SPOT: Orhan Kemal’in eleştirel gerçekliğe çok yakın görünen gerçeklik anlayışını, “insani gerçeklik” biçiminde adlandırmak mümkündür
Orhan Kemal, öykülerinde konu edindiği ve pek çok ayrıntısıyla çizdiği halktan insanları, kimi zaman varlıklı çevreler, kimi zaman iki yüzlü aydınlar arasında gezdirir ve onların kokuşmuş saydığı aydınlarla karşılaşmalarını eleştirel bir dille yansıtır.
Orhan Kemal’in öykülerini, işlediği konulara göre gruplandırmak mümkündür:
1) Çocuk öyküleri: Bu tür öykülerde çalışmak zorunda kalan ve sokakta yaşayan çocuklar konu edilir. (“Sevinç”, “İki Kız”)
Çocuk kahramanların işlendiği öykülerde toplumsal koşulların birbirlerine yabancılaştırdığı büyükler ve küçükler vardır. Çocuklar bu öykülerde masumiyeti ve saflığı temsil ederken büyükler, kirlenmiş ve yozlaşmış bir dünyanın parçasıdır.
2) Hapishane öyküleri: Kimi zaman haksız gerekçeler ile hapsedilmiş savunmasız insanların, kimi zaman da hakkını ararken suç işleyen insanların trajik öyküleri konu edilir. (“Ayşe ile Fatma”, “Eski Gardiyan”)
3) İşçi öyküleri: Orhan Kemal’in sayıca en çok öyküsünü oluşturan bu grup Çukurova’dan başlayarak İstanbul’a uzanan çizgide işçilerin yaşamı, beklentileri, hayalleri ve hayal kırıklıkları anlatılır. (“Çamaşırcının Kızı”, “Duvarcı Celal”, “Çöpçü”)
4) Küçük insan öyküleri: Sarhoşlar, dilenciler, yoksul, kimsesiz insanlar bu grup öykülerin temasını oluşturur. (“Dilenci”, “İki Kız”, “Sarhoşlar”)
Küçük insanlar Orhan Kemal öykülerinin vazgeçilmez unsurudur.
5) Aşk öyküleri: Orhan Kemal öykülerinde çok sık rastlanmayan aşk temasına ilk olarak Arka Sokak adlı kitapta rastlamaktayız. Orhan Kemal, aşkı bir duygu olmaktan çok yaşanması gereken bir durum olarak aktarır.
6) Hastane Öyküleri: Sabahattin Ali’nin öykücülüğünde de önemli bir yer edinen hastane, Orhan Kemal öykülerinde daha çok kişisel tanıklık olarak yer alır. (“Ameliyat”, “Hastane Notları”, “Hastahaneden Çizgiler I-IV”)
Orhan Kemal öykülerinde insanı çok üzen, hatta kimi zaman öfkelendiren durum ve olaylar anlatılır; ancak onun anlatımı okurun bu olaylar karşısında buruk bir tavır takınmasına neden olur. Bu burukluk, anlatılanların hem komik hem trajik olmasından geldiği gibi, yazarın anlatırken seçtiği tarafsızlıktan da kaynaklanır.
Orhan Kemal öykülerinin temel özelliği “sorunların gösterilip çözümlerin üretilmemesidir”. Bu özellik öykü kahramanlarının yaşam karşısındaki tavırlarına dönüşür ve özellikle öykü kahramanlarının büyük çoğunluğunu oluşturan İstanbul’daki taşralılar pasif, hareketsiz ve yığın olarak kalmasına yol açar.
Orhan Kemal’in öykücülük anlayışını iki dönemde ele almak mümkündür: 1942–46 yılları arasında yazdığı (özellikle “Ekmek Kavgası”) öykülerde saptama - sergileme ağır basmaktadır. 1946’dan sonra yazdığı öykülerde ise sorunları ortaya çıkararak olguların açmazı üzerinde düşünmemizi sağlar. Şükran Kurdakul bu dönem öykülerinde çözüm yolu olduğunu savunsa da bu görüşe katılmak pek doğru değildir.
