve çok çalışmaktı. O yıllarda herkes bunu bilirdi. On yedi yaşındaki Mehmet Raşit de...

 

Mehmet Raşit'in babası Abdülkadir Kemali Bey, Birinci Büyük Millet Meclisi'nde milletvekilliği yapmış, hatta vekiller heyetinde adliye bakanlığı görevini üstlenmiş, bir yıl öncesine kadar Adana'nın önde gelen zenginlerinden biriydi. Ama 1930 yılında, Abdülkadir Kemali Bey'in, Adana'daki büyük ahşap konağının alt katında kurduğu Ahali Cumhuriyet Fırkası kapatılınca her şey birdenbire değişiverdi. Tek partili yeni Türkiye Cumhuriyeti'nde siyasi muhalif olmanın bedeli ağırdı. Abdülkadir Kemali Bey, partisi kapatıldığı halde muhalefeti sürdürünce, ödediği bedel çok daha ağır oldu, ailesini de yanına alarak Lübnan'a kaçmak zorunda kaldı.

Mehmet Raşit babasının peşinde Lübnan'a giderken geride dantel gibi işlemeli tahta saçakları olan, yerleri beyaz taşlarla süslü cumbalı eski konağı, okulunu, tüm arkadaşlarını yani genç bir adamın sahip olabileceği her şeyi bıraktı.

Babası bir avukattı ama Lübnan tebaasından olmadığı için, Beyrut'ta mesleğini yapamıyordu. Önce annesinin bilezikleri bozduruldu. Bilezikler karşılığında ele geçen on altın lira sermaye ile sürgündeki Abdülkadir Kemali Bey yeni işini kurdu: Lokanta açtı.

Mehmet Raşit' in ilk işi de bu lokantada garsonluk ve bulaşıkçılık yapmaktı.

Ama olmadı, lokantada işler iyi gitmedi. Çok geçmeden babası lokantayı kapatmak zorunda kalınca Mehmet Raşit de babasının yakın bir arkadaşının bulduğu küçük bir basımevinde, işçi olarak çalışmaya başladı.

Rahat aile hayatı babasının sürgünlüğüyle beraber çok gerilerde kalmıştı. Artık o bir işçiydi. Ama genç bir adamdı aynı zamanda. Hem de basımevinin yanındaki çikolata fabrikasında çalışan Eleni'ye gönlünü kaptırmış genç bir adam...

Mehmet Raşit bir gün iş çıkışı Eleni'yle buluştuğunda, ona ayağındaki eski postallardan utandığını söyledi. Eleni "... Benim bir ağabeyim var, der ki: Eski pabuçlarımızdan zenginlerimiz utansın!.." deyince gözleri doldu. Bu sözler on yedi yaşında zenginliği de fakirliği de görmüş bu genç adamın aklından hiç çıkmayacaktı. Eleni, bir gün ardında en ufak bir iz bırakmadan Lübnan'dan ansızın kaçıp gitti. Mehmet Raşit onu her yerde aradı ama nafile bir çabaydı. Yıllar sonra "ilk aşk kolay kolay unutulmuyor" diyecek ve ünlü bir yazar olunca kendisinde ilk sosyal uyanışın Eleni adındaki bu Rum kızı ile başladığını söyleyecekti.

Mehmet Raşit, Eleni gittikten bir yıl sonra babasından izin kopararak, Adana'ya geri döndü. Artık babaannesinin yanında kalıyordu. Günlerini sokak aralarında futbol oynayarak ya da diğer tüm Adanalı gençler gibi kahvelerde geçiriyordu. Mehmet Raşit'in ölene kadar sürecek olan kahvehane tutkusu o yıllarda başladı.

Kahvehanelerde tanışıp dost olduğu biri, İsmail Usta, Mehmet Raşit'in hayatını değiştirdi, İsmail Usta, onun yılar sonra yazacağı Cemile romanındaki İzzet Usta gibi, kitaplara meraklı biriydi. Bu genç adama pek çok kitap verdi. Mehmet Raşit'in okul yılları boyunca nefret ettiği edebiyatla barışması da bu sayede oldu.

'Bereketli toprakların üzerinde' çalışmanın zamanı geldiğindeyse tanıdığı bildiği herkes gibi çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık, kâtiplik, ambar memurluğu yani ne iş olsa yapmaya başladı, iş başlayınca çok sevdiği futbola veda etmek zorunda kaldı. Ama okumayı bırakamıyordu. Geceleri solgun bir lamba ışığında kelimeler arasında mekik dokuyordu, gündüzleri ise çalıştığı milli mensucat fabrikasıyla, kahvehaneler arasında...

