MURTAZA EMEKLİ OLUR MU?
Mehmet Nuri Gültekin
Orhan Kemal’in Türk edebiyatında tartışılmaz bir yeri ve ağırlığı vardır. Bir sanatçı olarak hissettikleri, yaşadıkları, yazdıkları ve yarattığı eserlerle yazın dünyasının önemli kilometre taşlarından biridir. Onun toplumsal yaşamı kavrayışındaki estetik başarı, yarattığı karakterlerin anlatımında karşımıza çıkar. Pek çoğu Türk edebiyatının başyapıtları arasında gösterilecek romanlar yazmıştır. “Bereketli Topraklar Üzerinde”, “Gurbet Kuşları”, “Eskici Dükkânı”, “Hanımın Çiftliği” ilk akla gelenler olsa da, yeri asla doldurulamayacak, üzerinde ciltler dolusu yazılar yazılan (hâlâ da) yazılması ve aynı zamanda okunması gereken bir başka romanı vardır: “Murtaza”.
Geçtiğimiz mart ayında Everest Yayınları romanın 16. baskısını yaptı. İlk yayınlanmasının üzerinden tam elli beş yıl geçmiş! Geçen bu yarım asırlık sürede Murtaza okundu, oynandı, tartışıldı, filme çekildi. Bunların tümü Murtaza’nın ‘dışında’ gelişen olaylardı; ilk elden onu pek de ilgilendirmez, doğası gereği. O, bütün ciddiyeti ve dürüstlüğüyle, “kurs görüp terbiye aldığı büyükleri” tarafından kendisine emanet edilen bir fabrikayı, bir işyerini ya da bir mahalleyi düzene sokmakla meşguldü hep. Başarılı olup olmaması Murtaza’nın değil, “muzır vatandaşların” sorunuydu; az yol da kat etmedi hani!
“Murtaza”nın Orhan Kemal’in romanları arasında hep ayrıcalıklı bir yeri ve önemi olmuştur. Yaratılan karakter, temsil edilen zihniyet ve olay örgüsündeki trajedinin gizlediği dramatik durumlar, Türkiye’de romanın tarihi açısından başlı başına bir zenginlik olarak karşımızda durur. Peki, kimdir Murtaza? Var mıdır? Olmuş mudur? Nasıl biridir? Onu ayrıksı ve farklı kılan nedir? Bunun gibi yüzlerce soru yöneltilerek okunabilir bu roman. Fakat şunu hemen söylemekte yarar vardır: Murtaza bir güldürü karakteri değildir!
Eğer romanın düşünsel bir arka plânı varsa - ki olmak zorundandır- roman sadece art arda gelen olayların mantıksal bir dizgesi değilse ve “okuma”nın en az yazma kadar ‘anlam’ın oluşturucusu olduğunu kabul ediyorsak, Murtaza’nın trajik dünyasını anlamaya çalışmamız da zorunludur. Ve onu anladıkça da, ilk okumaya başladığımızda yüzümüzde beliren gülme ve tebessüm, yerini giderek daha ciddi hatta karamsar ifadeye bırakabilir. Neden peki?
Murtaza’nın Yunanistan’ın Alasonya’sından başlayıp Çukurova’ya kadar uzanan göçmenlik/muhacirlik hikâyesi, bir roman karakterinin yaşadıklarının yanında, 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan toplumsal/siyasal olgunun anlatımına da dönüşür. Çünkü Murtaza’nın hayat çizgisi yüz binlerce insanın yaşadığı yerleri terk etmeye zorlanmasının, “göçmen”, “mülteci”, “mübadil” ve bir anlamda “sürgün” duruma düşmesinin, romanın dilinden yansıyan trajedisidir. Okuyucuya gülünç gelen anlatımın gerisinde, her zaman bu acıların izlerini buluruz.
