ORHAN
KEMAL
Asıl
adı
Mehmet
Raşit
Öğütçü
olan
Orhan
Kemal,
şiirle
başladığı
yazın
hayatını,
Nazım
Hikmet'in
yönlendirmesiyle
roman ve
öyküyle
sürdürdü;
aralarında
Ekmek
Kavgası,
Bereketli
Topraklar
Üzerinde,
72.
Koğuş ve
Gurbet
Kuşları’nın
da
olduğu
çok
sayıda
eser
verdi.
Özgül
Apaçe
Varlıklı
ve köklü
aileler
sahip
oldukları
her şeyi
bir gün
yitirebilir
ve
hayata
sıfırdan
başlamak
zorunda
kalabilirlerdi.
Böyle
durumlarda
yapılması
gereken
hayata
dört
elle
sarılmak
ve çok
çalışmaktı.
O
yıllarda
herkes
bunu
bilirdi.
On yedi
yaşındaki
Mehmet
Raşit
de...
Mehmet
Raşit'in
babası
Abdülkadir
Kemali
Bey,
Birinci
Büyük
Millet
Meclisi'nde
milletvekilliği
yapmış,
hatta
vekiller
heyetinde
adliye
bakanlığı
görevini
üstlenmiş,
bir yıl
öncesine
kadar
Adana'nın
önde
gelen
zenginlerinden
biriydi.
Ama 1930
yılında,
Abdülkadir
Kemali
Bey'in,
Adana'daki
büyük
ahşap
konağının
alt
katında
kurduğu
Ahali
Cumhuriyet
Fırkası
kapatılınca
her şey
birdenbire
değişiverdi.
Tek
partili
yeni
Türkiye
Cumhuriyeti'nde
siyasi
muhalif
olmanın
bedeli
ağırdı.
Abdülkadir
Kemali
Bey,
partisi
kapatıldığı
halde
muhalefeti
sürdürünce,
ödediği
bedel
çok daha
ağır
oldu,
ailesini
de
yanına
alarak
Lübnan'a
kaçmak
zorunda
kaldı.
Mehmet
Raşit
babasının
peşinde
Lübnan'a
giderken
geride
dantel
gibi
işlemeli
tahta
saçakları
olan,
yerleri
beyaz
taşlarla
süslü
cumbalı
eski
konağı,
okulunu,
tüm
arkadaşlarını
yani
genç bir
adamın
sahip
olabileceği
her şeyi
bıraktı.
Babası
bir
avukattı
ama
Lübnan
tebaasından
olmadığı
için,
Beyrut'ta
mesleğini
yapamıyordu.
Önce
annesinin
bilezikleri
bozduruldu.
Bilezikler
karşılığında
ele
geçen on
altın
lira
sermaye
ile
sürgündeki
Abdülkadir
Kemali
Bey yeni
işini
kurdu:
Lokanta
açtı.
Mehmet
Raşit'
in ilk
işi de
bu
lokantada
garsonluk
ve
bulaşıkçılık
yapmaktı.
Ama
olmadı,
lokantada
işler
iyi
gitmedi.
Çok
geçmeden
babası
lokantayı
kapatmak
zorunda
kalınca
Mehmet
Raşit de
babasının
yakın
bir
arkadaşının
bulduğu
küçük
bir
basımevinde,
işçi
olarak
çalışmaya
başladı.
Rahat
aile
hayatı
babasının
sürgünlüğüyle
beraber
çok
gerilerde
kalmıştı.
Artık o
bir
işçiydi.
Ama genç
bir
adamdı
aynı
zamanda.
Hem de
basımevinin
yanındaki
çikolata
fabrikasında
çalışan
Eleni'ye
gönlünü
kaptırmış
genç bir
adam...
Mehmet
Raşit
bir gün
iş
çıkışı
Eleni'yle
buluştuğunda,
ona
ayağındaki
eski
postallardan
utandığını
söyledi.
Eleni
"...
Benim
bir
ağabeyim
var, der
ki: Eski
pabuçlarımızdan
zenginlerimiz
utansın!.."
deyince
gözleri
doldu.