“Bir Ölüye Dair” adlı öyküde, Zehra adlı genç kız yaşadıkları sonunda intihar eder. “Celfin Eti ” adlı öyküde ise veremli işçi “Allah’ım ne kötülük ettim sana ?” sorusuyla isyan eder. Şükran Kurdakul bunların birer çözüm olduğunu belirtse de sanırım bunları çözüm değil; bilakis çözümsüzlük olarak değerlendirmek gerekecektir.
Orhan Kemal sanat anlayışını, “Hikâye, roman ve tiyatro oyunlarında bozuk düzenimizin nedenlerini insanlarımıza göstermek, onları uyarmak, gösterip uyarmakla kalmayıp bozuk düzeni düzeltmeye çaba göstermelerini anlatmaya çalıştım” biçiminde özetlemektedir.
Bu sözlerden (de) yola çıkarak Orhan Kemal’i toplumcu gerçekçi bir yazar olarak değerlendirmek mümkündür; ancak; bu yargıya varmadan önce sorulması gereken bir sorular vardır. Birincisi, toplumcu gerçekçi yazar mı vardır yoksa toplumcu gerçekçi eser mi? Yani Toplumcu gerçekçi olan sanatçı mıdır yoksa yapıt mıdır? Ben bu ilk soruya toplumcu gerçekçi olanın yapıt olacağı yanıtını vererek ikinci soruyu yanıtlamaya çalışacağım: Toplumcu gerçekçi bir yapıt nasıl olmalıdır? Karl Radek’e göre , toplumcu gerçekçi yapıt, yazarın hayatta gördüğü ve eserinde yansıttığı çelişkilerin nereye varacağını belirtmelidir.
Toplumcu gerçekçi yapıtlarda değinilen sorunların, çözülmesi ya da en azından çözüm için bir öneri getirilmesi beklenir. Sadece sorun tespit etmek ise sosyal eleştiridir ve olsa olsa eleştirel gerçeklik içinde kendine bir edinebilir.
Çok yakın kavramlar olan ve iç içe geçen « toplumcu gerçeklik » ile « eleştirel gerçeklik » birbirinden nasıl ayrılacak sorusuna Berna Moran şöyle yanıt vermektedir : “Toplumcu gerçeklik ancak sosyalist bir toplumda uygulanabilir bir yöntemken eleştirel gerçeklik sosyalist olmayan toplumlarda da uygulanabilir.”
Bütün bu bilgiler ışığında ve öykülerde sunulmayan çözümlere bakarak Orhan Kemal’in gerçeklik anlayışını dikkatle ele almak gerekmektedir. Eleştirel gerçekliğe çok yakın görünen bu “realite” anlayışını “insani gerçeklik” olarak adlandırmak mümkündür.
Öykülerde İstanbul’daki taşralıların ortak özellikleri şunlardır:
1) Zor bir yaşam geçirirler ve sürekli çalışırlar. Nerede, ne kadar ve nasıl çalıştıkları önemli değildir.
2) Öykü kahramanları, içinde bulundukları durumu sorgulamaz. Sorgusuz sualsiz bir biçimde içinde bulundukları durumu kabullenirler
3) Çok az sayıdaki kahraman yaşamını değiştirmek için çaba göstererek alınyazıları ile savaşa girer.
4) Kahramanların neredeyse tamamı işsiz kalma korkusu taşıdığı için çözüm önerilerini ve sıkıntılarını iç sesleriyle dile getirirler. Bu nedenle öykülerde diyalogdan çok monologa yer verilmiştir.
5) Öykülerdeki tüm kahramanlar her an her yerde karşımıza çıkabilecek basit insanlardır.
