ORHAN KEMAL’İN ROMANLARI
I
Orhan Kemal’in romanlarının bir bölümü kendi yaşamından bazı kesitler yansıtır. Sonra gittikçe geniş boyutlar kazanan konular Çukurova’ya, Çukurova emekçilerine; oradan da İstanbul’a değin uzanır. Bu genel çizgi içinde irili ufaklı, kadınlı erkekli bir yığın insan; iyi kötü, mutlu mutsuz yaşamlarıyla okuyucuların gözleri önüne serilir.
Burada, Orhan Kemal’in tüm romanlarını değil de, bir gurup romanından yola çıkarak en belirgin çizgileriyle üç insan kesitini vermeğe çalışacağız. Bunu yapmaktan amacımız, yazarın büyük bir ustalıkla yarattığı bu insan tiplerinin hâlâ toplumumuzda etkin kişiler oluşları ve zaman zaman toplumsal yapıyı temelinden sarsmalarıdır. Orhan Kemal, bu tipleri yaratırken kendine özgü gülmece anlayışından da yararlanarak, biraz abartmaya kaçmamış değildir. Bununla birlikte çevre gözlemlerinden yola çıkarak ortaya koyduğu bu insanların gerçekçi bir anlatımla okuyucuya tanıtılması, yazarın gözlemci yanının ne denli güçlü olduğunu da kanıtlamaktadır.
Orhan Kemal’in en başarılı kişilerinden biri hiç kuşku yok ki ..Müfettişler Müfettişi” adını verdiği Kudret Yanardağ’dır. Biribirini izleyen iki romanda ele aldığı bu kişiyle, 1940-1950 yılları arasındaki toplumsal oluşumumuzla birlikte, 1950 sonrası çok partili sisteme geçişte yaşanacak çelişkilerle ilgili önemli ipuçları da verir.
Müfettişler Müfettişi’ni ilk olarak bir Anadolu kasabasında görürüz: “ ... Küçük şaraphane gecenin dokuz buçuk sarhoşluğundan ayılıp içeri girene baktı bakmasıyla da elinde olmayarak toparlandı: Vay anasını! ... Kimdi vali, millet vekili, parti başkanı, belki de bakan yapılı bu adam? Kahverengi rölöve şapkası, çizgili kahverengi kostümü, kolalı yakasına irice bağlı, siyah kırmızı kıravatı... kim bilir ne türlü evraklar bulunan şişkin çantası... (S. 5)”
Kudret Yanardağ’ın macerası bu kentte böyle başlıyor. Kimdir, nedir? Ne işi vardır bu zamanda şaraphanede? Bu soruları yanıtlamadan önce Orhan Kemal’in şu tümcelerine dönelim: “Buyurun Beyefendi!... Beyefendi değil bu şaraphane, değil bu şaraphanedekiler, bu şehrin valisi, emniyet müdürü, jandarma kumandanını, boy boy, çeşit çeşit avukatları, hakimleri, lise, öğretmen okulu, sanat enstitüleri öğretmen ve müdürlerini, iş adamlarını filan hiçe sayabileceğini belirten bir çalımla bakmadı bile ... çift kösele sarı iskarpinlerini şaraphane betonunda zıııt zııııt zııııt... diye hiç ama biç kimseye bakmadan, ta dibe, dipteki peykenin yanma gitti. Durdu ... (S. 5)”
Evet, şimdi sorumuza dönebiliriz: Bu sağı solu inceleyen, bakışlarından her şeyde bir kusur, bir çarpıklık olduğunu çekinmeden çevresine yansıtan bir tavır takınır, hatta bunu açıkça söyleyen bu adam kimdir? “Bu ne pislik” ya da ,”Bu ne rezalet? (S. 6)” gibi sorular sorarken şaraphane işçilerinden patrona değin herkes merakla, ilgiyle ve korkuyla izlemektedirler onu. Adam en can alıcı olanı, en işe yararı bulma, ele geçirme çabasındadır belli etmeksizin.
“Hangi partidensin? ... Kimliği üzerinde kesin bir yargıya varamadığı ama sağlam, dişli bir kodaman olduğu zerrece şüphesi kalmayan şarapçının elindeki şarap dolu bardak titriyordu. İktidar partisinin adını kekeledi. Kodaman ani, sert, hatta heyecanlı bir dönüşle burun buruna geliverdi şarapçıyla, başladı; Pekiyi ... bu muhterem, bu çok muhterem zevatın manevi huzurunda utanmıyor musun ki, bu muhtelif partili mecburiyeti içinde partinin aziz liderlerinin resimlerini şu müstekreh duvara layık görüyorsun? ... Sorarım sizlere muhterem vatandaşlar: Haksız mıyım? ...” Ardından son darbelerden birini indirir: “Demek bu gayri sıhhi, pis yerde müstekrah şaraplarla yurttaşları zehirlemek bahasına para kazanıyorsun? Bu mu yurttaş sevgisi? Vatanperverlik bu mu?” (S.78)
Anadolu’nun kendi yazgısına boyun eğmiş bu kentinin, bu pis şaraphanesine gelip sağı solu acımasızca eleştiren adama, “ben sıradan bir vatandaşım” dese kim inanır? Ona bir ad bulmalıdır. “Herif sağlam esaslı bir arkadaş ... Kodaman! Sağlama! ... Sağlama ya nerenin kodamanı? ... Nerenin olursa olsun kodaman ya! ... Belki de belediyenin yeni sağlık müfettişi! ... Yok canım! ... Niye? ... Kalıbını görmüyor musun? Vekil, vükelâ kalıbı! ... Herif sapına kadar partili! ... Ya millet vekiliyse? ... Dur hele! Bakan makansa? (S. 10-11)
İşte ardından söylenen kuşkulu sözler. Şaraphaneden sonra kentin her yerinde söylenir bu türden sözler. Tabii bu ara Müfettişler Müfettişi’nden kurtulmanın bir yolu vardır. Rüşvet vermek! Ve bir “afet gibi” çöker kentin üstüne. Şaraphanen’in ardından otel, lokanta sıradadır teftiş için.
Müfettişler Müfettişi’nin yaşam serüvenine geçmeden önce şunu hemen belirtelim: O, koşulların yarattığı biridir. Biz Kurdet Yanardağ’ın daha gerçek olanını o ılların İstanbul’da dillere destan adlarıyla biliyoruz. Sattığı kulelerle, köprülerle efsaneleşen Sülün Osmanlar yaşamıştır bu kentte. Orhan Kemal’in hayal gücünü, böylesi bir malzemenin harekete geçirdiği muhakkaktır. Orhan Kemal’in hayal gücü, bu adamı alıp, Anadolu’nun bir kasabasına getirirse, olacakları tahmin edin! Ardından hemen soralım: Günümüzde yasaların gölgesine sığınarak Sülün Osmanlar’a Kudret Yanardağlara parmak ısırttıranlar yok mudur? Elbette var! Bugün, toplumun o günkü yapısını göz önüne almadan bu insanlara nasıl gülünüyorsa; yarın da çağımızın Kudret Yanardağları’na böyle gülünecektir. Günümüzdeki modern soyguncuları ebette kişiler değil. Artık Sülün Osmanlar’ın, Kurdet Yanardağlar’ın yeri, yarı tebessümle andığımız anılarda kalmıştır.
Kudret Yanardağ’ın iki yaşamı vardır: Her iki romanda bu iki yaşam kesin çizgilerle belirginleştirilirse de, aslında birbirinin içindedir. O denli iç içedirler ki hiç umulmadık bir anda biri, diğerinin nedeni ya da sonucu oluveriyor.
Kudret Yanardağ’ın birinci yaşamı, Müfettişler Müfettişi olduğu çevrededir. Aslında kahramanımız öyle “müfettişim” filan demez kimseye. Her zaman yineleyip durduğu bir söz vardır” ... Milyonlarca yurttaştan biriydi. Anayasanın bütün yurttaşlara tanıdığı gezi hürlüğünden faydalanarak istediği yeri gezip görebilirdi. Hatta bununla da kalmaz, yurdunu seven bir medeni insan gibi buralara Belediye Sağlık Ekipleri’nin uğrayıp uğramadığını da öğrenmek isteyebilirdi... (S. 184)” Bu türden davranışları elbette çevreyive insanları kuşkulandıracak; yürüyüşü, konuşması, herkese tepeden bakışı... kişiyi ister istemez ona karşı çekingen, saygılı yapmağa yöneltecektir. Yani Kudret Yanardağ, “Müfettişler Müfettişi” olmak için öyle pek büyük çaba harcamaz.
Kahramanımızın geçmişi, öğrencilik yıllarına iner: “...927 ya da 928 lerdeydi... annesi orta mektep diploması almasını sağlamak için... Kudreti dışardan sınava girmeğe razı etmişti... (S. 184)” Fakat daha salona girer girmez başta okul müdürü, hocalar, öğrenciler gene müfettiş sanmışlar ve hep birden ayağa kalkmışlardır. O da hiç bozmadan “buyurun, devam edin!” demiş. “Sınava devam edilmiş ... sınav bir süre izlemiş, sonra da geldiği gibi çıkıp gitmişti... (S. 186)”
Orhan Kemal, birçok esprileri klasik oyunların değişik uyarlamasıyla kaleme alıp, romanını zenginleştirirken, ortaoyunundan da bazı esprileri değiştirerek yinelemiştir. İleride Vali’nin muavininin arkasına saklanması, ya da otelcinin iki karısının birbiriyle kavgaları, v. b. Fakat Kudret Yunardağ’ın yaşamında bir gerçek var. “Paşa torunu” oluşu. Onun dış yapısını ister istemez yüceltiyor. Aslında Kudret Yanardağ’ın vücudu tragedya ve komedya karışımı bir yapıyı taşıyor. İlerde, Sokullu Mehmet Paşa’nın nutkuna benzer bir nutuk söylemesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir tragedyasıdır. Oysa bu nutkun çarpıtılması, bir komedidir. İster istemez çağımızda çok ciddiye alınan gerçekler, Orhan Kemal’in usta mizahıyla alaya dönüşüveriyor.