Bu
sözler
on yedi
yaşında
zenginliği
de
fakirliği
de
görmüş
bu genç
adamın
aklından
hiç
çıkmayacaktı.
Eleni,
bir gün
ardında
en ufak
bir iz
bırakmadan
Lübnan'dan
ansızın
kaçıp
gitti.
Mehmet
Raşit
onu her
yerde
aradı
ama
nafile
bir
çabaydı.
Yıllar
sonra
"ilk aşk
kolay
kolay
unutulmuyor"
diyecek
ve ünlü
bir
yazar
olunca
kendisinde
ilk
sosyal
uyanışın
Eleni
adındaki
bu Rum
kızı ile
başladığını
söyleyecekti.
Mehmet
Raşit,
Eleni
gittikten
bir yıl
sonra
babasından
izin
kopararak,
Adana'ya
geri
döndü.
Artık
babaannesinin
yanında
kalıyordu.
Günlerini
sokak
aralarında
futbol
oynayarak
ya da
diğer
tüm
Adanalı
gençler
gibi
kahvelerde
geçiriyordu.
Mehmet
Raşit'in
ölene
kadar
sürecek
olan
kahvehane
tutkusu
o
yıllarda
başladı.
Kahvehanelerde
tanışıp
dost
olduğu
biri,
İsmail
Usta,
Mehmet
Raşit'in
hayatını
değiştirdi,
İsmail
Usta,
onun
yılar
sonra
yazacağı
Cemile
romanındaki
İzzet
Usta
gibi,
kitaplara
meraklı
biriydi.
Bu genç
adama
pek çok
kitap
verdi.
Mehmet
Raşit'in
okul
yılları
boyunca
nefret
ettiği
edebiyatla
barışması
da bu
sayede
oldu.
'Bereketli
toprakların
üzerinde'
çalışmanın
zamanı
geldiğindeyse
tanıdığı
bildiği
herkes
gibi
çırçır
fabrikalarında
işçilik,
dokumacılık,
kâtiplik,
ambar
memurluğu
yani ne
iş olsa
yapmaya
başladı,
iş
başlayınca
çok
sevdiği
futbola
veda
etmek
zorunda
kaldı.
Ama
okumayı
bırakamıyordu.
Geceleri
solgun
bir
lamba
ışığında
kelimeler
arasında
mekik
dokuyordu,
gündüzleri
ise
çalıştığı
milli
mensucat
fabrikasıyla,
kahvehaneler
arasında...
Bir gece
hayatına
aniden
Güzide
adında,
kendi
tabiriyle
'bir bar
kadını'
girdi.
Artık
sık sık
aynı
bara
gidiyor
saatlerce
Güzide
ile
sohbet
ediyordu.
Güzide
de bu
genç
adamdan
hoşlanmıştı.
Ona tek
bir gece
bile
hesap
ödetmiyordu.
Mehmet
Raşit,
Güzide'nin
acıklı
hayat
hikâyesinden
o denli
etkilenmişti
ki onun
hayatındaki
tüm
kötülüklerinin
sorumlusu
kendisiymiş
gibi
hissediyor,
bu
hatayı
düzeltmeye
çalışıyordu.
Güzide
otuzunda,
Mehmet
ise on
dokuzundaydı.
Mehmet
Raşit,
bir gün
Güzide'den
nüfusunu
istedi.
Evlenmeye
karar
vermişti.
Ama
Güzide,
bu çok
sevdiği
genç
adama,
onu
tertemiz
genç
kızların
beklediğini
söyleyerek
kendisini
unutması
tavsiyesinde
bulundu.
Bu
sözler
Mehmet
Raşit'in
sevgisini
daha da
büyüttü.
Ama
Güzide'de
tıpkı
Eleni
gibi bir
gün
aniden
ortadan
kayboluverdi.
Mersin'e
gitmişti.
O da
peşinden
gitti
ama o
Mersin'e
vardığında,
Güzide'yi
istanbul'a
götüren
vapuru
limandan
ayrılırken
yakalayabildi.
Bir kez
daha
sevdiği
kadın
ellerinden
kaçıvermişti.