Orhan Kemal öykülerinin başarılı yanlarından biri de seçtiği kahramanları kendi yaşam biçimlerine çok uygun bir biçimde canlandırmasıdır. Bu, hem edebiyatta benimsediği gerçeklik anlayışına çok uygun bir tavır hem de yazar olarak topluma tuttuğu aynadan yansıyanların kendisine nasıl göründüğünü ortaya koyar.
Orhan Kemal, her gün duyduğumuz sözleri, şiveleri, güldürücü deyişleri, küfürleri bir meddah ustalığıyla öykülerine aktarır. Öykülerdeki sürükleyicilik anlatımda benimsenen doğallık ve gerçeğe uygunluktan ileri gelir.
Öykü kahramanlarından bazılarına dikkat edecek olursak, “Çamaşırcının Kızı” adlı öyküde kahraman, kente göç etmiş orta sınıftan bir genç kızdır ve artist olmak hayalleri ile yaşar. “Kötü Kadın” adlı öyküde büyük kente neden geldiğini bilmeyen bir kadın, günlerden beri aç olan karnını doyurmak için bir simit karşılığında vücudunu satmaktadır. “Dilenci”de oğluna gönderdiği para postada kaybolan üstü bşı pejmürde olduğu için dilencilikle ve yalancılıkla suçlanan yoksul bir adam anlatılmaktadır. “Sevinç” adlı öyküde ise bir vapurda akrobasi hareketleri yaparak para kazanan kız çocukları anlatılır. Nevin adlı küçük kız babasından yediği feci dayak sonuncunda bir gözünü kaybetmiştir. “Çöpçü”de işten çıkarılan bir sokak çöpçüsünün yakın çevresindeki insanlardan ilgi beklemesi ve yardım istemesi ile kimsenin onunla ilgilenmemesi sonucunda yaşadığı hayal kırıklığı işlenir.
Orhan Kemal öykülerinde İstanbul’daki taşralılara baktığımızda dikkatimizi çeken birkaç noktayı vurgulamak gerekir:
1) Günümüzde kent varoşları olarak anılan yerleşim yerlerindeki insanların sorunları henüz 1940’lı yıllarda Orhan Kemal tarafından tespit edilmiştir.
2) Büyük kentin dışında yaşayan, kente yabancı olan bu insanlar, kendi dünyalarında mutlu gibi görünseler de gerçekte çok mutsuz ve perişan bir durumdadır.
Babil Kulesi’ndeki kısa öyküler, fotoğraf gerçekliği ile İstanbul sokaklarında dolaşan bir kameramanın görüntüleriyle İstanbulluları anlatır. Söz konusu gezinti yeri, Beyoğlu ve çevresidir. Babil Kulesi’nde öykülerin adları, kişilerin belirgin özelliklerine göre seçilmiştir, daha doğrusu bu kısa öykülerde, kişilerin bir özellikleri (ya da onları en çok temsil eden özellikleri) öne çıkarılmıştır: Berber, Adam, Enayi, Bestami Efendi, Akşamcı, Öteki (Şen Dul). Bu kitaptaki öykülere bakıldığında Orhan Kemal’in İstanbul insanına bakışı değişmiştir. Ya da İstanbul insanı değişmiş ve onun öykülerine yeni halleriyle girmiştir. İstanbul’daki taşralılar artık İstanbullu olmuş hatta “Berber” öyküsündeki berberin müşterisine “Söz söyleyen insanın sözü kesilmez, ayıptır. Büyük şehirde yaşıyorsunuz!” dediği gibi, büyük şehirde yaşamamın kendilerince bir yolunu bulmuş ve yordamını öğrenmişlerdir.
Orhan Kemal’in öykülerini toplum hayatımızdaki değişimi gözlemek açısından okuduğumuzda, başta İstanbul olmak üzere pek çok büyük şehirde yaşanana değişimin (yozlaşmanın) nedenleri üzerinde bir kez daha düşünmek mümkün olacaktır.