Önemli olan Kudret Yanardağ gibi bir insanı yaratacak bir ortamın varlığıdır. Çünkü toplum yılgınlık içindedir. İster Anadolu, ister İstanbul olsun, Kudret Yanardağ olmasa bile başka birisini nasıl olsa yaratacaktır. Sonra İdris, ve Deve gibi ona yardımcı arkadaşlarını da unutmayalım.
Ya Anadolu’da, yalnız mıdır? Kudret Yanardağ’a her yerde yardımcı vardır. Yerden biter gibi bitiverir kendiliğinden.. İşte Kel Mıstık:
Kel Mıstık, kentin arabacısıdır. önce ailesinde, sonra da çevrede horlanan, ezilen biridir. Adam yerine koyan bile yoktur onu. Öyleyse varlığını kanıtlamalı, bu kente ceza vermelidir. Öyle bir ceza vermeli ki, öç almanın tadına varmalı, Mıstık. Daha arabasına binerken, Mıstık aradığı adamı bulduğun inanmış gibidir. “Mıstık Efendi” demiştir ona. Elbette sonuna değin yanından ayrılmayacaktır onun. Müfettişler Müfettişi de getirdiği bilgiler karşılığında onu önce bir “aferin”le ödüllendirecek. ardındansa her zaman yaptığı gibi horlayacak, aşağılayacaktır ama Mıstık için yüce biri tarafından horlanmak bir ödül değil de nedir?
Müfettişler Müfettişi’nin kentteki ikinci büyük işi otelciyi çarpmasıdır. Mıstık’tan aldığı ipuçlarına dayanarak otelcinin karşısına birden çıkar. “Otel sahibi kurdukça kurmuştu bir an. Ulan ne ağızdı bu? Tam tamına seçmen tavlamaya çıkmış milletvekili ağzı.! Herif sağlama partili bir müfettişti. Belki de müfettişler müfettişi... (S. 76-77).
Otel sahibi de kent halkı gibi korkmaktadır. Aslında bu yıllar yılı Anadolu’ya özgü yılgınlığın yansımasıdır: Mütareke yıllarına inelim; “İnce Memet”te olsun , “Kuyucaklı Yusuf”ta olsun görürüz ki eşkıyası gelmiş soymuştur, bürokratı soymuştur, tahsildarı, jandarması soymuştur. Savaşa girmiş, o cephe senin bu cephe benim koşmuş durmuştur. Hep alınmış ama hiçbir şey verilmemiştir. Halide Edip, İney istasyonu’na geldiğinde, yaşlı köylünün ondan istediği ilginçtir : “İsmet Paşa’ya başka şey söyle ... Ev isteriz, çocukların başını sokacak kovuk bile yok ... ekmek isteriz, askeri ambarlarda buğday var, bir saat ötede ... emretsin bize versinler, çiğ olsun çocuklarımıza yedirelim. (S. 33-34)”
İney İstasyonu’ndaki yaşlı adamla birlikte yüzlercesi susturulmuş ve istekleri yerine getirilmemişti. Korkutulmuş, kendi kaderine bırakılmıştı. Öte yandan 1950 iktidarı da çok şeyler vadetmişti. Halk dört elle sarıldı bu yeni partiye. Fakat, onlar da eskilerin yaptığının daha beteriyle çıktılar iktidar arenasına. Aslında yeni bir iktidar değildi bu. Yalnızca el ve ad değiştirmiş bir iktidardı, o kadar.
1950 öncesinin ilginç bir yanı daha vardır: Halkla birlikte burjuva ve bürokratlar da korkmaktadırlar. Otelcinin korkusunu Orhan Kemal şöyle veriyor: “Biliyordu, otel hiçbir sağlık kuralına uymayacak, tümen tümen ceza yiyecek kadar pişti... Belediye’ye gitse durumu bildirse ... hemen gereken işleri yapmağa başlasa ceza, tekrar ceza... haftalar, aylarca kapama kararı... yıktırıp yenisini yapmağa kalksa en azından birkaç yüz binin kapısıydı. (S. 77)”
Ne yapacaktır? Hata üstüne hata yapar otelci. Hatta bir ara otel katibinin verdiği rüşvet için, Müfettişler Müfettişi otelciyi iyice paylar: “Kâtibin avucuma sıkıştırdığı ikiyüz liraya gelince ... ben dilenci miyim ulan? ... Derken, iki yüz lira benim gibi bir kerli ferli adamın dişinin kovuğuna bile yeter mi? (S. 79) demek istiyordu.” Çıkmazda kalan otelci, tek çıkar yol olarak Müfettişler Müfettişi’ni evinden misafir eder. Bu kez evde birtakım olaylar gelişir: İki karısı vardır otelcinin. Kavga ederler. Araya Müfettişler Müfettişi girer. Her şeyi yatıştırır. Az sonra da nikahsız olanla arayı iyice pişirir. Hatta, ayağına dolaşması diye onu İstanbul’a gönderir. Aslında Müfettişler Müfettişi’nin ilgilendiği otelcinin karısı değil kolundaki bileziklerdir.
Kentin üst düzeydeki bürokratlarına gelince: Arabacı Mıstık’ın yorumları Kudret Yanardağ’a bir olağanüstülük kazandırmış ve onula ilgili dedikodula bürokratların kulaklarına değin ulaşmıştır. Orhan Kemal, Müfettişler Müfettişi’ni olağanüstü gösterme tekniğini, halkın mitos ve efsane yaratma gücünden almış olduğunu, Kel Mıstık’ın yorumunda açıkça gösterir: “Vali, hızla uzaklaşan Emniyet Müdürü’nün ardından kaygıyla baktı. Neşesi kaçmıştı. Gerçi çiğ yememişti, karnı ağrımazdı. Her şeyler mevzuat gereğinceydi ama gene de... Aklından yığınla taahhüt işleri, ihaleler, banka kredileri geçti. Hiç birinde bir valinin yetkisini kötüye kullandığını belirtecek en küçük bir formalite eksikliği ya da keyfilik yoktu ama gene de belli olmazdı... (S. 61)”
Gogol’ü birden anımsıyoruz valinin kaygılarında . “Korku dağlan bekler, sözünde bir bilgelik vardır. Yolda kumar yüzünden parası yutulan aptal bir çocuğun, bayağı bir züppenin kaymaktan tarafından müfettiş diye karşılanması neden gerip olsun?” diyor. V. B. Belinski. Arabacı Kel Mıstık ta ayni şeyi yapmadı mı? Gogol’ün kahramanı abartılmış bir tip değildir. Hatta aptal bile değildir. Çok zeki bir adamdır hırsızlık yapmak adam için bir yaşam biçimidir. Karda yürüyüp izini belli etmemeyi, daha somut söylemek gerekirse tehlikeli bir adamı tehlikesiz bir hale getirmeyi pek güzel becerir. .. Otelci çıkmaza girdiğinde ikinci karısını feda etmiştir. Belki valinin de feda edebileceği şeyleri vardır.
Müfettişler Müfettişi’nin ikinci yaşamı aile çevresindeki yaşamıdır. Her anımsadığında “kenef karı” dediği sevici bir karısı, onunla bununla oynaşan bir kızı, nerde akşam orta sabah, sorumsuz bir oğlu vardır. Ara sıra para göndermek dışında bir bağı yok gibidir ailesiyle. Hatta koşularıyla bile. Ne otelcinin karısı Sema’yı, ne kapı komşusu şen dul İffet Hanım’ı ... kimseyi, hiç kimseyi ciddiye almaz. Biri hariç. Annesi.
Annesi hastadır. Kanserdir. Ama doktorlar saklarlar. Kudret Yanardağ, yalnızca annesiyle baş başa olabilecekleri, onu rahat ettirebileceği bir ev düşlemektedir hep. Sanki tüm mücadele gücü bir noktada odaklaşır:
“Kudret Yanardağı, annesinin sarkmış elini avuçları arasına alıyor, öpüyor, okşuyor, seviyordu. Annesini hiç bu günlerdeki kadar sevdiğini hatırlamıyordu, ölüvermesinden korkuyor, bunu aklına getirmemeğe çalışıyordu. Ama inadına geliyordu ... Anacığı ölüverirse? ... Onsuz ne yapardı bu dünyada? ... O olmadıktan sonra neye yarardı birtakım yerleri teftiş, birtakım paralan tahsil etmek? O olmadıktan sonra şehrin dışındaki ev ne lüzum vardı? (S. 287)”
Hasta kadının yaşamı, oğlu tutukevindeyken gelin kaynana çatışması içinde son bulur.
Orhan Kemal’in, Müfettişler Müfettişi’ni okuyucuya biraz günahsız gösterme çabası, bir yerde Kudret Yanardağ’ın karısına karşı yapılan haksızlığı da beraberinde getiriyor. Kudret Yanardağ’ın, annesine düşkünlüğündeki başarı, Orhan Kemal’in bilinçaltının romandaki yansıması ve özlemleridir kuşkusuz. Bu bakımdan Kudret Yanardağ’ın annesiyle olan ilişkilerine normal diyemeyiz. Gecikmiş, çocukluk dönemlerinde kalmış saplantılardır. Orhan Kemal, romana biraz daha psikolojik derinlik verseydi. Kudret Yanardağ’ın annesine karşı duygularını tam açıklığıyla anlatmak başarısını gösterdiği gibi, karısının neden sevici olduğunu da açıklamış olurdu. Fakat, Attilâ İlham , Halim’le Suat arasındaki ilişkiyi verirken, aile yapısındaki hayal kırıklığının kökenini, Suat’ın özel yaşantısını vererek yıllar sonra Orhan Kemal’in bu eksikliğini tamamlamış olacaktır.