Güzide'den
sonra
günler
bildik
sıkıcılığına,
boğuculuğuna
geri
döndü.
Her biri
birbirine
benzeyen
ve hızla
akıp
giden
monoton
günlere
noktayı
ise,
Mehmet
Raşit'le
aynı
fabrikada
çalışan
henüz on
dört
yaşındaki
küçük
bir işçi
kız
koydu.
Nuriye
adındaki
bu işçi
kıza
âşık
olmuştu.
1937
yılında
bir
mayıs
gününde
evlendiler.
Sadece
bir yıl
sonra
ilk
çocukları
Yıldız
dünyaya
geldi.
Kızının
doğumunun
hemen
arkasından
Mehmet
Raşit
askere
çağrıldı.
Yıllardır
bıkmadan
usanmadan
okuyan
yirmi
dört
yaşındaki
bu genç
adam,
artık
eline
kalem de
almıştı.
Geceleri
yorgun
argın
oturduğu
ranzasının
üstünde
şiirler
yazıyordu.
Raşit
Kemali
adıyla
dergilere
gönderdiği
bu ilk
şiirlerinden
bazıları
Yedigün
ve Yeni
Mecmua
dergilerinde
yayımlanınca
kendine
olan
güveni
de
arttı.
Ama
askerliğinin
bitmesine
sadece
kırk gün
kala,
okuduğu
kitaplar
başına
bela
oldu.
Nazım
Hikmet'i
ve
Maksim
Gorki'
yi
okuyordu.
Bu
kitaplar
sakıncalı
bulunmuştu.
Üstüne
üstlük
bu genç
adamın
Nazım
Hikmet'ten
ve onun
şiirlerinden
övgüyle
bahsettiği
de
duyulmuştu.
Tezkeresine
kırk gün
kala,
yirmi
beş
yaşındaki
Mehmet
Raşit,
komünist
olduğu
gerekçesiyle
yargılandı
ve 27
Ocak
1939' da
beş yıla
hüküm
giydi.
Cezaevine
girerken
aklında
tek bir
şey
vardı:
Karısı
Nuriye
Hanım,
ilk iş
ona bir
mektup
yazdı.
"Çok
gençsin.
Zaten
hiçbir
şey
veremedim
sana.
Şimdi de
beş
yıllık
mahkûmiyet
girdi
araya,
istersen
ayrıl
benden,
kendine
yeni bir
yol çiz,
beklemekle
geçirme
en güzel
yıllarını.
Çünkü
karıcığım,
biliyorum
ki,
buradan
çıktıktan
sonra
daha da
zor ve
yoksulluk
içinde
geçecek
hayatımız."
diyordu
mektubunda.
Nuriye
Hanım
büyük
bir
sevgi ve
saygıyla
bağlı
olduğu
eşini
teselli
etti.
Mehmet
Raşit,
önce
Kayseri,
ardından
Adana
son
olarak
da Bursa
Cezaevi'ne
gönderildi.
Şiir
yazmaya
devam
ediyordu.
Yeni
şiirleri
Ses,
Yürüyüş
ve Yeni
Ses
dergilerinde
yayınlanıyordu.
Karlı
bir
aralık
sabahında
şiirlerinden
başını
kaldırdığında,
cezaevine
hayatının
yönünü
değiştirecek
yeni bir
konuğun
geldiğini
gördü:
Nazım
Hikmet.
Mehmet
Raşit,
büyük
bir
heyecanla
ve ev
sahibi
inceliği
ile onu
cezaevi
müdürünün
odasının
kapısında
karşıladı.
Bu
tanışmadan
sadece
birkaç
hafta
sonra
Mehmet
Raşit,
Nazım
Hikmet'
in
koğuşuna
taşınmıştı
bile.
Kısa
zamanda
dost
olmuşlardı.
Bu
dostluğa
sığınan
genç
şair,
bir gün
üstadına
şiirlerini
okumaya
başladı
ve hiç
beklemediği
bir
tepki
aldı.
