Ana Sayfa

Her Şeye Karşın - Cihan Kaş / Yapı Sanatevi - Haziran / Temmuz 2007

 

 

        ORHAN KEMAL’İN ÖYKÜCÜLÜĞÜ

   
 Orhan Kemal’in öykücülüğü, yaşamın onu sürüklediği sosyal koşulların niteliği doğrultusunda şekillenir. Yaşamında 1950’ye kadar Adana yılları, 1950 ve sonrası İstanbul yılları olmak üzere iki evre görülür. Her iki evrede de yazar, kalemiyle ekmeğini kazanma savaşı veren bir yazar olarak görülür. Yaşam koşullarının birbirine özdeş olduğu bu iki çevre, aynı zamanda onun öykülerinin iç örgüsünü de bu iki ayrı çevrenin nesnel koşulları doğrultusunda şekillenmesine zemin hazırlar.

           

Yazar, ölümünden önce (1914- 1970) on iki hikâye kitabı yayımlar. Hikâye dalındaki ilk eserlerini Adana’da yayınlama fırsatını bulur. Yayınlanan ilk eseri ise Yeni Edebiyat dergisinden çıkan Balık adlı öyküdür. 1940 yılında Orhan Raşit imzasıyla yayınlanan öyküyü, daha sonra Baba Evi romanına küçük bir bölüm olarak alır.

 

Kasım 1944’te Varlık’ta Revir Meydancısı Yusuf hikâyesi çıkar ve bunu başka öyküleri izler. 1945 yılında Varlık dergisi okurları arasında açtığı bir soruşturmada Orhan Kemal, yılın en beğenilen öykücüsü seçilir. 1946’dan sonra Gün, Seçilmiş Hikâyeler, Yaprak gibi dergilerde öyküleri çıkmaya devam eder. Seçilmiş Hikâyeler dergisi Nisan- Mayıs 1948 sayısında yazarın yaşamöyküsünü yayımlar. Yazar ise hikâye dalında ilk kitabını Ekmek Kavgası adıyla, roman dalında ise Baba Evi adıyla 1949’da yayımlar.

 

Ekmek Kavgası eserindeki öyküler yazarın Adana yıllarının izlenimlerinden oluşur. İkinci Dünya Savaşı yıllarına rastlayan bu dönem, tarımda makineleşmenin başlangıcı ve sermayenin yıkıcı güç durumuna geldiği yıllardır. Pamuk üretiminin makineleşmesi bir yandan toprak sahiplerinin fazla ürün almasını sağlar, öte yandan ortakçı durumundaki köylülerin işçilik yapmaya iter. Makineleşmenin yol açtığı bu çarpıklaşma, kırsal bölgelerden büyük kentlere işçi akımına neden olur. Eski gelenekler, yaşam ve çalışma koşulları emekçilerin aleyhine değişmeye başlar.

 

Tabandaki küçük insanların sürüklendiği bu hızlı değişim sürecinde Orhan Kemal, emekçi insanlarla aynı sancıları yaşar. Onlarla birlikte çalıştığı fabrikalarda çelişkileri içten içe yaşar, insanları değişen bu yaşam koşullarının nesnelliği içinde tanımaya ve anlamaya başlar. Emek- sermaye çelişkisinin küçük insanın sosyal hayatında yarattığı değişim, yıkım ve çözülme, sanatının ilk evresindeki ürünlere de yansır. 1942- 46 yıllarında kimi öykülerinde bu çarpık yaşam koşullarını saptama, sergileme olarak işler. Sorun- olay bağlamında anlatımı ise henüz zayıftır.

 

Bu ilk dönem öykülerinde köylü- ağa çatışması (Afaracı Hacı Ali), tarımda makineleşme, işsizlik (Bir İnsan), çocuk işçiliği (Çocuk Ali) ve kadın (Bir Kadın) sorunları ön olandadır. İlk dönem öykülerinde olay, genellikle Adana ve çevresinde geçer.

           

İkinci dönem olarak adlandırdığımız dönemde ise yazarın İstanbul’a göçmesi sonrasında 1950- 65 yıllarına dek kaleme aldığı öykülerdir. Bu dönemde uzun ve verimli çalışması sonucu öykümüze nitelikli eserler kazandırır. Bu dönemde öykülerinde yine işçi, işsizlik, çocuk işçi, kadın, işportacı, dilenci, mahkûmlar, öksüz ve yetim çocuklar, yetki ve etiket sahibi memurlar ön plana çıkar.