“Ükağıtçı ”, Müfettişler Müfettişi’nin tutuklanarak kente getirilişiyle başlar. İlginç bir tablodur bu kente geliş.
Arabacı Kel Mıstık, kafasında bir kahraman yaratmıştır. Bu kahraman ne yaparsa yapsın, ona gereken yer verilmelidir.Mıstık, sanki halkın ortak vicdanının günümüze uzanan sesidir. Kafasında yarattığı kahramanı kurtarmalıdır. Çünkü onun kurtuluşu, bir yerde kendi kurtuluşuyla özdeştir. Ellerinde yumurta, çürük domateslerle halk yolda onu beklemektedir. Hemen kolları sıvar:
“Her şeyi inceden inceye anlatmağa başladı: Müfettişler Müfettişi İstanbul’da boğazdaki bir otelde keyf çatarken yakalanması filan dümendi; başımızdakilerin riyaseti. Maksat, gözden düşen, koltuktan inen, sivile geçen, ya da suç işleyen büyüklerimize karşı halkımızın saygı derecesini ölçmek! Hatta işittiğine göre, adamı taşlarken polisler çevirecek, alıp götüreceklerdi... (S. 11) Bu kez halk, ellerindekileri yere atmakla kalmazlar, jandarmalar arasında İstasyonda trenden inen, Müfettişler Müfettişi’ne, yol boyunca ikiye ayrılarak saygıyla yol verirler.
Mıstık kazanmıştır. Daha doğrusu, böyle bir adamı suçlu bulmak istemeyen halkın ortak vicdanı kazanmıştır. Erinden teğmenine; savcısından hapishane müdürüne değin herkeste bir kuşku vardır artık. Kuşku herkesi iyice sarmıştır.Mıstık, dışarıda ona kamuoyu oluştururken, o da elini kolunu sallaya sallaya girdiği hapishanede saygıdeğer biri oluverir:
“Koğuş, safi kulak kesilmişti... Vay anasını, herif mahkum mu ya da müfettiş falan mı? Mahkuma benzer yanı yoktu ... aralarına mahkum gibi girmiş, onlarla barbut atmış, esrarlı cıgara içmiş, bu ara şiş, bıçak, saldırmalarla, esrar, afyon zulalarının ... saklandığı yerleri öğrenmişti... (S. 87)” Bu ne hapishane müdürünün ne gardiyanların, ne de katiplerin işine gelmişti. Hepsinin çıkarı vardı. Hele müdür, hapishanede oynanan kumarlardan, içilen afyonlardan, esrarlardan yüzde alıyordu. O halde bu adam önemliydi onun için.
Orhan Kemal’in hapishaneyle ilgili gerçekçi çizgileri, kuşkusuz iyi bir çevre gözlemi ve kendi yaşamının bir kesitidir. Gerek “72. Koğuş (8)”. adlı yapıtında olsun, gerek “Nazım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl (9)” adlı yapıtında olsun, bu çok iyi bildiği çevrenin birikimi vardır..
Kudret Yanardağ’a gelince; artık annesi de öldüğüne göre, hazır kamuoyu da oluşmuşken neden kendi çıkarma bakmasın, buradan kurtulmanın, kurtulduktan sonraki yaşamının plânlarını yapmasın?
Kemâl Ağa, tam aradığı adamdır plânının gerçekleşmesi için. Sevilen sayılan biridir. Kemal Ağa, Baldızı Nefise, daha görür görmez bayılmıştır Kudret Yanardağ’a. Bunu değerlendirmelidir. Adamla dostluğu ilerletir. “Bacanak” derler birbirlerine, öte yandan baldızı Nefise, yeni kurulan partinin kadınlar koluyla ilgilenmektedir. Öyleyse Kudret Yanardağ için yeni bir başlangıça her şey hazır gibidir. “Gadre uğramış bir politikacı niye olmasın? ... bu fikir kafasında güneş gibi parladı... cezaevinde herkes az çok muhalifti iktidara ... değil mi ki içeriye atılmıştı iktidar tarafından, mesele yoktu. İktidar haksızdı... (S. 57)”
Bir yandan Nefise’yle iyice işleri pişirirken, arada bir dışarıda tutukları bir evde hapisten çıkarak görüşürler. Artık forsu gittikçe artan Kudret Yanardağ, Kemal Ağa’ya bile yüz vermez, onu hizmetinde kullanır. O da bunu seve seve yapar. Öte yandan seçimler yaklaşır. Nefise’nin de yardımıyla Kudret Yanardağ’ın yeni partiden aday gösterileceği kesinleşir. Hatta karşı çıkan parti içi muhalifler bile susturulur. Fakat, bir sorun vardır:
“Bir de namaz kılsa, hacı hoca takımı onu büsbütün sevecek, büsbütün bağlanacaktır ... Bu partiden milletvekili seçilme şansım görüyordu kendinde, ne diye başlamasındı namaza? Halk bizde hacıların hocaların ağzına bakar. Hacılar, hocalar da benin ağzıma bakacak olursa, halkı avladım gitti demektir... (S. 219)”
Bu iş için Orhan Kemal, yine bir halk inancından yola çıkar. Halka mal olan ve kişilere “ermiş” damgası vurduran bir hileyi malzeme olarak kullandırır Kudret Yanardağ’a. Hapishanede bir hoca vardır. Ona uydurma bir rüya anlatarak, hem hocanın durumunu yüceltir, hem de kendine kutsallık bulaştırarak, yerini sağlamlaştırır.
Artık herkes, Kudret Yanardağı dinlemektedir: “Yeni partinin Emri İlahiyi yerine getireceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Her şeyin bir vakti, saati vardır. Vakti ve saati dolmadan ne civciv yumurtasından kabuğunu terk eder, ne de tohum yerin zemininde çatlayıp yayılır ... (S. 225)”
Orhan Kemal, Kudret Yanardağ’a hapisten çıktıktan sonraki söylevlerinde tam bir gerici politikacı ağzı kullandırır. Büyük bir kalabalıkla doğru partiye gider, üye olur ve ilk söylevini verir:
“Dinsiz millet yaşamaz arkadaşlar! Bunca yıl aziz ve kutsal olan dinimizi elimizden alıp camilerimizi depo olarak kullanan, oralara askerleri dolduran bir iktidarı Cenabı Allah elbette kahkar ismiyle kahredecektir ... (S. 260) On milyon kilometre murabaalık bu vatan, korkaklık, pısırıklık, daha fenası dini mübinden sapma yüzünden onda bire indiyse bunun vebali... sizlerde, bende, hepimizdedir ... (S. 261)”
Müfettişler Müfettişi’nin sözlerinden aldığımız şu bölümler bir gerçeği vurgulamaktadır; 1950 iktidarı olanların gerçeğidir bu. Atatürk ilkelerinin rafa kaldırılması ile ilgili ilkadımların atıldığı, din bezirganı üçkağıtçıların yeniden at oynatmağa başladığı bir iktidarın sözcüsüdür bu adam. Sonra ne olacaktı. İşte içinde bulunduğumuz çıkmaz, tüm çıplaklığıyla yaşadığımız çağda da sürüp gitmiyor mu? Tüm bunlar, 1950 yılında iktidar olanların kötü mirası değil de nedir?
Kudret Yanardağ’a bir “dur!” diyen çıkmayacak mı?
Laikliğe aykırı söylevlerinden dolayı, kente gelen yeni savcı kovuşturma açar, Kudret Yanardağ tutuklanır. Bu sefer gerçekten kuyruğu sıkışmıştır: “Beni affedin, yalvarırım!” diye başlar Kudret Yanardağ. Eline geçmiş son kozdur bu seçimler. Savcının yanıtı. Orhan Kemal’in tüm politika cambazlarına gönderdiği bir mesajdır sanki: “Kudret Bey, şayet seçilirseniz, şahsım için hiç ama, hiçbir şey istemeyeceğim sizden. Bu fakir millet için, bu fakir milletten, yoksul halktan yana olmanız için rica edeceğim, yalvaracağım... (S.413)”
Varlık, Haziran, 1979 Çevren, Mart, 1983, Yugoslavya
ORHAN KEMAL’İN ROMANLARI
II
Orhan Kemal’in, birbirinin devamı olan “Vukuat Var”, “Hanımın Çiftliği” ve “Kanlı Topraklar” roman üçlüsünün en belirgin ve önemli iki kişisi hiç kuşkusuz Kabak Hafız ve Topal Nuri’dır.
Hızlı bir değişim içindeki yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde fes atılmış, sarık atılmış, şapka giyilmiştir. Sağdan sola yazılan eski harflerin yerini, soldan sağa yazılan yeni yazı almıştır. Yasalar değişmiş; din ve devlet işlerini birbirinden ayıran laiklik ilkesi benimsemiştir. İşte bu siyasal oluşum içinde Kabak Hafız, başlangıça cılız, sonra gittikçe güçlenen karşı-devrimin simgesel sesidir.