Murtaza’nın bir roman karakteri olarak farkları vardır. O hiç kimseye benzemeyen biridir. Yaşadığı mahallenin gözünde bir “deli” olarak görülebilir ve öyle tanınabilir; fakat kendini adadığı görev anlayışı, tutum ve davranışları arasındaki ‘mükemmel’ uyum, kitabi bir kural ve amir takıntısı onu herkesle karşı karşıya getirir. O, onun gibi olunmak istenmeyen biridir; fakat güç ve otoriteyi temsil edenlerin sahip olmak istediği ‘ideal’ bir memurdur. Her otoriteyi temsil eden bir ‘büyüğün’, müdürün, amirin kendi görev mahallinde, işte, mahallede, fabrikada emrinde çalıştırmak istediği, görmek istediği ‘örnek’ bir vatandaştır. Verilen hiçbir emri tartışmaz Murtaza, içeriğine bakmaz. Onun için bürokratik silsilede, sadece “kurs alıp terbiye gördüğü” amirden, üstlerinden gelmesi yeterlidir. Gerisi ilgilendirmez onu. Bürokratik işleyişin hiyerarşik yapısıdır, onun kendine ‘doğru’ olarak aldığı. Murtaza için emir-amir dışında bir hayat tahayyül edilemez. Onun dünyasında, “vazife bir” sırasında üniforması olmayanların ve ‘kadın kısmının’ pek değeri yoktur. Ona göre, toplumun büyük bir kesiminin ‘sıkı bir disiplin’e şiddetle ihtiyacı vardır. Kendisinin de dâhil olduğu yoksul mahallesindeki ‘bir takım muzır vatandaşlar’ gibi insanları sevmez. Onun istediği vatandaş, kendisine ‘Ankara’daki büyüklerimizin’ yerel temsilcilerinin yani onun her yerdeki amirlerinin verdiği emre kayıtsız şartsız itaat etmelidir. Verilen görevleri sorgulamayı aklından bile geçirmeyen, her an askeri bir disiplinle savaşa hazır bir vatandaş kitlesidir Murtaza’nın görmek istediği. “Yanlış” ya da “doğru” onun görev kitabında kişisel değerlendirmelerin perspektifinden süzülmez; hazır verilmiştir. Ona ne yapacağı, nasıl davranacağı, kime, nasıl yaklaşacağı ‘kurs’ ve ‘terbiye’ gibi hizmet içi eğitimle emredilir. Buna asla itirazı olamaz; çünkü böyle bir ‘görev’ verilmemiştir!
Görev başında onun gözü hiç kimseyi görmez. Kimseyi kayırmak, ayrıcalıklı davranmak asla onun yapacağı bir davranış değildir. Herkese karşı aynı mesafede durabilen biridir. ‘Vazife bir’ sırasında, eş, dost, tanıdık, çoluk, çocuk ayrımı yapmaya kapı aralayacak biri değildir. Nitekim ‘kurs gördüğü büyüklerinin’ disiplin altına alma görevi verdikleri, memleketin düzeni bozuk, muzır, ‘tembel’ işçileriyle dolu çırçır fabrikasında çalışan çocuk yaştaki kızının açlık, yorgunluk insafız çalışma ve sömürü ortamında yorgun düşmüş küçücük bedenini ‘kutsal görev’ başında uyuyakalmış gördüğünde, Orhan Kemal korkunç bir görev makinesinin gayri insani yüzüyle karşılaştırır bizleri. Çılgına dönmüş Murtaza, zavallı çocuğu öldüresiye döver ve fabrika müdürünün karşısına ‘malumat’ vermeye çıkar, zerrece pişmanlık belirtisi (dâhi) taşımadan!
Murtaza’yı karakter olmaktan bir ‘tip’e dönüştüren onun toplumsal-tarihsel hakikatle olan temasıdır. Murtaza’nın gerçekten yaşayan biri olup olmaması yazar için asla önemli ve gerekli değildir. Sanatçının toplumsal olanı algılaması, onun özgür yaratımına bağlıdır. Fakat bir sanatçı olarak romancı da belirli bir tarihsel-toplumsal dönemde yaşar, toplumdan bağımsız değildir. Dolayısıyla, Murtaza’nın belirli dönemsel gerçekliği olduğunu söylemek, abartı olmayacaktır. Unutulmaması gerekir ki, ne romanın olay örgüsünün betimlediği 1930’lu ve 40’lı yılların hengâmesinde, ne de ondan sonraki dönemlerin hiçbirinde yaşamın herhangi bir yerinde bütünüyle “İşte, Murtaza budur!” diyebileceğimiz bir kişi ya da durum yoktur ve aramak boşunadır. Zaten, anlatılan nesnel bir hakikat değil, düşünsel bir tasarım ve estetik yaratımdır. Murtaza yoktur, olmamıştır ama “Murtazalık” bir olgu olarak vardır, yaşanmıştır ya da yaşanmaktadır. (Zaten, romancının karakterden ‘tip’e geçiş yaptığı nokta da bu olsa gerek.)
