ADANALIYIK ESSAHTAN
Unkapanı’nda oturuyorduk.
Küçüktüm, babam anneme şöyle seslenirdi, “Nuriye,pazara bir çiğköfte yapsanda yesek…” Bu istek bana ters gelirdi.Lokantacı Mustafa Amcanın dükkanında ızgara köfte yemek varken,neden köftenin çiğini yiyeyim ?
Pazar günü gelir,annem bol acılı çiğköfteyi yaparken bana acısız olarak yoğurur-İstanbulluyuz ya- çiğköfteleri önüme dizerdi. Az bir şey yerdim. Doymazdım.Böyle durumlar için kurtarıcım babamdı. Kendisine sokulur, bu köfteyi sevmediğimi, ızgara köfte yemek istediğimi söylerdim.Bütün ana ve babaların yaptığını, babamda bana yapar –babamdan torpilliydim- ızgara köfte yememe izin verir, “Git Mustafa’nın oradan ye!” derdi.Lokantaya gider köfteyi afiyetle yerdim, parasını da veresiye defterine yazdırırdım.Ben böyle yaparken, çiğköftenin bir kültür olduğunu,yıllar sonra çok seveceğim bir şehrin bir bölgenin en has yemeği olarak onun yapıtlarında çoktan yerini almış olduğunu bilmiyordum:
Çiğköfte ancak bu kadar politik olarak istenebilir…
“Benim gelinden duyduk iyi çiğköfte yoğurduğunu, sınıyak dedik, geldik.” (Eskici ve Oğulları,S.154)”
Hep birlikte yemeği hazırlamaya başlarlar…
“Gazocağındaki kapta kırmızı boynuz biberi kaynayıp duruyor, gelin mutfağın bir kenarında tahta tokaçla çiğköftenin etini dövüyordu..” (S.157)
Kayınvalide her zaman her yerde aynıdır, değişmez…
“…Macun gibi dövdüğü etin başına yeniden çömeldi, başladı etin içinden bıçağın keskin ağzını geçirmeye. Her geçirişte bıçağa takılan beyaz beyaz lifler etten çıkarılırken, kaynana mırıl mırıl söyleniyordu: Her şeyi ben ben düşüneceğim. Söylesem bir türlü, söylemesem bir türlü… Bizim eve geleli on bir sene oluyor kızım. Biraz kafanı işletsen olmaz mı? Et hazır anne, diyorsun. Bir etin iyice hazır olması cığındırığının alınmasıyla olur.” (S.159)
Eee çiğköfte hazırlansın artık…
“Tavlanmış bulgurun üstünde duran dövülmüş et, etin üzerine ince ince çentilen soğandan sonra sıra maydanoza gelmişti, iyice yıkanmış bir tutam maydanozu avucunda dertop ettikten sonra başladı doğramaya… Maydanoz da doğranmıştı. Kimyon, toz kırmızı biber, tuz da ekelendikten sonra elini yanındaki su kabında ıslattı, kocaman yumruklarıyla etli bulguru yoğurmaya başlamadan önce bir besmele mırıldandı. Yalnız mutfağa değil, evin içine kuvvetli bir kimyon kokusu yayılmıştı…” (S.161)
Tatmak lazım değil mi?
“….Çiğköfte sıkımını aldı, ağzına attı. Çiğköfte de çiğköfte olmuştu hani. Kuvvetli dişleriyle, hazla çiğnerken gözleri yumuluyordu…Geliyor, çiğköfte cenapları geliyor, destuuur’” (S.164)
Çiğköfte, Orhan Kemal için 1951’de Adana’dan İstanbul’a göç edişlerinde yitirdiği şehrin kokusu,havası,suyu,şalgamı,acılı Adanası, ayrıldığı dostları velhasıl her şeyiydi. Ondan kopması imkansızdı. O ülkesinin hiçbir değerinden kopamıyordu, ama günümüzde yapılan bir ankette seçiciler kurulu seçtikleri “Ölmeden önce okunması zorunlu 40 kitap” içinde onun eserlerine yer vermiyor onu görmezden geliyorlardı. Oysa Özdemir İnce’nin dediği gibi, “ ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’, ‘Eskici ve Oğulları’, ‘Cemile’ ve ‘Murtaza’nın yazınsal varlığından habersiz âdeme Tanrılar bile yardımcı olamaz” dı.
Yıllar sonra çok istediğim halde yine çiğköfte yiyemiyorum –bu sefer midem tepki veriyor-, ama onun eserlerinden tanıdığım,sevdiğim Adanalı ve Çukurovalılara, kabul ederlerse; yüreğimin ta derinlerinden, “Adanalıyık essahtan…” diye seslenmek istiyorum.
Işık Öğütçü
[email protected]
Tel:0212 292 92 45
www.orhankemal.org
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|