Tüm olanlar başta Ankara olmak üzere büyük kentlerde belki kolayca benimsenmiş ama Anadolu ne durumdadır? Anadolu, büyük kentlerde daha önce olduğu gibi geçiş döneminin bocalaması içindedir. Yüzyıllar öncesine kök salmış bir gelenek ve görenekten birden kopabilmek olanaksızdır. Anadolu insanı kendi içinde bu geçişin bunalımını yaşarken, devrim karışıtı sesler elbette ortaya çıkacaktır. Özellikle de geçiş döneminin şaşkınlığını yaşayan kafası karışık halkın, içinde bulunduğu durum, onlar için bu düşüncelerin filizlenip boy vermesi bakımından elverişli bir ortamdır..
Kabak Hafız’ı ilk kez, Topal Nuri’nin bunalıma düştüğü anda, onun yanı başında görüyoruz. Kanlı Topraklar romanının kahramanını, düştüğü bunalımdan kendine özgü metodlarla kurtarır: “Sabaha kadar Adana şehrinin dışında dolaştıkları bir gecenin sonunda Topal Nuri desene ki ne Rab var, ne ibad? demiş, Kabak Hafız kıskıs gülmekle yetinmişti... Peki, madem böyle neden imamlık yapıyor, inanmadığına başkalarını inandırmağa çalışıyorsun? ... Dünyada iyi ve rahat yaşamak için! ... Yani başkalarının kuru kuruya inançlarından faydalanıp geçineceğim. Bu suretle ekmeklerin en hası en rahatına ulaşıyorum... Sana tavsiye ederim, insanları şuurlandırıp gözlerini açmağa kalkma. Bunun sana hiçbir faydası olmaz. Tam tersi zararı olur. Körlerin içinde şaşı, badem gözlüdür. (S. 18)”.
Şu küçük örnek, Kabak Hafız’ın kişiliği hakkında bir fikir verdi sanırım. Anadolu insanından, devrimlerden bu yana, birden bire değişim beklemek fazla iyimserlik olurdu. Oysa Batıda daha XIV. Y.Y. lardan başlayan kiliseye karşı çıkış, uzun bir savaşım sonucu ancak XIX. Y.Y. larda gerçekleşebildi. Edebiyatda Bocaccio’nun “Decameron öyküleri”yle başlayan savaşım, örneğin, Stendhal’ın “Parma Manastırı”yla belki noktalandı! Tam altıyüz yıl süren bilinçli bir mücadele.
Bocaccio’nun “Dirilen Adam” adlı öyküsünde saf bir köylü olan Perando’nun karısına sahip olabilmek için köyün keşişinin çevirdiği dolapları okuren, ortaçağ kilisesinin inanç sömürücülüğünü tüm iğrenç yanlarıyla görüyoruz. Öte yandan Stendhal’in râhip kahramanı Fabrico’nun, sevgilisi Clelia ile Meryem Ana’ya verdiği söz arasında nasıl bir bunalıma düştüğüne, dünya nimetleri uğruna verdiği sözü tutamamaktan dolayı nasıl bir iç hesaplaşma içine girdiğine tanık oluyoruz. Bu tavrıyla yazar, yaşadığı cağın Katolik inançına katı kuralcılığına acımasız bir eleştiri getirir.
Bir bakıma Bocaccio’nun rahibiyle, Orhan Kemal’in kahramanı arasında bir ilişki kurabiliriz. İçlerinde en küçük bir hesaplaşma yoktur. İnanmadıkları şeylere karşı inanıyormuş gibi görünüp, halkı da inandırmağa çalışırlar. Çağımızdaki inanç sömürücülüğünün çağlar öncesinden gelen bir uzantısı.
Kabak Hafız, ardında namaz kılanlar olduğu sürece imamdır. Cami dışında eğlencelerde, içki masalarında veryansın eder. Yani iki çevresi vardır Hafız’ın; içki ve eğlence arkadaşları ve peşinde namaz kılanlarla oluşturduğu çevre. “Akşam yemeği Şerif Ağa’nın çiftliğindeki misafir odasında yeniyor: Şerif Ağa, Sinan Efendi, Yaşar şarap içiyorlar. Kabak Hafız ise rakıdan gidiyordu. Cenabı Allah şarabın damlasını bile haram etmişti. Rakıya gelince, hiçbir kayıt yoktu Kutsal Kitapta. Kutsal Kitab’ın haram saydığı, her türlü içkiydi şüphesiz, ama Kabak Hafız, böyle bir tefsiri uygun buluyordu ... (S. 269)” Bu ikilem içinde geçen yaşamı, o köyden o köye, o kentten o kente, kimi kez kendi isteği ile, kimi kez sürgün olarak koşturur durur onu. Bu kez de yine öyle olur ve çevresinde dedikodular artınca selameti kaçmakta bulur.
Topal Nuri, Çukurova köylerine çekip giden Kabak Hafız ‘ını yitirmiştir ama o günden sonra, onun sayesinde gözlerini açmış, dünyaya ve insanlara daha başka türlü bakmaya başlamıştır.
Kabak Hafız’ı bu kez, gerek “Vukuat Var” ve sonra da “Hanımın Çiftliği” romanlarıda Muzaffer Bey’in çiftliğinde görüyoruz. Çiftlikte, Muzafer Bey’in -Zaloğlu takma adıyla- yeğeni Ramazan onun içki sohbeti arkadaşı, çiftliğin kahyası Yasin Ağa ise dini sohbetler yaptığı arkadaşıdır. Yani Hafız, yine ikili yaşamıyla sahnededir.
“Kanlı Topraklar’da pek az değindiğimiz Kabak Hafız’ı, bu iki romanda bir çok yönleriyle tanıyoruz: “Dev yapılı”olduğu için ve “Kocaman bir sakız kabağını anımsattığı için ona “Kabak Hafız” diyorlar. Vaazlarında “dehşet” biridir. “Allah, öteki dünya, azabi elim, azabı şedit” konularında şakaya gelir yanı olmamasına karşın, “Mescit dışında güler,söyler... ağzı sıkı Müslüman kardeşleriyle şarap testisinin başına oturmaktan” çekinmez. Bir başka yanı daha vardır;”köyün azgın dullarından Zengin Naciye’ye uçkur çözdüğüde ileri sürülürdü... “ Onun kitabında “olmaz!” sözcüğüne yer yoktu, örneğin, “aptessiz namaz kılındığı gibi, üç öğün tıkındıktan sonra oruç pekala olabilirdi... “ Köylü arasındaki anlaşmazlıkları çözmekte usta! “Hır güre düşenlerden hangisi zenginse” o haklıdır! Sonra eşek dili yazar, kurşun döker, çarpıntı keser, fiili cimanın en efdalini İbrahim Hakkı Maarifetnamesine göre verir ... (S. 74-75)”.
Zaloğlu onu, birkaç kez şarap içerken görmüş ve, şaşırmıştır. Bir din adamı şarap içiyor! Oysa tam tersini anlatmışlardır ona küçüklüğünden bu yana din adamları. Kabak Hafız’ın hiç bozuntuya vermediğini, hele Zaloğlu’nu sofrasına çağırdığını görünce büsbütün aptallaşır. O günden sonra da masa arkadaşı olur. Sonra artık onu ne zaman arasa Zengin Naciye’nin evinde sofrada bulur.
Kabak Hafız, hiç kuşku yok, feodal-ümmet Osmanlı toplumunun Cumhuriyet dönemine ulaşmış olan kötü bir mirasıdır. Osmanlı aristokrasisinin ümmet döneminin bu çift kişilikli yaşam biçimini , Cumhuriyet dönemi yasaları bile kolay kolay değiştiremez. Bu tavrı ile Kabak Hafız, Orhan Kemal’in öteki kahramanı”Kudret Yanardağ” gibi okuyucuyu kahkahâlârla güldürmez. Okuyucu, Hafızın düştüğü komik durumlara gülerken, boğazına birşeyler düğümlenir.
Romanda, kahramanların kaderini etkileyen belli başlı önemli noktalar vardır: Bunlardan biri Zaloğlu-Ramazan’ın yaşamı ile ilgilidir : Zaloğlu’nun bir sorunu vardır. Elçi Cemşir’in kızına tutulmuştur. Kızı Allah’ın emriyle istetmeyi aklına koymuştur.
Gelgelelim dayısı Muzaffer Bey, bir fabrika kızının, yeğeniyle evlenmesine izin verecek mi? Zaloğlu’nu her ne kadar sevmiyorsa da adını ve soyunu bu denli alçaltamaz. Zaloğlu konuyu sırdaşı Hafız’a açar. Düşüncesi bu yolla dayısını iknaya çalışmaktır.
Hafız, Muzaffer Bey gibi birini etkileyemeyeceğini iyi bilir. Ama onu bir etkileyebilse! Aslında Kabak Hafız’ın hesapları başkadır. Zaloğlu eline bir koz vermiştir. Yasin Ağa gibi saf biri de amacına ulaşmak için elinin altındadır. Muzaffer Bey gibi herşeyin hakimi olan bir ağaya yakın olmak için bundan iyi fırsat mı olur. Muzaffer Bey’i etkilemenin yolu gerçekten Yasin Ağa’dan geçer mi? Orhan Kemal, Kudret Yanardağ’ın hilesine başvurdurur Hafız’ı. Kutsal rüya!.. Halk arasında, onlar etkileyen en önemli yoldur bu. “Hızır Aleyhisselam’ı görmüştür rüyasında” Hafız. Gerisi ise şöyledir: “Dedi ki, kurban olduğum İmam, beni iyi dinle: Cenab’ı Rabülalemin’in emri ilahileri şudur ki, Ramazan kulunun dayısını derhal bul tebşir et ki, Mehdi-i Resul, yiğeni Ramazan’ın sulbünden gelecektir. Zinhar vakt fevt etmeyüp, Elçi Cemşir’in kızı Güllü’yle evlensin ... (S. 96)” Yasın Ağa şaşırır, tövbe üstüne tövbe eder. Ancak Kabak Hafız’ın onun üstündeki etkisi büyüktür. “Ama gene de Mehdi-i Resul’ün şu ipsiz sapsız, su yalan dolan içinde yuvarlanıp duran ayyaşın sulbünden meydana gelebileceğine inanmıyordu. Koskoca dini bütün vardı karşısında. Yalan söylemesi söz konusu olamazdı... (S. 97)” Her ne kadar çiftliğin hizmetçisi Gülizar’la işleri arasıra pişiriyorsa da Yasin Ağa, inanan biriydi.