Nazım,
karşısındaki
genç
adam
hangi
şiirini
okumaya
başlarsa
başlasın,
"Kâfi,
bir
başkasına
geçin
kardeşim"
diyordu.
En
sonunda
Nazım
Hikmet,
"Berbat.
Bütün bu
laf
ebeliklerine,
hokkabazlıklara,
affedin
tabirimi,
ne
lüzumu
var?"
deyince
elindeki
şiirlerle
dolu bir
tomar
sarı
kağıt
yere
düşüverdi.
Hayranı
olduğu
Nazım,
hayallerini
yıkmıştı.
Ama,
"Sizinle
yakından
meşgul
olmak
istiyorum...
Yani
kültürünüzle...
Evvela
Fransızca,
sonra
diğer
kültür
bahisleri
üzerinde
muntazam
dersler
yapacağız.
Tahammülünüz
var mı?"
diye
sorunca
Mehmet
Raşit'in
gözlerinde
tekrar
bir umut
ışığı
belirdi.
Artık
cezaevi
koğuşu
onun
için
adeta
bir
okula
dönmüştü.
Her gün
sekiz
saat
aralıksız
ders
çalışıyordu.
Nazım
Hikmet'ten
Fransızcanın
yanında
dünya
edebiyatı,
felsefe,
ekonomi-politik
dersleri
alıyor,
bol bol
kitap
okuyordu.
Bu arada
gizli
gizli
roman
yazmaya
da
başlamıştı.
Bir gün
Nazım'ın
eline,
genç
koğuş
arkadaşının
yazmaya
başladığı
romanının
ilk
sayfaları
geçti.
Bu
sayfaları
büyük
bir
hızla
okuyan
Nazım
Hikmet,
soluğu
Mehmet
Raşit'in
yanında
aldı ve
ona
roman
yazmaya
başlamasını
kendisine
haber
vermediği
için
sitem
ettikten
sonra
okuduklarını
çok
beğendiğini
söyleyerek
öykü
yazması
tavsiyesinde
bulundu.
Mehmet
Raşit'in
öykücülük
serüveni
bu
tavsiyeyle,
yirmi
altı
yaşında,
bir
cezaevi
koğuşunda
başladı.
Fabrikalarda
işçiler
arasında
geçen
çocukluğunun
ve ilk
gençliğinin
sayesinde
genç
yazar,
ırgatların,
işçilerin,
vurguncuların
portrelerini
son
derece
gerçekçi
bir
biçimde
anlattığı
ilk
öykülerini
yazıyordu.
Nazım
Hikmet,
Mehmet
Raşit'in
yazdıklarını
beğeniyordu.
Genç
adamın
Güllü ve
Asma
Çubuğu
adlı iki
öyküsünü
yayımlanması
için
ikdam
Gazetesi'nin
gece
sekreteri
olan
arkadaşı
Kemal
Sülker'e
bir not
eşliğinde
gönderdi.
Notta
genç
yazarın
paraya
ihtiyacı
olduğunu,
bunun
için
telif
hakkı
alınması
gerektiğini
yazıyordu.
Kemal
Sülker,
Mehmet
Raşit'in
öykülerini,
altına
Orhan
Kemal
takma
adını
yazarak
yayınladı.
Mehmet
Raşit
artık
Orhan
Kemal
olmuştu.
Genç bir
şair
olarak
girdiği
cezaevinden,
Orhan
Kemal
adıyla
1943
yılında
bir
öykücü
olarak
çıktı.
Soluğu
memleketi
Adana'da
aldı.
Hamallıktan
sebze
nakliyeciliğine
karşısına
hangi iş
çıkarsa
yapmaya
başladı.
O
günlerde
ilk kez
roman
yazma
fikri de
aklına
düştü.
Hâlâ
cezaevinde
olan
Nazım
Hikmet'e
mektupla
bu
fikrini
açtı.
Ünlü
şairden
gelen
cevap
"hemen
başla"
olunca,
büyük
bir
hevesle
kağıda
kaleme
sarıldı,
ilk
romanı
Baba
Evi'ni
yazmaya
başladı.
Öyküleri
iyiye
gidiyor,
gittikçe
daha
büyük
beğeni
topluyordu.
