Milliyet Sanat-Mart 2007
A.Ömer Türkeş
Çağdaş klasik yazarları yayımlamaya başlayan Everest Yayınları, açılışı bu ay Türk edebiyatının usta yazarı Orhan Kemal ile yapıyor. “Gurbet Kuşları” ile “Müfettişler Müfettişi”nin gözden geçirilmiş, özenli baskılarının okurla buluşmasını vesile edip Orhan Kemal’i bir kez daha saygıyla anmak istedik...
Türk romanı Orhan Kemal’in yokluğunu çekiyor
İlk romanının yayımlanmasının üzerinden neredeyse altmış yıl geçmiş, ölümündense yaklaşık kırk yıl; ama Türk romanında Orhan Kemal efsanesi varlığını bütün canlılığıyla sürdürüyor. Geçim sıkıntıları nedeniyle iyisiyle kötüsüyle otuza yakın roman, üç yüze yakın hikâye üreten Türk romanının bu büyük ustası; akıcı, basit, sade ama derinlikli anlatımıyla 1950’lerden ‘70’e kadar Cumhuriyet toplumunun gerçek hikâyesini yazan Orhan Kemal, anlatımıyla örtüşen dünya görüşüyle, kaderini yoksul kitlelerle bağlayan aydın duruşuyla, hiç yitirmediği inancı ve yaşama sevinciyle edebiyatımızın en dikkate değer, en heyecan ve hayranlık uyandıran isimlerinden birisidir.
15 Eylül 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü’ydü. Babası Abdülkadir Kemali Bey, Birinci meclis’te milletvekilliği, 3 Mayıs 1920’de Vekiller Heyeti’nde Adliye Bakanlığı yapmış, 26 Eylül 1930’da Adana’da Ahali Cumhuriyet Fıkrası’nı kurmuştu. Partisi Muhalif görüşleri nedeniyle kapatılınca ailesini de yanına alıp Suriye’ye kaçtı(1931). Hem Orhan Kemal’in eğitimi yarım kalmış hem de ailecek yoksulluğa düşmüşlerdi. Suriye ve Lübnan’da bir yıl kadar yaşayan Orhan Kemal, Türkiye’ye döndü.
Hayattan edebiyata
Adana’daki hayat da kolay değildi; çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık, kâtiplik, ambar memurluğu yaptı. 1938’de askere gittiğinde mahpuslukla tanıştı. “Yabancı rejimler lehine propaganda ve isyana muharrik” suçundan yargılanarak, 27 Ocak 1939’da beş yıl hüküm giydi. Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde yattı. 1940 yılı kışında Bursa Cezaevi’nde Nâzım Hikmet’le tanışması kaderini değiştirecekti; şiir ve hikâye yazmaya onun teşvikiyle başladı. Ne var ki geçimini sadece yazdıklarıyla temin edecek durumda değildi. Hamallık da dahil olmak üzere pek çok yıpratıcı işte çalıştı. Üstelik mimlenmişti de... 1951’de ailesini de yanına alarak İstanbul’a göç etti ve bundan böyle yalnızca kalemiyle geçindi. 7 Mart 1966’da bir ihbar üzerine ‘hücre çalışması ve komünizm propagandası’ yaptığı gerekçesiyle yeniden cezaevine düştü Orhan Kemal’in yolu. 13 Nisan 1966’da serbest bırakıldı. Artık yıpranmıştı Türk edebiyatının büyük ustası. Bulgar Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak gittiği Sofya’da, tedavi edilmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970’te öldü.
“Baba Evi”(1949), “Avare Yıllar”(1950), “Cemile”(1952), “Dünya Evi”(1960) ve “Arkadaş Islıkları”(1968) romanlarından oluşan ve otobiyografik özellikler taşıyan “Küçük Adam” dizisi, 1914-1940 yıllarını kapsar; “Baba Evi”nde yazarın çocukluk dönemi, Suriye’ye göç, Lübnan’da çekilen yoksulluk ve Adana’da sürdürdüğü başıboş gençlik günleri, “Avare Yıllar”da aile desteğinden mahrum genç adamın bütün yoksulluk ve adaletsizliğe rağmen yaşama sevincini yitirmeden verdiği hayat mücadelesi, “Cemile”de küçük adamın evleneceği güzel Boşnak kızı üzerinden işçi mahallelerinde ve fabrikalarda sürüp giden acımasız koşullar, “Dünya Evi”nde ise gençlerin toplumsal koşulların tüm olumsuzluklarına karşı direnerek sürdürdükleri evlilikleri anlatılır.