Yasin Ağa’nın yaşadığı dram, aslında körü körüne, bilinçsizce inanların dramıdır. Hızır Aleyhisselam’ın ya da herhangi bir evliyanın rüyalara girmesi, kişiye ilerki yaşamıyla ilgili öğütler vermesi, kendine dindar süsü verenlerin sık sık başvurdukları, çevresinde saygınlıklarının arttığına inandıkları bir yoldur. Halen günümüzde bile belirgin bir biçimde görülen bir inaç sömürücülüğü yoludur bu.
Yasin Ağa çaresiz, dostunu kıramaz ve konuyu Muzaffer Bey’e açar. Fakat açmasıyla bir tek dayak yemediği kalır”... Şimdi başlarım Mehdi’den de Allah’ından da ha! ... Bana bak! Bu dilenci herif çiftlikten bir daha adımını bile atmayacak, anladın mı?” Fakat yine de baba yadigarı Yasin Ağa’nın gönlünü almak için yeğeninin Cemşir’in kızıyla evlenmesine razı olur.
Orhan Kemal, Muzaffer Bey’in kızmasının nedenini şöyle dile getiriyor: “Kabak Hafız’ı düşünüyordu: Yüzyıllar boyu rezaletleriyle tarihi dolduran bu heriflerin Mustafa Kemal de köklerini kazıyamamıştı. Aldattığı yarım pabuçlardan sanıyordu onu... Edepsizliğin dik alasıydı... Evet, o da insandı, geçinecekti ama bunun için bu kadar büyük, bu kadar usturuplu gibi görünen yalanın gereği neydi? Demek bunlar işi böylesine azıttılar? Parti toplantısında şu ibret verici örneği söz konusu etmeli. İnkılaplar tehlikede diyorum da herifin kılı bile kıpırdamıyor be! ... Karşı partinin elindeki silahı almak için din adamlarına yüz vermekle iş bitmezdi... (S. 114) Gerici tayfasının yüz bulunca memleketin başına ne çoraplar ördüğü örnekleriyle doluydu... Parti ikiye bölünüyordu. Biri devrimciler, öteki tutucular. O sapına kadar devrimciydi ama, dinsiz anlamına değil. Devrimci devlet her şeyin üstünde olmalı, dinse ona sadece yardımcılık etmeliydi. Din, laik devleti desteklediği oranda var olmalıydı. Mehdi-i Resul kılkuyruk Ramazan’ın sulbünden gelecekmiş ... Yalan! Bir domuzluğu var. Belki bana hoş görünmek için? ... Sistemli çalışmadıkları nereden belli? Partiye sızmış olabilirler. Mustafa Kemal’den beri hatta onun zamanında bile... yüzde yüz yok olmadılar ki! Sindiler, sadece sindiler; sarığı atıp şapka giyecek kadar... (S.115)”
Orhan Kemal, koyduğu teşhiste haklıdır. Gericiliği baskı altında tutmak, sorunun çözümü değildir. Sinsice 1950 lere değin gelen bu düşünce. Kudret Yanardağ ya da Kabak Hafız gibileri devrim karşıtı tutumları sayesinde epey yol almış ve zamanımıza değin ulaşmışlardır. Acaba hangi görülmez eller bunları bu denli desteklemiş ve güçlü kılmıştır? Bunu izninizle Muzafffer Bey yanıtlasın:
“Evet, hükümet bunları kızıl tehlikeye karşı kullanıyor ama, hayır, önemi yok kızıl tehlikenin. Ona karşı en büyük baraj, tarih boyunca süregelen düşmanlık, daha doğrusu halkın kızıllara karşı nefreti. Ondan korku yok... (S. 116)” Körü körüne komünizin düşmanlığı ülkenin geleceğini de tehlikeye atmıştır. Orhan Kemal, günümüze değin ulaşan bu olgunun kökenini haklı olarak o yıllara, komünizme karşı bilinçsizce verilen mücadele adına tutucu çevrelere verilen ödünlere dayandırmaktadır.
Öte yandan, Stalin dönemi Sovyet Rusyası’nın Türkiye’ye karşı uyguladığı politika, Türkiye’nin politik rotasını Batılı devletlere yöneltmesine neden olduğu gibi, ülkedeki tekelci sermayenin oluşmasına, ticaret burjuvajisinin palazlanmasına, ve öte yandan Muzaffer Bey gibi toprak ağalarının sanayi tarımına yönelmesine de neden oldu. Böylesine bir değişim hamlesi içinde Kabak Hafız’ın, hayal kırıklığna uğraması kaçınılmaz olacaktı. Çünkü Muzaffer Bey gibi bir feodal karşısında tutunamazdı. Onunki, Muzaffer Bey’i eski bir feodal kalıntısı sanmasıydı. Oysa, Muzaffer Bey, hiç de eski feodal kalıntının devamı biri değildir. Bir kez, dışarıda eğitim görmüş, dil bilen, her yıl birkaç yabancı konuk ağırlayan ve Amerikan tipi bir tarımı savunan, bu yıllarda palazlanmaya başlayan bir komprador-burjuvadır. Eskiyle tek bağı ise babadan kalma ve kendi katkısı ile daha da büyüttüğü uçsuz bucaksız topraklarıdır.
Orhan Kemal; “Hükümet, Amerika’dan geniş çapta tarım araçları getirmeğe karar vermişti. Sovyetlerin Boğazlar’da üs, Kars’la Ardahan’ı istemleri bir bakıma hiç de kötü olmamıştı. Hükümet artık, kesin bir karar vermek üzereydi. Seçimlerden sonra herhalde topyekün bir Amerikancı politika izlenecekti. Çünkü Sovyetler karşısında Amerikalılar’ın endişesi de büyüktü ... (S. 120)” diyor.
Amerika’nın, Sovyetler’in güçlenmesinden duyduğu kaygı doğaldır. Hele Türkiye gibi stratejik önemi olup sanayisi olmayan bir ülkenin sosyalizme geçişi, Amerika için büyük kayıp olacaktır. Hazır Rusya Boğazlarda üs, Kars ve Adahan’i istemişken, bunun üstüne gidilmelidir. Öteden beri unutulmağa yüz tutmuş tarihsel düşmanlık yeniden gündeme getirilmeli, bunun için de kesenin ağzı açılmalı; Türkiye’ye yardım eli uzatılmalıdır. Öte yandan” seçimlerden sonra Amerikancı politika izlenecektir” derken, Orhan Kemal haklı bir Yorum getiriyor; 1950 seçimlerinden sonra hangi parti iktidara gelirse gelsin rotası bellidir.
“Marşal Plânı”, Muzaffer Bey’e göre tarım alanında atılacak en büyük adım olacaktır: “Marşal Plânı gereğince memlekete çok sayıda tarım aracı verilmesi bizde de bundan böyle Amerika’da olduğu gibi dinamik bir ziraat başlatacak, öküz, tahta saban tarihin karanlıkları içinde unutulup gidecektir. (S. 120) ... Oysa Yasin Ağa, okumuş yazmış olmamasına karşın, Muzaffer Bey’in bilmediği bir gerçeği vurgulamaktadır: “Bu makineler bizim memlekete göre değil bey. Neden dersen, fakir fukaranın ekmeğini alıyor elinden. Fakir fukaraya da yazık ... (S. 122)”. Gerçek, Yasin Ağa’nın dediği gibidir. Nüfusunun çoğunluğu tarıma bağlı bir toplumda kara sabanın yerine makineler geçerse, çoğunluğun aç kalması kaçınılmaz olacaktır.
Aslında gericilikle savaşımın kökeni de yine ekonomiye dayanır. Orhan Kemal’in Muzafer Bey’i bu noktada konuya yüzeysel yaklaştırması, Amerika’da eğitim gören bir entelektüel için pek gerçekçi olmuyor. Gerici akımların fakir halk kitleleri arasında yaygın olması, bir rastlantı değildir. Aslında Muzaffer Bey köken olarak, Atatürk Devrimleri’ne bağlı, ama halkını pek iyi tanımayan bir CH.P. feodali. Partisinin, gericileri, baskı altında tutma politikasıyla yok edemediğinden yakınırken bir yerde Attilâ İlhan’ın haklılığı da ortaya çıkıyor. Çünkü Muzaffer Bey, eleştirirken bir çözüm getirmiyor. Oysa Attilâ İlhan, “İnönü Atatürkçülüğü” dediği dönemi eleştirirken haklı olarak sorunun çözümünün ekonomik olduğunu vurgulayacaktır.
Muzaffer Bey, şunu düşünemiyor: Marşal Plânı, tarımda makineleşmeyi, sorunlarıyla birlikte getirdi ama, yeni bir sınıfın palazlanmasına, ticaret burjuvazisinin akıl almaz biçimde genişlemesine neden oldu. Bunlar iktidarda kalabilmek için ya akıl almaz şeyler yaparlarsa? Sanayi geliştikçe kar oranı doğal olarak artacak, bu kez işçi işveren ilişkileri, sendikalar v.s. sorunlar ortaya çıkacak. O zaman iktidar partisi ayakta kalabilmesi için ya gerici çevreyle pazarlığa oturursa ne olacak? Nitekim içinde yaşadığımız ortam bunun haklılığını kanıtlamıyor mu? Muzaffer Bey, CHP’nin devrimci kanadından olduğunu söylüyor. İyi de ne zamana değin. Çünkü herkes gibi o da de kazanan tarafta olmak ister.