 

1940’tan sonra İstanbul’da sanayileşme hız kazanır. İşçileşme kırsal kesimden göçlerle artar. İşçileşmenin hızlanmasıyla birlikte sorunlar da çoğalır ve çeşitlenir. Bir taraftan üretim araçlarına egemen patronlar, bir tarafta da bu üretim araçlarının çarkları arasında köleleştirilen küçük insanlar şeklinde bir sınıfsal ayrışma yaşanır. Bu ayrışmanın acımasız zorunlulukları hayatı, küçük insanlar cephesinde çekilmez kılar. Bu dönemde Orhan Kemal’in öyküsü sermayenin büyümesine koşut olarak bir bilinçlenme sürecine giren küçük insanın hayatıyla bütünleşmeye başlar. Bu dönemin öykülerinde egemen kişiler (patron, patron çocukları, yandaşları, orta tabaka insanlar) ile işyerlerinin özellikleri içinde ve yaşamın diğer kesimlerindeki insanlar (evlerde, kahvelerde, meyhanelerde, sokak başlarında) yazarın öykülerinde karşımıza çıkan canlı tipler olur.

 

Orhan Kemal’in en önemli özelliği hikâyelerinde toplumsal, siyasal, sosyal, ekonomik gerçekleri bireye yönelim şeklinde kurgulamasıdır. O öykülerinde bireyden toplumsala gider. Bireyi toplumsal yaşamın nesnel bir öznesi olarak sunar. Bireyin, yani küçük insanın yaşamını felç eden, onu yoksunlaştıran işsizlik, açlık, yokluk, eğitimsizlik, sömürü, göç vb. gibi her şey toplumsal bir olgu olarak hikâyelerinde dillendirilir. Bireyden toplumsala giderek toplumu, özelinde de insanı çürüten nedenleri ve düzensizlikleri göstermeye çalışır.

 

Yazar, eserlerinde sanatının estetik dokusunu “aydınlık gerçekçilik” terimi ile ifade eder. Bu terim ile o, bireyin özüne yönelir. Bireyde özde değişmeyen, günün ve toplumun koşulları içerisinde bozulmayan bir “iyilik” cevherini gösterir. İşte yazar, hikâyeleriyle bireyin özünde yatan ve yok olmayan bu yönü ortaya çıkarmayı amaçlar.

           

Orhan Kemal toplum gerçeklerine, toplumun belirli bir kesiminden seçtiği bir kadroyla ulaşmaya çalışır. Bir başka ifade ile özellikle bireyin macerasını anlatma ve onun sosyal yapı içerisindeki rolünü belirtme isteği, hikâyenin kişi ekseninde kurgulamasını zorunlu kılar. Bu doğrultuda karakterin ve tiplerin canlı ve çarpıcı olmasına özen gösterir. Zaman, mekân gibi diğer unsurları ancak kişiyi açıklayabildiği ve yansıtabildiği ölçüde işlevlendirir. Bu açıdan Orhan Kemal, toplum içinden seçtiği kişileri temel çıkış noktası yapar. Bütün hikâyelerini bu ortak paydada birleştirme çabasına girer, diyebiliriz. 24 hikâyeyi içeren ilk hikâye kitabı Ekmek Kavgası’ndaki Revir Meydancısı Yusuf, Mahalle Bekçisi Ali, Bir Öksüz Kız Etrafında, Bir Ölüye Dair, Bir İnsan, Teber Çelik’in Karısı, Afaracı Hacı Ali, Bir Kadın, Propagandacı, Yemişçi, Çocuk Ali, Büyücü, Babalar ve Oğullar, Ali Osman vb. genellikle birey eksenlidir. Hikâye adları da bunun bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

 

Eserlerinde toplumunun gerçeklerini yansıtmayı amaç edinen Orhan Kemal, hikâyelerindeki şahıs kadrosunu da toplumun değişik kesimlerinden oluşturur. Bu şahıslar dünyasının küçük insan tipleriyle dolu olması, kadrosunun ilk söylenmesi gereken genel özelliklerden biridir.

 

Yukarıda sıraladığımız hikâye adlarından da anlaşılacağı üzere Orhan Kemal, bu küçük insanları, bize, sadece genel adlarıyla tanıtır. Küçük cemiyetin çarkları arasında ezilen sıradan insanlar, ekseriyetle ‘kadın’, ‘adam’ veya ‘çocuk’turlar. İsimleri bir veya iki yerde geçse bile hikâye boyunca isimleri hatırlanmaktan mahrum olan bu insanlar, ‘adam’, ‘kadın’ veya ‘çocuk’ isimlendirmesi ile rollerini sürdürürler.