Gerçek hayatta Murtaza’yla olmasa da “Murtazalık”la ya da “Murtazalaşmak”la karşılaşabiliriz. Çünkü tip olarak “Murtaza” kraldan çok kralcılıktır. İnsani özü boşaltılmış, onun yerine emir, görev ve tartışmasız bağlılığın aldığı bir durumun adıdır. Çok genel ve soyut kavramların arkasına sığınarak, sürekli bir teftiş ve denetlenme durumudur. Disiplinin asıl amaç olduğu, herkesi potansiyel düzensizlik kaynağı görmenin tanımıdır. Yoksulken, yoksullardan nefret etmek, kurallar ve düzene itaat adına en küçük insani durumları bile affetmekten uzak olmaktır. Duyguya karşı ‘vazife’, birey yerine kitle, özgürlük yerine düzen ve disiplini koyabilmektir. Bir düdük sesiyle herkesi hizaya sokma arzusunun romanda cisimleşmiş halidir. Gülünç gibi gelebilir ama çok yakından okunduğunda ve parçalar birleştirildiğinde, günümüzde ve geçmişte pek çok kişinin arzusuyla tutuştuğu (Murtaza gibi!) güçlüye asla ses çıkar(a)mayan, ama kendince güçsüz addettiğine hoyratça davranma karmaşasıdır. Ast-üst hiyerarşisinde var olabilen, totaliter bir nizam/intizamın temsilcisidir. Yaşamın her alanındaki yönetici/politik gücün kendini ‘doğal’ ve zorunlu olarak dayattığı bütün anlarda, Murtaza aranan ve istenen ‘ideal’ bir vatandaştır; daha da ötesi, “Murtazalık” bir zihniyettir. Nesnel hayat içinde gösterilebilecek biri değildir, hissedilir. Sokakta, okulda, kahvede, fabrikada ya da televizyonda benzetebileceğiniz biridir. Zaten onu bu kadar tanıdık ve ünlü yapan da sürekli aramızda dolaşan, her yerde karşımıza çıkıvermedeki ustalığıdır. Dakiktir, asla geç kalmaz vazifeye! Gerekirse iki gün aç biilaç kalır ama ‘kutsal’ vazife mahallini terk etmez. Yalnızdır. Dürüsttür. Herkesin ona gülünecek ve dalga geçilecek biri olarak bakmasına karşı, o şaşırtıcı derecede güvenilirdir. Bütün bunlara rağmen, her daim korkunç bir makineye dönüşme olasılığını beraberinde taşır. Çünkü amirlerin ve ‘büyüklerin’ verdikleri ‘kurs ve terbiye’nin böyle bir ‘vazifeyi’ ne zaman ve nasıl gerektireceği hiç belli olmaz. Murtaza da, kanının son damlasına kadar (onun hayattaki yegâne kahramanı, ‘kutsal vatan topraklarına kanını akıtmış Şehit Kolağası Hasan gibi’) nelerle karşılaşırsa karşılaşsın, verilen görevi yerine getirecektir.
Orhan Kemal’in bu ölümsüz tipi elli beş yıldır aramızda. Yarım asırlık ömrü geride bıraksa da bir zihniyetin dışa vurulmuş, romanın imge dünyasından yansıyan ‘cisimleşmiş’ trajik kahraman olarak hâlâ canlı, güncel ve geleceğe taşınan biri olacaktır. Bunun için yarım yüzyıllık ‘vazife’ görmüş, emre ve amire sarsılamaz itaatle bağlı, görülmemiş derecede ciddi, disiplinli, her zaman savaş ve kahramanlık mitosunu kendine kalkan yaparak, her yerde hazır ve nazır Murtaza’nın emekli olmaya hiç niyeti yok. Orhan Kemal’in usta anlatımıyla romanı okurken, sokakta, tarlada, fabrikada, kahvede, apartmanda, yazlıkta, sitede kısaca disiplininin bozulduğunu düşündüğünüz neresini görürseniz, gülmeler, kahkahalar arasında çok geçmeden yanınızda - mutlaka - bir Murtaza bitecektir.
MURTAZA
Orhan Kemal, Everest Yayınları, 2007, 356 sayfa, 16 YTL.