Aslında Muzaffer Bey’in tüm nefretlerine karşın Kabak Hafız’la aralarında pek büyük fark yoktur; sanki yazar ayni kişiyi ikiye bölerek, Muzaffer Bey’i zengin biri; yarı feodal yarı burjuva; ötekini dini çıkarı için kullanan biri durumuna sokmuştur.
Muzaffer Bey köylüyü soyar. Ellerinden toprakları alır. Bu bakımdan çevresi düşmanla doludur. Başta Hıdıroğlu Habib olmak üzere, çoğu köylü ona karşıdır. Binbir şey umud ederek yeni partiye koydolmuşlardır. Oysa Hafız, muska ve büğü işleriyle geçimini sağlarken çevresine faydası olmadığı gibi böylesine bir tahribedici zararvermez. Bu bakımdan köylüye sevimli görünür. Ahlakları da birbirine benzer. Bir farkla; Kabak Hafız gizli yapar bunları gizli yapar. Oysa çiftlikte çoğu geceler Hafız’ı imrendiren içkili, kadını eğlenceler düzenlemektedir Muzaffer Bey açıktan açığa. Eğlencesiz günleri ise çiftliğin hizmetçisi Gülizar’la idare etmektedir. Bu bile köylünün Muzaffer Bey’e kin tutması için yeter.
Hele eve Güllü getirildikten sonra durum daha da değişmiştir. Yeğeni için çiftliğe gelen kızın koynuna girmiş; sonra da onu nikahlamıştır. Bu kez çiftlikte Güllü’den sonra ikinci plâna itilmiş olan Gülizar evden ayrılmış ve öteden beri kendisinde gözü olan Hafız’a sığınmıştır.
Roman, aldatılmışlıklarla biter: Zaloğlu aldatılmış, çünkü sevdiği kızı dayısı elinden almıştır. Köyde alaya alınan bir duruma düşmüştür. Dayısına diş geçiremeyeceğini anlayınca, bir kurbana gereksinim duymuş, Hafız’ı kurban olarak seçmiştir. Dayısı kendisini aldatmıştı. Hafız da köylüyü aldatmıyor muydu? Hafız’ın yaptıklarına inanmak istemeyen köylüleri toplar, yanına bir de şişe alarak onun evine gelir. Evi basarlar ve Gülizar’la birlikte yakalanır. Tüm köylü birlik olur ve bilmem kaçıcı kez bu köyden de kovulur.
Hıdıroğlulları da aldatılmışlardır. Onların aldatılmışlığı daha büyüktür. Yeni parti onlara söz verdiği halde, yine Muzaffer Bey’den yanadır. O halde tek çıkar yol, sorunlarını kendilerinin çözmesi. Muzaffer Bey’i pusuya düşürüp öldürürler.
Muzaffer Bey’in ölümü sorunu çözümlemez. Tam tersi daha da karmaşık hale getirir: Bu kez çiftlik artık “Hanımın Çiftliği olmuştur ve Muzaffer Bey’in bıraktığı yerden artık Güllü, akıl almaz çılgınlıklarla dolu bir yaşam sürdürmeğe başlamıştır. Bu kez Hıdır yeniden sahneye çukar; bu kez çiftliği ateşe verir. Amacı Güllü’yü öldürmektir ama yapamaz.
Kabak Hafız’ı bu kez başka bir kentte görüyoruz. Yine imamlık yapmaktadır ve her zamanki gibi din ve dünya işlerini birlikte yürütmektedir. Ama bu defa yalnız değildir.
Pazarcı Haydar, kızı Neriman’ı kızlık muayenesi için Kabak Hafız’a götürürken, bu kez Hafız’ın yanında bir ortağı – daha doğrusu rakibi – vardır. Karısı Hanım Sultan. Daha doğrusu Muzaffer Bey’in çiftliğinin ünlü Gülizar’ı. Burada dindar bir kocanın dindar bir karısı rolünü oynamaktadır ve kendine Hanım Sultan unvanını uygun görmektedir. Fakat, artık eski buram buram seks kokan Gülizar, işi seviciliğe dökmüş, canınım çektiği kızla sevişmeğe, hatta zaman zaman hoşlandıklarını Hafız’ın elinden bile kapmağa başlamıştır. Varlık,Temmuz,1979 Çevren, Haziran 1983, Yugoslavya
ORHAN KEMAL’İN ROMANLARI
III
Orhan Kemal’in romanlarındaki gerçekliğin üçüncü halkasını Topal Nuri ve Gafur oluşturur. Bir elmanın iki yarısı gibi ortak karekterli bu kişileri, ortak kılan bir başa yan da, başlangıçta emeği ile geçinen isanlar oluşları ve bunun sonucu yaşadıkları yabancılaşma sürecidir. Yalnız, Topal Nuri’nin yabancılaşma süreci Gafur’dan daha farklı bir çizgi oluşturuyor; Gafur, karın tokluğuna hizmet ederken . Topal Nuri, kendi çıkarını her şeyin üstünde tutar, para kazanma yolunda her yolu geçerli sayar.
Öncelikle Gafur’u daha iyi anlayabilmek için, onu hemşehrisi Mehmet’le karşılaştırmak en doğrusudur: Aslında, akrabası İflahsız’ın Yusuf’un oğlu Memet, daha İstanbul’a adım atar atmaz, Gafur’un soğuk tavrıyla karşılaşır. Oysa Memet, Gafur’un bir sözü üstüne İstanbul’a gelmiş, kente adımını atar atmaz da halkın tepkisiyle karşılaşmıştır: “Her gün, her gün bu, köylerinden ne diye ürkütürler bu hayvanları bilmem ki? ... (S. 67)” Bu ve buna benzer bir yığın küfür, hakaret ve ağza alınmaz söyler, Memet gibi yerini yurdunu bırakıp, çalışmak için gelen Anadolu çocuklarına kentlilerin ortak tepkisidir.
Gafur, tüm bunları daha önce yaşamıştır. Bu bakımdan yolunu daha baştan çizmiş, savaşmak yerine kul olmayı yeğlemiş, kolay yolu benimsemiştir. Ancak, Gafur’un bu tavrı, onun yaşamın güçlükleri karşısındaki yenilgisi anlamına gelmemelidir. Gafur da kendine göre bir mücadele adamıdır. Kabzımal Hüseyin Efendi’nin yanında çalışmak onun için daha karlıdır. Oysa Memet, hayat mektebinde okumuştur. İnşaatlarda çalışmış,hayatı binbir çilesini çekmiş ve sonunda başarmıştır. Bu tavrı ile bir bakıma Gafur’u kıskandırmakla kalmamış onun sevdiği Ayşe’yle de evlenmiştir. Oysa Gafur’un örnek aldığı kişi, patronu Hüseyin Efendi’dir. Bütün amacı onun gibi olmaktır. Yalnız bu konuda ondan bir adım daha ilerde olmak zorunda olduğunu da bilir: “Gafur, enayi değildi. Bu dünyaya kendini feda edivermek için gelmiş değildi. Sakala göre tarak vurup, dümenini çıkarınca kullanmak! Öz çıkarının henüz nerede olduğunu biliyordu. Patronun karısı hiçbir zaman ona göre olmamıştı. Koyu kırmızı rujlu dudakları, rujunun kızılından ojeli tırnaklan, hemen her zaman tepeden bakışıyla Hüseyin Efendi’ye göre değildi. Değildi ama herhalde onun kalbinde de biri, ya da birileri yatıyordu. (S. 58)”.
Gafur, patronun karısı konusunda haklıdır. Kadın, Hüseyin Efendi’den önce devrin politikacılarından ünlüleriyle yatmış, kendine bu yolda epey çıkar sağlamıştır. Şimdi biraz çaptan düşmüş olmasına karşın, yine de çevresinde pervane olan erkekler vardır. Fakat, bunlar Gafur’u ilgilendirmez. O çıkarına bakmalıdır. Diş geçireceği kişi ise Memet’tir, Ayşe’yi ona kaptırmıştır, öcünü almalıdır.
Önce baba ile oğlun arasını açar Gafur. Zaten Yusuf, kente adımını atar atmaz, baştan oğluyla ters düşmüştür. Aslında sorun, oğlunun kendine sormadan evlenmesi değildi. Asıl sorun oğlunun başarısıydı. Onu kıskanır. Çünkü vaktiyle kendisi de Çukurova’ya inmiş, ama sonunda köyüne dönmek zorunda kalmıştır. Gafur, dedikodularıyla baba oğlun arasını açtığı gibi, ikinci bir darbe daha vurur. Memet’e bitmek üzere olan gecekondusunu patronlarının emriyle yıktırır. Ama herşey bitmemiştir; Memet’le Ayşe, bu savaşı sona erdirmek niyetinde değildirler.
Gerek “Kanlı Topraklar” romanı, gerekse “Gurbet Kuşları”, yabancılaşma süreci içinde sınıf bilincine ulaşan ve sonuda sınıfının mücadelesinde yerini alanlarla sınıfına ihanet edenlerin çatışmalarıyla doludur. Bu ara Memet’in çevresi, biri birilerini sömürmekten başka yaşamlarını idama ettirecek alternatifleri olmayan bir yığın küçük insanın serüvenleri ile doludur.