Yazının başında özetlediğim zorluklarla dolu hayatın Orhan Kemal’in zihninde derin izler bıraktığı, “Küçük Adam” dizisindeki romanlarda izlediğimiz dramatik kesitlerden anlaşılıyor. Ancak diğer hikâye ve romanlarında da görüleceği gibi, sefaletin kıyısındaki insanları yaşadıkları mekânlar ve sahip oldukları eşyalarla birlikte olanca çıplaklığıyla sergilerken iyimser bakışını hiç yitirmez yazar. Okuduğumuz art arda sıralanan felaketler antolojisi değildir; acılarla birlikte sevinçler, yoksul insanlara soluk aldıran küçük mutluluklar, aşklar, ilk cinsel deneyimler, eğlenceler, kötülere karşı dostluk ve dayanışma duyguları da vardır. Üstelik bütün bunlar Adana’nın meyhaneleriyle, genelevleriyle, o yıllardaki toplumsal hayatıyla birlikte canlandırılmıştır.
Çukurova romanları
Orhan Kemal, yoksulluğun sınıfsallığını vurgulamaya Çukurova gerçeğini işlediği romanların ilki olan “Bereketli Topraklar Üzerinde”(1954) ile başlar. “Memleketimizin insanlarının kalkınmasını, refahını, yükselmesini istedim. Bu işin de köyden başlaması kanısına vardım” düşüncesiyle yazılan “Bereketli Topraklar Üzerinde”de yoksulluk, emeğin üzerindeki sömürünün zorunlu bir sonucudur. Yoksul köylerinden kalkıp çalışmak için Çukurova’ya inen üç garip köylünün hikâyesini anlatan bu romanında, girdikleri her işte acımasızca sömürülen, kente geldiklerinde horlanan, alay edilen, kendileri gibi sefalet içerisinde yaşayan insanlara sığınan, ama biri dışında ayakta kalmayı beceremeyen köylüler kadar toplumsal ve ekonomik hayat da çok iyi gözlemlenmiş, tarımsal alandaki değişmeler –özellikle makineleşme- eksiksiz kaydedilmiştir.
Pek çok edebiyat incelemesinde yazarın en iyi romanı olarak kaydedilen “Bereketli Topraklar Üzerinde”, acımasız koşullarda insanın geçirdiği değişimi, giderek sadece ilkel güdülerini doyurmaktan başka bir şey düşünmeyen bencil yaratıklar haline gelişlerini çarpıcı sahnelerle yansıtır. Gözler önüne serilen tablo Hugo’nun “Sefiller”i ya da Zola’nın “Germinal”i kadar dehşet vericidir. İyi-kötü ayrımı kalmamıştır; an gelir, erkekler cinsel açlıklarını köreltmek için hastalıktan kırılan bir kadına uçkur çözer, an gelir ölüm döşeğindeki arkadaşlarını sırtlarında taşırlar. Erkeklerin karşılaştıkları sömürü ve eziyet, kadınlar söz konusu olduğunda daha da dayanılmaz bir hal
alır. Etraflarını kuşatan erkekler arasında hiçbir güvenceleri yoktur, fiziksel güçleri yoktur, barınacak evleri ve umutları yoktur; “... gövdeleri, bir anlık dostluk, bir lokma ekmek, bir kaç kuruş para vaadi karşılığında herkese açık olan, üzerinde herkesin hak yürüttüğü ve istediği sürece hakimiyet kurduğu alanlara dönüşmüştür”.
Orhan Kemal, “Vukuat Var”(1958), “Hanımın Çiftliği”(1961), “Eskici ve Oğulları” (1962) ve “Kanlı Topraklar”(1963) romanlarında da aynı temayı işlemeyi sürdürür. Adana çevresindeki toprak ve fabrika işçilerinin hayatları Çukurova’daki siyasal, ekonomik ve toplumsal değişimlerle, tarım ve sanayideki gelişmelerle paralellik içerisinde, ama romanın merkezine daima insani dramlar konularak canlandırılmıştır.