Ama bu
arada
para
sıkıntısı
da
büyüyordu.
Oğlu
Nazım'ın
dünyaya
geldiği
sıralarda
bir
nakliyat
ambarında
bulduğu
işten de
çıkarıldı.
Öykülerini
yayınlayan
dergilerden
aldığı
telifler,
iki
çocuklu
ailesini
geçindirmeye
yetmiyordu.
Üç ayrı
dernekte
birden
çalışmaya
başladı.
Kâtiplik
yapıyordu
artık.
Tam
işleri
biraz
yoluna
girer
gibi
olmuştu
ki
Demokrat
Parti
iktidara
geldi.
Çalıştığı
derneklerdeki
üç ayrı
işine
birden,
aynı gün
içerisinde
son
verildi.
Orhan
Kemal,
politik
sebeplerle
veyahut
da
kendisinden
boşalacak
yerlere
partililer
yerleştirileceği
için bir
kez daha
işsiz
kalmıştı.
Üçüncü
çocuğu
Kemali
dünyaya
gelmişti
ve para
sıkıntısı
artık
dayanılmaz
boyutlara
ulaşmıştı.
Ona tek
çare
istanbul'a
göç
etmek
gibi
görünüyordu.
Zaten
Adana'da
kalması
için
ısrar
eden,
çok
sevdiği
babası
da artık
hayatta
değildi.
1949
yılının
bu son
günlerinde
hayatındaki
tek iyi
şey, ilk
romanı
Baba
Evi'nin,
Varlık
Yayınları'nca
basılması
olmuştu.
Ama bu
güzel
habere
dahi
doğru
dürüst
sevinemiyordu.
17 Nisan
1950'de
ailesini
de
yanına
alarak
istanbul'a
göç
etti.
Artık
yalnızca
yazarlıkla
geçinmeye
karar
vermişti.
Gelirken
çantasında
yeni
öykülerinin
yanında,
Avare
Yıllar,
Cemile
ve
Bereketli
Topraklar
Üzerinde
adlı
romanlarının
taslakları
da
vardı.
Geride
ise
dededen,
babadan
kalma ne
varsa
bırakmıştı.
Aslında
Orhan
Kemal'e
ailesinden
büyük
araziler
kalmıştı.
Ama o
parasızlığına
rağmen
bu
toprakları
beraber
çalıştığı
işçilere
bıraktı,
istanbul'a
bir
kalem
işçisi
olmaya
geldi.
Bu
onurlu
duruşunu
hayatı
boyunca
sürdürecekti.
En yakın
arkadaşları
Muzaffer
Buyrukçu,
Edip
Cansever
gibi
edebiyatçılardı.
Orhan
Kemal'in,
Adana'da
ilk
gençlik
yıllarında
başlayan
kahvehane
tutkusu
İstanbul'da
da
sürüyordu.
Kasımpaşa,
Fener ve
Eyüp
kahvehanelerine
postu
sermişti.
Bu
kahvehanelerde
insanlarla
tanışıyor,
yeni
romanlarını
düşünüyor,
kurguluyor
ve
yazıyordu.
Çünkü
ona göre
bir
yazar
halkın
içinde
olmalıydı,
halkın
değişimi
ancak
böyle
kavranabilirdi.
Bir nevi
laboratuardı
bu
kahvehaneler
onun
için.
Orhan
Kemal,
İstanbul'da
bu
kahvehanelerde
yazmaya
başladığı
romanlarında,
öykülerinde
olduğu
gibi
işçileri,
köylüleri
yani
emekçileri
konu
etti.
Onları
zaman
zaman
kendi
şiveleriyle
konuşturuyor,
romanlarını
diyaloglar
üzerine
kuruyordu.
Küçük
memurlar,
çalışan
çocuklar,
kötü
yola
düşen
genç
kızlar,
çalışmak
için
kente
göçen
köylüler
onun
satırlarında
hayat
buluyordu.
Onların
gitgide
acımasızlaşan
yaşam
karşısındaki
mücadelelerini
yazarak
aslında
çağdaş
toplum
problemlerine
değiniyordu.