 

Orhan Kemal’in tarım ve fabrika işçileri olmak üzere iki tip işçiyi hikâyelerine aldığını görürüz. Bu iki tip, işçi sınıfı dışında hamal, garson, inşaat vb. işçilerine hikâyelerde az da olsa yer verildiğini söyleyebiliriz. Örneğin, Kardeş Payı adlı hikâyede bir nevi patron konumundaki hamalbaşının, yanında çalışan hamalları, kendi çıkarı uğruna kullanmasını konu edinir. Yazar, bu tip hikâyelerinde de, güçlü olanın, zayıfı ezmesini eleştirir. İşçilerin zor şartlar altında çalışmaları, işverenleri tarafından insafsızca, sömürüye varan bir tutumla çalıştırılmaları, emeklerinin karşılığının verilmemesi, işlerine süreklilik kazandırmak, geçimlerini devam ettirmek adına eylemsizliği tercih etmeleri, hikâyelerdeki işçilerin ortak özellikleri olarak sıralanabilir. Orhan Kemal, birkaç hikâyesi istisna tutulacak olursa, genellikle bu durum karşısında işçilerin nasıl tavır almaları gerektiği konusuna fazlaca değinmez. İşçilerin maddî sıkıntılarına çoğu zaman çözüm bulunamasa da, Grev adlı kitabına da ad olan Grev hikâyesine bu tutumun aksine, sömürü karşısında birlikte hareket edilirse hakların kazanılacağı düşüncesi hâkimdir.

 

Tarım işçilerinin durumu da diğerlerinden farklı değildir. Onlar da tıpkı fabrika patronlarına çok benzeyen toprak ağalarının elinde karın tokluğuna çalışmaya mahkûmdurlar.

 

Çalışanların yanında işlerini kaybetmiş, iş bulamamış ya da işten atılma korkusu taşıyan insanların hikâyelerine de rastlarız. Yazar, çalışanların çalışma şartlarına dikkat çekerken bir yandan da iş bulamayanların geçim sıkıntısına, işini kaybetme korkusunu taşıyanların günlük kaygılarına değinir.

 

İkici gurup hikâyeleri ise kahramanı çocuk olan, çocukların yaşamlarından kesitler sunan hikâyelerdir. Bunlar Orhan Kemal’in hikâyeleri içerisinde oldukça fazla yer tutar. Bunların büyük bir kısmı işçi çocuklar(ı)dır. Aile bütçesine katkı sağlamak maksadıyla  eğitimini yarıda bırakan çocukların her hangi bir sosyal güvenceye bağlı olmadan, gerekirse hafta sonu ve geceleri fabrikalarda çalıştırılmaları Orhan Kemal’in en çok işlediği konulardan biridir. Orhan Kemal’in burada, toplumun gelir düzeyi düşük kesimlerinden seçtiği karakterlerin acımasızca, zor şartlar altında çalıştırılmalarına karşı durarak, bu sosyal yaraya dikkat çekmek ister. Çocukları konu edinen hikâyelerindeki çocuk kahramanlar, derinliği olmayan, düz karakterlerdir. Yazar onları çocuk psikolojisine başvurmadan  yüzeysel bir gözlemcilikle elde ettiği bilgiler ışığında bize sunar. Bu yüzden çocuk hikâyeleri başta olmak üzere, onun hikâyelerinde genel olarak psikolojik bir derinlik bulamayız. Var olan psikolojik özellikleri de diyaloglar aracılığı ile sunmaya çalıştığını görürüz. Burada yazar, bize bir takım davranış biçimlerinin ötesinde, durumu tespit etmek istemiş, onları ekonomik düzensizliğin içerisinde eriyip giden, yok olan değerler olarak ele almıştır.

 

Orhan Kemal’in, hikâyelerini yazarken kendi yaşam tecrübelerinden de yararlandığı bilinmektedir. O, hikâyelerinde daha çok tanığı olduğu yaşam biçimlerini ve kişilerini ele alır. Bir söyleşisinde buna değinen Orhan Kemal, “Evet, ben tanıdığım insanları yazdım. Tanıdığım, konuştuğum, birlikte sigara içtiğim, sırtımı sıvazlayan insanları yazdım. Ben bu insanları inceledim, araştırdım.” diyerek cevap verir. Sürekli yoksul, dar gelirli kişilerin yaşamlarını anlatmasını da şöyle açıklar: “Hep işçiyi, hep köylüyü anlatmak gibi bir inadın sonucu değil bu. Gerçekçi bir yazar en iyi bildiği şeyi yazmalıdır. İşçi ve köylüler çocukluğumdan beri içime öylesine yerleşmişler ki. Halli vakitlilerden de, bildiğim kadar söz ediyorum. Keşke daha geniş tanısam onları da, kitaplar doldursam.”