Güçlüyü daha güçlü kılan tek parti yılları, umudu temsil eden DP iktidarı, DP’yi köylü yanlısı belleyen ve ağanın el koyduğu toprakları geri almayı hayal eden köylünün DP’nin gerçek sınıfsal yapısını fark etmesiyle başlayan düş kırıklığı, toprak zenginlerinin komik modernleşme girişimleri, zenginlere yaranmaya çalışan ve o yılların yükselen değerlerine sarılan taşra politikacıları, çevrenin merkeze karşı refleksleri, lümpenlerin hırsı, köylülerin boyun eğmişliği ve geleneksel ilişkilerin kapitalizme doğru evrilmesi gibi birçok meseleye değinir.
Kent ve yoksulluk
1960’lı yıllara kadar Türk romanında zenginlik-yoksulluk karşıtlığı, en çok ‘köy romanı’ olarak adlandırılan akım içerisinde işlenmiş ve söz konusu karşıtlık, bir önceki dönemin kötülük-iyilik çiftinin yerine geçen ezen-ezilen ilişkisinin simgesine dönüşmüştür. Yoksul halk ve onun yanındaki aydının bir tarafta, zengin kesim ve siyasal iktidarın öte tarafta olduğu bir mücadelenin dile getirildiği özel bir alandır toplumcu romanlar. Ve Türk romanında toplumsal gerçekliklerle yoksul insan hayatlarından söz ediyorsak eğer, Orhan Kemal’e ayrı bir sayfa açmak gerekiyor. Çünkü o, gerek ilk romanlarında sözünü ettiği çocukluk ve gençlik anılarını, gerek Çukuova’yı anlattığı ikinci dönem romanlarını ve gerekse de İstanbul’un kenar mahallelerinde geçen son romanlarını hep aynı kesimden insanlara, maddi hayatın ezdiği dar gelirli ve yoksul insanların ayakta kalma savaşlarına, umutlarına, sessiz bir öfkeyle katlandıkları kaderlerine ayırmış, işçilerden, köylülerden, küçük esnaf ve zanaatçılardan, dar gelirli memurlardan, işsiz güçsüz serserilerden, sokak çocuklarından, hayat kadınlarından derlenmiş şahıslar kadrosunu zaman zaman zengin kesimden insan tipleriyle zenginleştirmiştir.
Orhan Kemal, sosyalist sözcüğünü kullanmanın sakıncalı olduğu yıllarda kendilerine toplumcu gerçekçiliği yakıştıran kuşağın en etkili isimlerindendi. 1950’li yılların Türkiyesi’nde yoksulluk ve zenginliğin ifade ettiği anlam ve karşıtlıkları kimi zaman mekânda, kimi zaman tarlalarda, bazen fabrikalarda, hapishanelerde, Yeşilçam kapılarında ve yüksek tahsil etrafında, bireysel dramların ardındaki ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümleri ihmal etmeden ve fukaralık edebiyatına kaçmadan kolaylıkla özetleyiverir. Maddi sorunlardan söz edilmesi doğrudan açlıktan, sefaletten dem vurulması demek değildir, sosyal dengesizlik ve onun yarattığı acılar roman kişilerinin bireysel kaderlerinde ve tutkularında çıkar ortaya.
1950’li yılların sonlarından başlayarak, İstanbul’un kenar mahallelerindeki işçilerin, aşağı tabaka insanlarının yaşama savaşını yansıttığı romanları arasında en önemlileri “Devlet Kuşu”(1958) ve “Gurbet Kuşları”dır(1962). İlkinde, fakir mahallelerdeki değişimi, apartman sahibi olmanın temsil ettiği anlamı, lümpen proleterin oluşumunu anlatan Orhan Kemal, “Gurbet Kuşları”nda, kente göçü, gecekondulaşmayı, köylünün şehirde tutunma çabalarını, zenginlerin karşısındaki ezikliğini, giderek yozlaşmasını ve sömürü çarklarının işleyişini sergiler.