Bir gece hayatına aniden Güzide adında, kendi tabiriyle 'bir bar kadını' girdi. Artık sık sık aynı bara gidiyor saatlerce Güzide ile sohbet ediyordu. Güzide de bu genç adamdan hoşlanmıştı. Ona tek bir gece bile hesap ödetmiyordu. Mehmet Raşit, Güzide'nin acıklı hayat hikâyesinden o denli etkilenmişti ki onun hayatındaki tüm kötülüklerinin sorumlusu kendisiymiş gibi hissediyor, bu hatayı düzeltmeye çalışıyordu. Güzide otuzunda, Mehmet ise on dokuzundaydı. Mehmet Raşit, bir gün Güzide'den nüfusunu istedi. Evlenmeye karar vermişti. Ama Güzide, bu çok sevdiği genç adama, onu tertemiz genç kızların beklediğini söyleyerek kendisini unutması tavsiyesinde bulundu. Bu sözler Mehmet Raşit'in sevgisini daha da büyüttü. Ama Güzide'de tıpkı Eleni gibi bir gün aniden ortadan kayboluverdi. Mersin'e gitmişti. O da peşinden gitti ama o Mersin'e vardığında, Güzide'yi istanbul'a götüren vapuru limandan ayrılırken yakalayabildi. Bir kez daha sevdiği kadın ellerinden kaçıvermişti.

Güzide'den sonra günler bildik sıkıcılığına, boğuculuğuna geri döndü. Her biri birbirine benzeyen ve hızla akıp giden monoton günlere noktayı ise, Mehmet Raşit'le aynı fabrikada çalışan henüz on dört yaşındaki küçük bir işçi kız koydu. Nuriye adındaki bu işçi kıza âşık olmuştu. 1937 yılında bir mayıs gününde evlendiler. Sadece bir yıl sonra ilk çocukları Yıldız dünyaya geldi. Kızının doğumunun hemen arkasından Mehmet Raşit askere çağrıldı.

Yıllardır bıkmadan usanmadan okuyan yirmi dört yaşındaki bu genç adam, artık eline kalem de almıştı. Geceleri yorgun argın oturduğu ranzasının üstünde şiirler yazıyordu. Raşit Kemali adıyla dergilere gönderdiği bu ilk şiirlerinden bazıları Yedigün ve Yeni Mecmua dergilerinde yayımlanınca kendine olan güveni de arttı. Ama askerliğinin bitmesine sadece kırk gün kala, okuduğu kitaplar başına bela oldu. Nazım Hikmet'i ve Maksim Gorki' yi okuyordu. Bu kitaplar sakıncalı bulunmuştu. Üstüne üstlük bu genç adamın Nazım Hikmet'ten ve onun şiirlerinden övgüyle bahsettiği de duyulmuştu. Tezkeresine kırk gün kala, yirmi beş yaşındaki Mehmet Raşit, komünist olduğu gerekçesiyle yargılandı ve 27 Ocak 1939' da beş yıla hüküm giydi.

Cezaevine girerken aklında tek bir şey vardı: Karısı Nuriye Hanım, ilk iş ona bir mektup yazdı. "Çok gençsin. Zaten hiçbir şey veremedim sana. Şimdi de beş yıllık mahkûmiyet girdi araya, istersen ayrıl benden, kendine yeni bir yol çiz, beklemekle geçirme en güzel yıllarını. Çünkü karıcığım, biliyorum ki, buradan çıktıktan sonra daha da zor ve yoksulluk içinde geçecek hayatımız." diyordu mektubunda. Nuriye Hanım büyük bir sevgi ve saygıyla bağlı olduğu eşini teselli etti.

Mehmet Raşit, önce Kayseri, ardından Adana son olarak da Bursa Cezaevi'ne gönderildi. Şiir yazmaya devam ediyordu. Yeni şiirleri Ses, Yürüyüş ve Yeni Ses dergilerinde yayınlanıyordu. Karlı bir aralık sabahında şiirlerinden başını kaldırdığında, cezaevine hayatının yönünü değiştirecek yeni bir konuğun geldiğini gördü: Nazım Hikmet. Mehmet Raşit, büyük bir heyecanla ve ev sahibi inceliği ile onu cezaevi müdürünün odasının kapısında karşıladı.