Murtaza,
Cemile,
Bereketli
Topraklar
üzerinde,
Suçlu,
Devlet
Kuşu,
Vukuat
Var,
Gavurun
Kızı
romanlarının
arasında
Murtaza
büyük
ses
getirdi.
Eleştirmenler
Murtaza'nın
bir
başyapıt
olduğu
konusunda
hemfikirdi.
Artık
kitapları
birkaç
baskı
yapan
ünlü ve
başarılı
bir
yazardı.
Hatta
dönemin
sosyalist
ülkelerinde
dahi
tanınıyor,
seviliyordu.
Ama ne
hikmetse
bir
türlü
doğru
dürüst
para
kazanamıyordu.
1957
yılında
önünde
duran
kağıtlara
dördüncü
çocuğunun
doğumu
üzerine
şu
satırları
not
düşmüştü:
"1957
Türkiyesi'nin
pahalılığı
ile alay
eder
gibi,
dördüncü
çocuk
babası
olarak,
yeni
güne
giriyorum.
Hayırlısı."
Şaşılacak
şeydi
doğrusu,
ünlü ve
başarılı
bir
yazardı
ama hâlâ
evinde
bir
sedir,
tahta
masa ve
sandalyeler
dışında
doğru
dürüst
bir şey
yoktu.
Romanlarında
anlattığı
insanlar
gibi
yaşıyordu.
Zaten
hep işçi
mahallelerinde
oturmayı
seçmişti.
Ama her
şeye
rağmen
umudunu
yitirmiyordu.
Evde
şakalaşan,
çocuklarıyla
top
oynayan,
tavla
oynayan
-yenildi
mi
tavlayı
kaldırıp
atan-
hafta
sonlarını
ailesiyle
birlikte
geçirmekten
hoşlanan
iyi bir
aile
babası
olmaya
çalışıyordu.
Çok
geçmeden
kendi
dertlerini
tamamen
unutturacak
bir şey
oldu.
Artık
bir
zamanlar
olduğu
gibi
sabahları
yine çok
erken
kalkıyor,
daktilonun
tuşlarına
daha
büyük
bir
hızla
vuruyor
sonra
türküler
söyleyerek
evden
çabucak
çıkıyordu.
Onun bu
davranışları
tek bir
şeyin
işaretiydi:
Aşkın.
Bir
kitabevinde
tanıştığı
on yedi
yaşındaki
genç
okuruna
âşık
olmuştu.
O ise
tam
tamına
kırk
yedi
yaşındaydı.
Bu genç
kızın
teslim
olmayan
inatçılığı,
dışa
dönüklüğü,
hayata
bağlılığı,
heyecanı
onu çok
etkilemişti.
Ülkü'yle
Orhan
Kemal'in
ilişkisi
uzunca
bir süre
devam
etti.
Ama
Orhan
Kemal en
yoksul
günlerini
paylaştığı
eşi
Nuriye
Hanım'ı
ve
çocuklarını
hiçbir
zaman
terk
etmedi.
Her
zaman
onların
yanında
oldu.
Ta ki
1966
yılında
edebî
sohbetler
için sık
sık
ziyaret
ettiği
Türkiye
işçi
Partisi,
Orhan
Kemal'in
yolunu,
52
yaşında
tekrar
cezaevine
düşürene
kadar.
Partide
toplantı
yaptıkları
7 Mart
1966
günü bir
ihbar
üzerine,
TİP
Fatih
ilçe
Başkanı
Mehmet
Şahin
ile
birlikte
"Hücre
çalışması
ve
komünizm
propagandası
yaptıkları"
gerekçesiyle
tutuklandılar
ve
Sultanahmet
Cezaevi'ne
götürüldüler.
Üç buçuk
ay
sonunda
tekrar
özgür
kalınca
yeniden
kağıda
kaleme
sarıldı.
Birbiri
ardına
yeni
kitaplarını
yazdı.
Artık
eline
fena
sayılamayacak
bir para
da
geçiyordu
ancak bu
kez de
sağlığı
bozulmuştu.