Edebi açıdan başarılı bulunamayack romanlarında bile alt sınıfların temsili eksiksizdir. Kadın erkek,çoluk çocuk emeğiyle geçinmeye çalışan yoksul insanları, köyden kente göçü, ırgatlıktan işçiliğe geçişi, gecekondulaşmayı, köylünün şehirde tutunma çabalarını, yozlaşmasını, sömürü çarklarının işleyişini anlatırken karşılaştığımız kesif yoksulluğa ve vahşi sömürüye rağmen, insanlara daima umutla ve iyimserlikle bakmıştır.
Fethi Naci’nin sözleriyle; “Türk romanında bir ‘Orhan Kemal bakışı’ vardır. O, her insanda, her şeye rağmen aydınlık bir yan, temiz, insani bir yan bulunabileceğine inanır. Bunu eserlerinde gösterirken, anlattığı toplumsal, ekonomik şartlara kimi zaman boş verdiği bile olur(...) Severek, kahrolarak baktığı belli olan insanları, hoşgörüyle ama olduğu gibi gösterir. Onların birbirlerine güvensizliklerini, yalancılıklarını, birbirlerini gammazlamalarını, gösterişçiliklerini, palavra atışlarını, ilkel egoizmlerini bütün çıplaklığıyla gösterir”. En kara anlarda bile gülünecek durumlar yaratması, hem anlatısının ironikliğinden hem de toplumsal çelişkilerin trajikomik yanlarını göstermek istediğindendir.
Hem karakter hem tip
Orhan Kemal’in çok inandırıcı insan tipleri yaratabilmesinin nedeni, anlattığı insanları hem gerçekten tanımasında hem de onlara hareket özgürlüğü tanıyan, kendi kendilerini ifade etme imkanı veren karşılıklı konuşma ağırlıklı anlatı tekniğinde aranmalıdır. Çok kolay okunur, ilk bakışta çok basitmiş gibi görünür Orhan Kemal romanları. Yukarıda sıklıkla vurguladığım toplumsal gerçekler hikâyeye bir anlatıcı aracılığıyla sokulmaz, kişilerin ruh tahlilleri ya da sayfalar süren mekân tasvirleri de yoktur. Sanki yazar aradan çekilmekte, roman kişilerinin yaşadıklarını gözlemlemektedir. Bu durumda olup bitenlerin aktarılması kişilerin yalın ve gerçekçi iç konuşmalarına ve diyaloglarına bırakılmıştır. Karşılıklı konuşmalarla bir durumu, bir davranışı, bir çelişkiyi sergilerken roman kişilerinin ruhsal durumunu iç konuşmalarla dışa vurur. Siyasal, toplumsal ve ekonomik derinliği sağlayan da yine büyük bir anlatım gücü taşıyan bu konuşmalardır. Böylelikle hem karakter hem tip özelliğine sahip roman kişileri yaratmıştır.
Atmosfer yaratma, eşyalar, mekânlar ve yoksulların yaşam koşullarını canlandırmadaki ustalığı da dikkat çekicidir. Orhan Kemal, roman kişilerinin hayatlarını kendine özgü kısa ve özlü anlatımla verir: “Eğri büğrü evler; çürümüş, akan damlar; yetersiz beslenme; uykusuzluk ve insanı yıpratan uzun çalışma saatleri. İşte işçiler fabrikaya gidiyorlar; evlerinin çürük kapıları şak diye kapanıyor ve yağmurlu gecenin soğuk karanlığına erkekler, kadınlar, çocuklar, uykularını doğru dürüst alamamış, iyice dinlenmemiş insanlar soğukta titreşerek arka arkaya sokağa dökülüyorlar. Birçok kişinin birarada kaldığı evlerin daracık avlularında toplanıyor, sonra sokağa akıyorlar; başka avlularda oturanlar da gelip onlara karışıyor; kalabalık çığ gibi büyüyerek fabrikaya yollanırken onların çalışma koşulları hakkındaki bilgiler metinde, şuraya buraya serpiştirilmiş ayrıntılar ve kısa tasvirlerle çarpıyor gözümüze.”
Bu dünyanın günümüz romanlarında tasvir edilmemesi yanıltmasın. Orhan Kemal’in insanları şimdilerde çok daha kötü mekanlarda, çok daha ağır koşullarda yaşıyorlar. Çok daha yoksullaşmış durumdalar. Türk toplumu ve romanı Orhan Kemal’in yokluğunu çekiyor...