Bu tanışmadan sadece birkaç hafta sonra Mehmet Raşit, Nazım Hikmet' in koğuşuna taşınmıştı bile. Kısa zamanda dost olmuşlardı. Bu dostluğa sığınan genç şair, bir gün üstadına şiirlerini okumaya başladı ve hiç beklemediği bir tepki aldı. Nazım, karşısındaki genç adam hangi şiirini okumaya başlarsa başlasın, "Kâfi, bir başkasına geçin kardeşim" diyordu. En sonunda
Nazım Hikmet, "Berbat. Bütün bu laf ebeliklerine, hokkabazlıklara, affedin tabirimi, ne lüzumu var?" deyince elindeki şiirlerle dolu bir tomar sarı kağıt yere düşüverdi. Hayranı olduğu Nazım, hayallerini yıkmıştı. Ama, "Sizinle yakından meşgul olmak istiyorum... Yani kültürünüzle... Evvela Fransızca, sonra diğer kültür bahisleri üzerinde muntazam dersler yapacağız. Tahammülünüz var mı?" diye sorunca Mehmet Raşit'in gözlerinde tekrar bir umut ışığı belirdi.

Artık cezaevi koğuşu onun için adeta bir okula dönmüştü. Her gün sekiz saat aralıksız ders çalışıyordu. Nazım Hikmet'ten Fransızcanın yanında dünya edebiyatı, felsefe, ekonomi-politik dersleri alıyor, bol bol kitap okuyordu. Bu arada gizli gizli roman yazmaya da başlamıştı. Bir gün Nazım'ın eline, genç koğuş arkadaşının yazmaya başladığı romanının ilk sayfaları geçti. Bu sayfaları büyük bir hızla okuyan Nazım Hikmet, soluğu Mehmet Raşit'in yanında aldı ve ona roman yazmaya başlamasını kendisine haber vermediği için sitem ettikten sonra okuduklarını çok beğendiğini söyleyerek öykü yazması tavsiyesinde bulundu. Mehmet Raşit'in öykücülük serüveni bu tavsiyeyle, yirmi altı yaşında, bir cezaevi koğuşunda başladı. Fabrikalarda işçiler arasında geçen çocukluğunun ve ilk gençliğinin sayesinde genç yazar, ırgatların, işçilerin, vurguncuların portrelerini son derece gerçekçi bir biçimde anlattığı ilk öykülerini yazıyordu. Nazım Hikmet, Mehmet Raşit'in yazdıklarını beğeniyordu. Genç adamın Güllü ve Asma Çubuğu adlı iki öyküsünü yayımlanması için ikdam Gazetesi'nin gece sekreteri olan arkadaşı Kemal Sülker'e bir not eşliğinde gönderdi. Notta genç yazarın paraya ihtiyacı olduğunu, bunun için telif hakkı alınması gerektiğini yazıyordu. Kemal Sülker, Mehmet Raşit'in öykülerini, altına Orhan Kemal takma adını yazarak yayınladı.

Mehmet Raşit artık Orhan Kemal olmuştu. Genç bir şair olarak girdiği cezaevinden, Orhan Kemal adıyla 1943 yılında bir öykücü olarak çıktı. Soluğu memleketi Adana'da aldı. Hamallıktan sebze nakliyeciliğine karşısına hangi iş çıkarsa yapmaya başladı. O günlerde ilk kez roman yazma fikri de aklına düştü. Hâlâ cezaevinde olan Nazım Hikmet'e mektupla bu fikrini açtı. Ünlü şairden gelen cevap "hemen başla" olunca, büyük bir hevesle kağıda kaleme sarıldı, ilk romanı Baba Evi'ni yazmaya başladı.

Öyküleri iyiye gidiyor, gittikçe daha büyük beğeni topluyordu. Ama bu arada para sıkıntısı da büyüyordu. Oğlu Nazım'ın dünyaya geldiği sıralarda bir nakliyat ambarında bulduğu işten de çıkarıldı. Öykülerini yayınlayan dergilerden aldığı telifler, iki çocuklu ailesini geçindirmeye yetmiyordu. Üç ayrı dernekte birden çalışmaya başladı. Kâtiplik yapıyordu artık. Tam işleri biraz yoluna girer gibi olmuştu ki Demokrat Parti iktidara geldi. Çalıştığı derneklerdeki üç ayrı işine birden, aynı gün içerisinde son verildi. Orhan Kemal, politik sebeplerle veyahut da kendisinden boşalacak yerlere partililer yerleştirileceği için bir kez daha işsiz kalmıştı.