Bir kalp
krizi
atlatmıştı
ve artık
evden
pek
çıkamaz
olmuştu.
Elli beş
yaşındaydı
ama
adeta
yetmiş
yaşında
gibiydi.
Çocukluğundan
itibaren
yaşadığı
zor
hayat
şartları
onu
yormuştu.
Buna
rağmen
Bulgar
Yazarlar
Birliği'nden
gelen
daveti
geri
çevirmedi.
Artık
pasaport
da
alabiliyordu.
Eşi
Nuriye
Hanım'la
birlikte
Sofya'ya
doğru
yola
çıktılar.
Sofya'ya
gider
gitmez
yerleştikleri
otelde
masasının
başına
kuruldu
ve
yazmaya
başladı.
Kelimelerle
oynadığı
Sofya
gecelerinden
birinde
Orhan
Kemal' i
uyku
tutmadı...
Ağrısı
vardı...
Apar
topar
hastaneye
kaldırdılar...
Beynine
giden
damarlardan
biri
tıkanmıştı.
Aslında
Orhan
Kemal'in
vücudu
uzun
zamandır
alarm
veriyordu.
Ama
sonunda
ölüm,
onu
Sofya'da
buldu,
hastanede
geçirdiği
birkaç
günün
ardından
hayata
gözlerini
yumdu...
"insan
dediğin
cart
diye
ölmeli,
altına
oturak
falan
sürülmeden...
Her şey
birdenbire
olmalı...
Böyle
ölmek
isterim...
Kimseye
muhtaç
olmadan..."
demişti...
Öyle de
oldu...
•
72'NCİ
KOĞUŞ'tan
72'inci
Koğuş
kim
bilir
kaçıncı
uykusunda,
horluyordu.
Kaptan,
koğuşun
cezaevi
avlusuna
bakan
penceresine
her
zamanki
gibi
tüneyerek
kalın
bilekli
kollarını
pencere
demirlerine
geçirmiş.
Güzel
Fatma'yı
düşünüyordu:
Demek
Fatma,
Bobi'den
çamaşırların
sahibini
sormuş.
Boğaz
vapurlarında
değil.
Pire,
Napoli,
Marsilya,
Hamburg,
Rusya'ya
uğrayan
kocaman
şileplerde
kaptanlık
ettiğini
öğrenmişti?
Demek
biliyordu
artık ne
adam
olduğunu?
O daha
anasının
memesindeyken,
kahpece
öldürülen
babasının
kanını
yerde
komamak
için
buraya
düştüğünü
bilmeliydi.
Hem
bilmeli,
hem de
öteki
hükümlü
kadınlara,
"Benim
dostum
Kaptan!"
demeliydi.
"Kaptan
ama,
Boğaz'da
çalışan
küçük
vapurlarda
değil,
şileplerde.
Buraya
düşmeden
önce
dünyanın
bütün
limanlarına
yük
taşır,
yolcu
taşır,
liman
meyhanelerinde
kadeh
kırar,
iskemle
devirirdi.
Benim
Kaptan'ım
benden
başkasını
sevmedi
bana
gelinceye
kadar,
istese
onu
sevmeyecek
kadın
yoktu,
istemedi.
Beni
bekledi.
Allah
benim
sevgimi
ben daha
doğmadan
düşürmüştü
yüreğine..."
(...)
Tekin
Yayınevi,
72'nci
Koğuş
Babası
Abdülkadir
Kemali
Bey,
siyasi
muhalif
olmasının
bedelini
çok ağır
ödedi
"...
istersen
ayrıl
benden,
kendine
yeni bir
yol çiz,
beklemekle
geçirme
en güzel
yıllarını.
Çünkü
karıcığım,
biliyorum
ki
buradan
çıktıktan
sonra
daha da
zor ve
yoksulluk
içinde
geçecek
hayatımız"
Kahvehaneler,
Orhan
Kemal
için bir
çeşit
laboratuardı
Yayımlandığında
büyük
ses
getiren
Murtazanın
bir
başyapıt
olduğu
konusunda
bütün
eleştirmenler
hemfikirdi
|