Hemen şunu belirtelim; Gafur olsun, Topal Nuri olsun her ikisinde de Dostoyevski’nin “Stephançikova Köyü”nün ünlü kahramanı Foma Fomiç Opiskiden izler bulmaktayız. Fakat bir farkla; Foma Fomiç tüm dalkavukluğuna karşın çıkarcı değildir. Yalnız Topal Nuri ile ilginç bir ortak yanlar vardır ki, vurgulamadan geçmeyelim; ikisi, de cahildir. Buna karşın okuryazar kitlesi üzerinde bu denli etkilerinin olması ilginçtir. Hele “Kanlı Topraklar” da insanlar Topal Nuri’nin tuzağına düşümek için sanki yarış içindedirler.
Topal Nuri’ye gelince: İlk kez Kantarcı Mustafa’yla tartışırken görüyoruz. Sanki Topal Nuri, bu tartışma sürsün istiyor gibidir. Amacı Mustafa’yı fabrikadan attırmaktır; “Kovulmasını istiyordu. Çıkarı kovulmasındaydı Kantarcı’nın. Yoksa bilmiyor değildi herifin sapına kadar dürüst, sapma kadar çalışkan, sapına kadar ırz ehli, tek kelimeyle namuslu olduğunu. Çevresinde böylesine namuslu insanların bulunmasını istemiyordu ... (S. 12)”
Neden böyledir Topal Nuri? Böyle birini neden fabrikadan koğdurmak için plânlar peşindedir? “...Çalmalıydı evet, çalacaktı. Er gördük beş vakit namazına, Ağa’ya karşı, “öldüm Allah doğruluktan ve senin çıkarını düşünmekten şaşmam” demek isteyen davranışlarına karşılık, çalacak, çaldığı paraları mayalayıp iyi kötü bir işe bağlayacak, sonunda zengin olacaktı... cep ağızları sırma işlemeli lacivert şalvarı içinde salına salına çarşı pazar geçerken, fakir fukaranın ayağa kalktığı, hükümette, belediyede, borsada saygı gören ... daha buna benzer ağalar gibi olmak istiyordu ... (S. 13)”
Onun zengin olmak düşleri peşinde çalması için ya da çıkarına taş koyuyor diye kimi eski dostlarını harcaması, Topal Nuri’yi tanımlamak için yaterli değildir. Bunlar. yalnızca ayrıntı kabilinden şeylerdir. Onun bu kabına sığamayan iç huzursuzluğu daha eskilere dayanıyor; Kayseri’nin İnce Su’yunda on yaşlarında ayrılmış, çok acı çekmiş, horlanmış, ezilmiş, tokatlanmış; Ermeniler’in Rumlar’ın yanında sanat öğrenmiş, ama hiçbir işine yaramamış, elinde avucunda hiçbir zaman beş kuruşu olmamış ...
Çektiği bu acılara bir de çocukluğunda odun keserken kopan baş parmağı ve bunun sonucu topal kalışı da eklenirse!.. Aslında Topal Nuri’nin, kişilere egemen olma tutkusunun temelinde psikolojik nedenlerin yattığını da söyleyebiliriz. Ona göre tüm olanlar, “Allah’ın Takdiri”ydi. Duygularının en kabarık döneminde onu dine sarılmış görüyoruz. Bu kez yeni tomurcuklanmağa başlayan duygularının da karmaşasıyla dinsel bunalımlara düşen Nuri, Tanrı kavramını yaşamıyla kıyaslayarak bir yanıt aramağa kalkmış, Orhan Kemal’in noktaladığı sonda bulmuştur bunun yanıtını:”Bir gece, ne de olsa içinde gene de korku, helaya bir parça ekmekle gitti, işedi. Hiçbir şey olmayınca ekmeği kubura attı. Gene bir şey olmamıştı. Hani neredeydi çarpılmak? Ağzının eğrilmesi, gözlerinin kör olması? Yoksa? ... Evet, yoksa Allah yok muydu? .. Yaz gecelerini şehrin dışında Allah’ı düşünmekle geçirdi. Nafile, ne var diyebiliyordu, ne yok. Varsa neden çarpmamıştı? .. (S.14)
Topal Nuri’nin gençliğe geçişteki bunalımıyla Sabahattin Ali’nin Raif’i arasında bir ilişki kurabiliriz; Ancak, Raif’in bunalımları, onu içe dönük biri yaparken, Topal Nuri’yi dışa dönük, saldırgan biri yapmıştır.
Orhan Kemal’in yukarıdaki tümceleri önemli bir şeyi daha vurguluyor: Her şeyden önce dogmatik, ezbere ve baskıyla verilen dinsel eğitilmin, bireyin sonraki yaşamında büyük hayal kırıklıları ortaya koyduğunu görüyoruz.
Marks, “Din, halkun hayalî bir mutluluğa olan özlemidir. Din, bir hayal arayan toplumun içinden çıkar ama halk gerçek mutluluğu anldıktan sonra yiter” diyor.Anlamlarını tam olarak bilmeden papağan gibi bir kutsal kitabı okutmak ya da bölümler ezberletmek, felsefesini kavrayamadan yalnızca belli pratikleri yerine getirmeğe yönelik inanç anlayışını topluma emoze etmek kime ne kazandırır?.. Yanıtı, halkın bu gerçek mutluluğu anlamasına ve ulaşmasına engel olan yönetici sınıfın işine. Çünkü onlar dini, kendi egemenliklerini korumada araç olarak kullanırlar. Bu gerçek dün de böyleydi, bugün globalleşen ve değişen dünya için de yine aynıdır. Sözde evren değişiyor, insanlar değişiyor ama gel gelelim sömürenler ve sömürülenler arasındaki uçurumlar da gittikçe arttıkça artıyor. Dünyaya egemen olmak isteyen bloklar, inanç ve Tanrı kavramlarına kendi çıkarları doğrultusunda yeni yeni anlamlar ve biçimler katarak az gelişmiş toplumlara enjekte ediyorlar. Bütün bunların yanında sömürülen yine az gelişmiş toplumların, eski değer yargılarının tutsağı olmaları isteniyor. Doğal değil mi? Sömürgenlerin, sömürdükleri ulus ve halkları bilinç olarak üst aşamaya ulaştırdıkları nerede görüldü?
Hele Topal Nuri, yaşamı boyu hep ezilenlerden biri olarak , eski öğretilere neden sırt çevirsin? Hele tam bu sırada Kabak Hafız gibi biri çıkıp bu konuda gerekli “irşaad”ı yaptıktan sonra! ...
Topal Nuri artık bundan böyle bu türden bunalımlara düşmez. Ama karşısında her türlü numarasını bilen biri vardır. Kantarcı Mustafa. Onu fabrikadan uzaklaştırmalıdır. Nedim Ağa’ya şikayet edip, bire bin katması yetmez, başka şeyler, daha başka şeyler yapmalıdır.
Kantarcı Mustafa da boş durmaz. Topal Nuri’nin açığını arar durur. Sonunda bir şeyler bulduğunu sanarak Nedim Ağa’ya şikâyete gider. Ama umduğunu bulamaz, iyi bir azar işitir Nedim Ağa’dan.
Oysa işin içinde Kantarcı Mustafa’nın anlayamayacağı bir fabrika dümeni vardır. Nedim Ağa, yanık çiğitleri, rüşvet karşılığı sabun fabrikasına satsın diye Topal Nuri’yi görevlendirmiş, Kantarcı, meyhanede yanlışlıkla Topal Nuri’nin birine para verişine tanık olmuştur ... Orhan Kemal, hiç kuşku yok, aslında küçük ama sonunda milyonlar, milyarları vuran fabrika sahiplerinin kirli çamaşırlarını ortaya dökerken, yaşadığı ve tanık olduğu gerçeklerden yola çıkmıştır.
Bu olaydan kazançlı çıkan bir kişi vardır, Topal Nuri. Bir yandan Kantarcıyı sustururup köleleştirirken, öte yandan Nedim Ağa’nın yanında daha teklifsiz olmuştur. O denli senli beni olmuştur ki, fabrika müdürünü, katipleri, artık adam yerine bile koymamaktadır: „ ... İlim de neydi? Âlimlik te ne? ... Nedim Ağa gibi okuma yazma bilmiyor muşsun ne çıkar? ... Maksat para kazanmak, okuma yazma bilenlerin okumuş yazmışlıklarını emir ve kumanda altına almak ... Bir Nedim Ağa’yı memleketin en okumuş yazmışına ... değişmezdi. Başvekil İsmet Paşa meselâ, yıllar yılı kumandanlık etmiş, başvekillikte bulunmuştu ... ne olmuştu? Bir Serbest Fıkra, onun yıllarca kurduğunu nerdeyse alıp götürecekti. (S. 314)”
1950 iktidarının “her mahallede bir milyoner yaratma politikası okumuşla cahili, devlet kapısında ise bürokratla sonradan görme zengini karşı karşıya getirmiş, daha da öte, bu sonradan görme arsız ve cahil güruhun gittikçe devlet mekanizmasındaki bürokratlara egemen olmalarına olanak vermiştir. Bu da daha sonraları pek çok olumsuzluklara gebe bir toplum oluşmasına neden olmuştur.