Üçüncü çocuğu Kemali dünyaya gelmişti ve para sıkıntısı artık dayanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Ona tek çare istanbul'a göç etmek gibi görünüyordu. Zaten Adana'da kalması için ısrar eden, çok sevdiği babası da artık hayatta değildi. 1949 yılının bu son günlerinde hayatındaki tek iyi şey, ilk romanı Baba Evi'nin, Varlık Yayınları'nca basılması olmuştu. Ama bu güzel habere dahi doğru dürüst sevinemiyordu.

17 Nisan 1950'de ailesini de yanına alarak istanbul'a göç etti. Artık yalnızca yazarlıkla geçinmeye karar vermişti. Gelirken çantasında yeni öykülerinin yanında, Avare Yıllar, Cemile ve Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanlarının taslakları da vardı. Geride ise dededen, babadan kalma ne varsa bırakmıştı. Aslında Orhan Kemal'e ailesinden büyük araziler kalmıştı. Ama o parasızlığına rağmen bu toprakları beraber çalıştığı işçilere bıraktı, istanbul'a bir kalem işçisi olmaya geldi. Bu onurlu duruşunu hayatı boyunca sürdürecekti.

En yakın arkadaşları Muzaffer Buyrukçu, Edip Cansever gibi edebiyatçılardı. Orhan Kemal'in, Adana'da ilk gençlik yıllarında başlayan kahvehane tutkusu İstanbul'da da sürüyordu. Kasımpaşa, Fener ve Eyüp kahvehanelerine postu sermişti. Bu kahvehanelerde insanlarla tanışıyor, yeni romanlarını düşünüyor, kurguluyor ve yazıyordu. Çünkü ona göre bir yazar halkın içinde olmalıydı,
halkın değişimi ancak böyle kavranabilirdi. Bir nevi laboratuardı bu kahvehaneler onun için.

Orhan Kemal, İstanbul'da bu kahvehanelerde yazmaya başladığı romanlarında, öykülerinde olduğu gibi işçileri, köylüleri yani emekçileri konu etti. Onları zaman zaman kendi şiveleriyle konuşturuyor, romanlarını diyaloglar üzerine kuruyordu. Küçük memurlar, çalışan çocuklar, kötü yola düşen genç kızlar, çalışmak için kente göçen köylüler onun satırlarında hayat buluyordu. Onların gitgide acımasızlaşan yaşam karşısındaki mücadelelerini yazarak aslında çağdaş toplum problemlerine değiniyordu. Murtaza, Cemile, Bereketli Topraklar üzerinde, Suçlu, Devlet Kuşu, Vukuat Var, Gavurun Kızı romanlarının arasında Murtaza büyük ses getirdi. Eleştirmenler Murtaza'nın bir başyapıt olduğu konusunda hemfikirdi.

Artık kitapları birkaç baskı yapan ünlü ve başarılı bir yazardı. Hatta dönemin sosyalist ülkelerinde dahi tanınıyor, seviliyordu. Ama ne hikmetse bir türlü doğru dürüst para kazanamıyordu. 1957 yılında önünde duran kağıtlara dördüncü çocuğunun doğumu üzerine şu satırları not düşmüştü: "1957 Türkiyesi'nin pahalılığı ile alay eder gibi, dördüncü çocuk babası olarak, yeni güne giriyorum. Hayırlısı." Şaşılacak şeydi doğrusu, ünlü ve başarılı bir yazardı ama hâlâ evinde bir sedir, tahta masa ve sandalyeler dışında doğru dürüst bir şey yoktu. Romanlarında anlattığı insanlar gibi yaşıyordu. Zaten hep işçi mahallelerinde oturmayı seçmişti. Ama her şeye rağmen umudunu yitirmiyordu. Evde şakalaşan, çocuklarıyla top oynayan, tavla oynayan -yenildi mi tavlayı kaldırıp atan- hafta sonlarını ailesiyle birlikte geçirmekten hoşlanan iyi bir aile babası olmaya çalışıyordu.

Çok geçmeden kendi dertlerini tamamen unutturacak bir şey oldu. Artık bir zamanlar olduğu gibi sabahları yine çok erken kalkıyor, daktilonun tuşlarına daha büyük bir hızla vuruyor sonra türküler söyleyerek evden çabucak çıkıyordu. Onun bu davranışları tek bir şeyin işaretiydi: Aşkın. Bir kitabevinde tanıştığı on yedi yaşındaki genç okuruna âşık olmuştu. O ise tam tamına kırk yedi yaşındaydı. Bu genç kızın teslim olmayan inatçılığı, dışa dönüklüğü, hayata bağlılığı, heyecanı onu çok etkilemişti. Ülkü'yle Orhan Kemal'in ilişkisi uzunca bir süre devam etti. Ama Orhan Kemal en yoksul günlerini paylaştığı eşi Nuriye Hanım'ı ve çocuklarını hiçbir zaman terk etmedi. Her zaman onların yanında oldu.

Ta ki 1966 yılında edebî sohbetler için sık sık ziyaret ettiği Türkiye işçi Partisi, Orhan Kemal'in yolunu, 52 yaşında tekrar cezaevine düşürene kadar. Partide toplantı yaptıkları 7 Mart 1966 günü bir ihbar üzerine, TİP Fatih ilçe Başkanı Mehmet Şahin ile birlikte "Hücre çalışması ve komünizm propagandası yaptıkları" gerekçesiyle tutuklandılar ve Sultanahmet Cezaevi'ne götürüldüler.
Üç buçuk ay sonunda tekrar özgür kalınca yeniden kağıda kaleme sarıldı. Birbiri ardına yeni
kitaplarını yazdı. Artık eline fena sayılamayacak bir para da geçiyordu ancak bu kez de sağlığı bozulmuştu. Bir kalp krizi atlatmıştı ve artık evden pek çıkamaz olmuştu. Elli beş yaşındaydı ama adeta yetmiş yaşında gibiydi. Çocukluğundan itibaren yaşadığı zor hayat şartları onu yormuştu. Buna rağmen Bulgar Yazarlar Birliği'nden gelen daveti geri çevirmedi. Artık pasaport da alabiliyordu. Eşi Nuriye Hanım'la birlikte Sofya'ya doğru yola çıktılar.

Sofya'ya gider gitmez yerleştikleri otelde masasının başına kuruldu ve yazmaya başladı. Kelimelerle oynadığı Sofya gecelerinden birinde Orhan Kemal' i uyku tutmadı... Ağrısı vardı... Apar topar hastaneye kaldırdılar... Beynine giden damarlardan biri tıkanmıştı. Aslında Orhan Kemal'in vücudu uzun zamandır alarm veriyordu. Ama sonunda ölüm, onu Sofya'da buldu, hastanede geçirdiği birkaç günün ardından hayata gözlerini yumdu...

"insan dediğin cart diye ölmeli, altına oturak falan sürülmeden... Her şey birdenbire olmalı... Böyle ölmek isterim... Kimseye muhtaç olmadan..." demişti... Öyle de oldu... •

 


72'NCİ KOĞUŞ'tan

72'inci Koğuş kim bilir kaçıncı uykusunda, horluyordu.

Kaptan, koğuşun cezaevi avlusuna bakan penceresine her zamanki gibi tüneyerek kalın bilekli kollarını pencere demirlerine geçirmiş. Güzel Fatma'yı düşünüyordu: Demek Fatma, Bobi'den çamaşırların sahibini sormuş. Boğaz vapurlarında değil. Pire, Napoli, Marsilya, Hamburg, Rusya'ya uğrayan kocaman şileplerde kaptanlık ettiğini öğrenmişti? Demek biliyordu artık ne adam olduğunu? O daha anasının memesindeyken, kahpece öldürülen babasının kanını yerde komamak için buraya düştüğünü bilmeliydi.

Hem bilmeli, hem de öteki hükümlü kadınlara, "Benim dostum Kaptan!" demeliydi. "Kaptan ama, Boğaz'da çalışan küçük vapurlarda değil, şileplerde. Buraya düşmeden önce dünyanın bütün limanlarına yük taşır, yolcu taşır, liman meyhanelerinde kadeh kırar, iskemle devirirdi. Benim Kaptan'ım benden başkasını sevmedi bana gelinceye kadar, istese onu sevmeyecek kadın yoktu, istemedi. Beni bekledi. Allah benim sevgimi ben daha doğmadan düşürmüştü yüreğine..." (...)

Tekin Yayınevi, 72'nci Koğuş

Babası Abdülkadir Kemali Bey, siyasi muhalif olmasının bedelini çok ağır ödedi

"... istersen ayrıl benden, kendine yeni bir yol çiz, beklemekle geçirme en güzel yıllarını. Çünkü karıcığım, biliyorum ki buradan çıktıktan sonra daha da zor ve yoksulluk içinde geçecek hayatımız"

Kahvehaneler, Orhan Kemal için bir çeşit laboratuardı

Yayımlandığında büyük ses getiren Murtazanın bir başyapıt olduğu konusunda bütün eleştirmenler hemfikirdi

 

 

 





 


[email protected]

1