Nedim Ağa biraz da Topal Nuri’de kendi geçmişini gördüğü için onun ufak tefek çalmalarına göz yummaktadır. Hem kendine büyük çıkarlar sağladıktan sonra, varsın olsun. Aslında Nedim Ağa ile Topal Nuri, birbirinin ayni kişilerdir. Daha doğrusu Topal Nuri’nin geleceğidir Nedim Ağa. Onun da geçmiş Topal Nuri’den farklı değildir. “İstediğin kadar çarşı pazar dolaş, hava ... Bunlar Kayseri köylülerinden her biri Çukurova’ya inenlerden. Ekmek turşu, ekmek peynir, ekmek helva. Ama çok tutumlu insanlardır ha ... Nedim de onlardan işte. O zamanlar malum, Ermeniler, Rumlar ticareti ele almış, Osmanlıyı veryansın soyuyorlar. Derken Sultan Hamid’i indiriyorlar, Meşrutiyet, İttihat ve Terakki. Milli zenginletiştirme modası. Ardından Ermeni tehciri... (S. 109) “Nedim Ağa, işte bu dönem zengini. İşin, Nedim Ağa’yla ilgili olan kısmı bir yana, Orhan Kemal tarihsel bir derinlik getiriyor romana bu bölümde. Abdülhamit dönemi için ileri geri söz edenler aslında bazı şeyleri görmezlikten gelmektedirler. Attilâ İlhan Abdülhamit Dönemi paşasını konuştururken, onu, Abdülhamit’i savunur, tüm suçu İttihat ve Terakki’ye yıkar gösterir ki, bu da Abdülhamit’le Kuvayı Milliye arasında bir köprü oluşturma çabasının sonucu olmalı. Fakat son derecede sakıncalı bir çaba olduğu da kuşkusuz. Olay şudur; Abdülhamit döneminde ülke ekonomisi tümüyle yabancıların elindedir. Onun tahttan indirilişinden sonra da bir kabkaç dönemi başlamıştır. Günümüze gelen çarpık kapitalizmin çekirdeği oluşmuştur. Zaten Attilâ İlhan da bunu romanında doğrulmaktadır. Yalnız, burada Orhan Kemal’in konuyu dedi kodu niteliğinde geçiştirmesi, olaya derinlik katamaması bir eksikliktir hiç kuşkusuz.
Topal Nuri, Kantarcı Mustafa’ya anlatır tüm geçmişini Nedim Ağa’nın. Çünkü artık Kantarcı, Topal Nuri’nin bileğini bükemeyeceğini anlamış, ona yaltaklanmağa, dostluğunu kazanmağa başlamıştır. Fakat, öteki de bazı hesaplar içindedir. Nitekim bu işten Mustafa değil Nuri galip çıkar: Dürüst adamı kirli işine ortak eder, fabrikada göz göre hırsızlık yaptırır, sonra da bir güzel yakalatıp, işine son verdirir. Fakat işler bitmemiştir. Saf Kantarcının şuh bir karısı vardır. Ondan yararlanmanın yoluna bakar. Önce kadını ayartır, sonra da Nedim Ağa’ya peşkeş çeker. Böylece Nedim Ağa’dan daha çok para çekmenin yolunu eline geçirmiş, bir taşla iki kuş vurmuş olur. Daha sonra birbirini izleyen bir olaylar dizini: Topal Nuri kendi karısını boşayıp, Nedim Ağa’ya damad olunca işin rengi değişir.
Nedim Ağa ile Topal Nuri, bu kez toprak satın alma işine yönelirler. Arkadaşı kabızmal Haydar önermiştir bu işi Topal Nuri’ye. Bu işte onun da çıkarı vardır. Çünkü bu topraklarının sahibi olan Paşazade Hakkı Bey, Haydar’a borçlanmıştır, öte yandan köylü, toprağı işgal ettiği için, kimse satın almak istemektedir. Bu bakımdan Topal Nuri fiyatı uygun bulur. Fakat toprağı satın almak kolay değildir. Köylüler vardır. Kabak Hafız da köylülerin arasındadır ve eski dostuna toprağı satın almasını önermektedir. Fakat biz, olayların gelişmesine geçmeden önce, romandaki bazı ilginç kişileri belli çizgileriyle tanıyalım.
Hemen söyleyelim, Orhan Kemal romanının bu ikinci bölümü diyebileceğimiz bu kısmında, bitmiş bir romanı sürdürmüştür. Aslında bu bölüm ikinci bir roman havasındadır, anlatımıyla olsun, yarattığı macerayla olsun. Bu bölümün de en ilginç kişisi yazarın, romanda “Uydurma Paşazade” diye tanıttığı Hakkı Bey’dir: “Sarı saçları, mavi gözleri... Çukurovalı’dan çok, bir Alman’a, bir İngilize... benzeyen Uydurma Paşazade, ... Milli Mücadele’de Mustafa Kemâl’e kafa tutmak değil, Mustafa Kemal ve topyekün Milli Mücadele’ye yan çizmiş ... Adana’yı işgal eden Fransızlar’la pokerler, biriçler oynamış, babasından kalma neleri var, neleri yoksa yemiş. Sonra bir süre tıp fakültesinde okumuş, fakülteyi bir türlü bitiremeyip doktor olamamış ... Yükselmek, zengin olmak hırsı korkunçtu ... (S. 309)” Fakat ne cebindeki tapuların, ne de köylülerin işgal ettiği toprakların gerçek sahibi olamıyordu. Bu bakımdan da özel mülkiyetin karşısında, idealist biri oluveriyordu; “Hukuk da neydi be? Tapu da? Kadstro da? Geç efendim. Allah, çalış kulum, demiş ... bu topraklar, üzerinde çalışanların olmalı Aklından Kont Tolstoy geçti. Kaç vakittir kafasında bu. Bir Türk Kont Tolstoy’u olmak... (S. 313)”
Aslında uydurma Paşazade’nin olsun, diğer mirasçıların olsun, sıkıntıları başkadır. Önce arzuhalciyken sonra birden köye gelerek yerleşip yükünü tutan Sinan Ağa’dır onların derdi. Ondan, bazı kısa çizgiler vermek yerinde olur; “Arzuhalci Sinan Efendi, iş takibinde bir tane idi. Sıkıştır eline elliği, yüzlüğü, en olmayacak tarla işlerini yapıp, çatıversin... (S. 315). Sonra çeşitli marifetleri vardı: Remil atıyor, suya bakıyor, güzel sesiyle mevlit okuyor, Ziraat Bankası’nda köylü adına krediler koparıyor ... (S. 316)” Umumi vekili olduğu paşazadeler bir türlü, köylüye başka türlü, kendi fırıldağını çevirmiş, topraklardan bir dönüm kadarının tapusunu eline almıştı. O ordayken Paşazadeler’in topraklarına sahip olmalarına imkan yoktu. Ne zaman harekete geçmeye kalksalar, karşılarında köylüyü buluyorlardı... (S. 317)” Aşağı yukarı çıkarcılıkta Kabak Hafız’a yakın. Zaten köyde Şerif Ağa ve Yaşar bu işte ona yardımcıdırlar. Bu bakımdan Topal Nuri’nin işi güçtür.
Olayların nasıl düğümlenip sonuçlandığına geçmeden önce, Sinan Ağa’nın geçmişiyle ilgili bir noktayı daha vurgulamak için, eski dostu Ali Şahin’den biraz söz etmek yerinde olacaktır:
“Ali Şahin, Romanya Türklerindendi. İşçi hareketleri arasında yeraltı hücre arkadaşlarıyla düşüp kalkarken makinistlik, şoförlük öğrenmişti... Türkiye’ye gelirken babası, ardından da annesi vapurda ölünce ... bir melankoli arz olmuştu ... (S. 336). 927 grevini hazırlayan arkadaş Sinan’ın yardımıyla bu köye yerleşmişti... Veryansın riyazet... Eski Marksist, bu riyazetten sonra Marksizm’den caymadıysa da, maddenin ötesinden birtakım seslerin geldiğini keşfetti... Evet biliyordu, günün birinde Dünya İşçi İhtilali gerçekleşecekti, işçi sınıfı idareyi ele alacaktı ama, o zamana kadar kim ölür, kim kalırdı... Sinan maddenin bu yanı, Ali Şahin öte yanıyla uğraşmağa başlamışlar birbirinden gün geçtikçe uzaklaşmışlardı... (S. 33)” Ali Şahin bir parça da Sinan’a inat, köyle ilişkiyi kesmiş gibidir.
Önceleri “Dünya İşçi İhtilali”ne gönülden bağlı iken sonradan koşulların geeği sınıfnın bilincinden uzaklaşrak tam zıt bir yola sapma her dönemim- hattâ günümüzün bile- değişmeyem bir gerçeği. Orhan Kemal bu önenli ayrıtıyı tomanın katarak yıllar öncesinden günümüze bir mesaj verir gibidir. Elbette, dönemin siyasal baskısını söz konusu etmekle birlikte, sınıf bilincinin eksikliğine de yormak yerinde olur. Ali Şahin’in, zaman zaman eski dostuyla ters düşüncelerle karşı karşıya geldiklerine tanık oluyoruz. “Bu yaptıkların alçaklıktır! demişti. Senin gibiler için Lenin der ki... Sinan sözünü kesmişti... Hâlâ Lenin mi... Ali Şahin şaşırmıştı! Evet, hâlâ ve her zaman! ... Benden paso değilse bile çıkarım için bu isimlere paso. Lenin Türkiye’de yaşamadı. Türkiye’de yaşasaydı... Ne olurdu? ... Otuz yıla mahkum ... (S. 338)”.
Köylülerin “komünisttir” diye Ali Şahin’i dövmeleri, Sinan ve Kabak Hafız’ın elinde tüm köy halkının oyuncak olmaları kime yarayacaktır? Topal Nuri’ye, Nedim Ağa’ya, Sonunda tüm çıkar çevreleri birleşirse, köylü birbirine girecektir. Sinan,Yaşar’ı vurur. Yaşar’ın anası da Sinan’ın çoluğunu çocuğunu öldürür. Varlık, Ağustos 1979
Çevren Eylül, 1983, Yugoslavya