 

Orhan Kemal, askerlik görevini yerine getirirken Nazım Hikmet’in ve Maksim Gorki’nin eserlerini okuduğu ve komünizm propagandası yaptığı suçlamasıyla tezkereyi almasına kırk gün kala mahkemeye çıkarılır ve tutuklanır. Yaklaşık beş yıl süren hapishane yaşamı, ona birçok hikâyesinin yazımında kaynaklık etmiştir. İşte yazarın üçüncü guruptaki hikâyelerini ise cezaevindeki mahkûmları, gardiyanları ve oralardaki yaşam koşullarını anlattığı cezaevi öyküleri oluşturur. Özellikle uzun bir hikâye olan 72. Koğuş, yazarın gözlemlediği hapishanedeki çarpık yaşamı anlatan bir eserdir.  Bu ve hapis günlerinde  yazdığını bildiğimiz Ekmek Kavgası’ndaki Revir Meydancısı Yusuf, Ekmek Sabun ve Aşk; Çamaşırcının Kızı’ndaki Ayşe ile Fatma, Eski Gardiyan, Recep; Grev’deki Nurettin Şadan Bey; Dünyada Harp Vardı’daki kitapla, aynı adı taşıyan hikâyelerde yazar, sadece mahkûmların yaşantılarını vermez, onların bu mekâna nasıl ve niçin düştükleri üzerinde de durur. Bu bağlamda ülke sorunlarını gündeme getirir. Tabii bütün bunları bir hikâye biçiminin dışına çıkmadan yapar. Orhan Kemal, hapishane konulu hikâyelerinde hapse düşmüş kişilerle yetinmez, bu çerçevede gardiyanlar ve diğer hapishane görevlilerini de ele alır. Yazar, bu tür hikâyelerinde de en önemli sorun olarak ekonomik zorlukları gösterir. Hapistekiler dışarıda peşlerini bırakmayan yoksullukla ve onunla gelen kötülük ve çirkinliklerle burada da mücadele etmek zorundadırlar.

 

Orhan Kemal’in dördüncü gurup hikâyelerini ise kadın ve kadınların sürüklendiği koşulları anlatan öyküler oluşturur. Bir Ölüye Dair, Bir Kadın, Teber Çelik’in Karısı bu öykülerden bazılarıdır. Geçim derdinden istemeyerek de olsa kötü yola düşmüş kadınlar, fakirlikten kurtulma çaresini artist olmakta bulan genç kızlar, varlıklı insanlara hizmet eden gündelikçiler, aşk yüzünde kötü yola düşmüş genç kız kalpleri bu öykülerinde işlediği temalardır.

 

Orhan Kemal’in hikâyelerinde bunlardan başka öykülerinde işlediği daha birçok soruna ve insan tipine rastlamak mümkündür.  Çok düşük ücretle çalışmalarından ötürü kışın giydiklerini yazın da giymek zorunda kalan küçük memurlar, muhasebeciler, umut peşinde köyden kente göç eden ve gecekondularda yaşamak zorunda kalanlar, avare bir yaşantı sürenler, arzuhalciler, işten çıkarılma korkusu yaşayanlar ve daha birçok küçük insan manzaralarını eserlerinde bulmak mümkündür. Orhan Kemal’in küçük insanları, ekmek peşinde koşan, toplumda kendine yer bulma çabasında, sıkıntılı bir karakter görünümdedirler.

 

Orhan Kemal, hikâyeleriyle insanlığa ait değerleri gün yüzüne çıkarma, toplum tarafından kötü olarak nitelendirilen bir insan da bile iyi bir özellik bulunduğunu ispatlama peşindedir. Ona göre hiçbir insan, yüzüne söylenmesini istemeyeceği, utanacağı bir eylemi isteyerek gerçekleştirmez. İşte sanatçı öncelikle, insanı istenmeyen davranışlara sürükleyen nedenler üzerinde durmalı ve ardından kahramanın özündeki iyiliği, onlardaki aydınlık yönü bulup çıkarmalıdır. Bunu kendi deyimi “aydınlık gerçekçilik” olarak tanımlar. (Bezirci, 1984: 46) Bu terim ile yazar, her insanda iyi bir yön olduğunu söyler. Bu düşüncesiyle toplumun değişebileceğine,  dönüştürülebileceğine inanır. Bu terim ile o aynı zamanda bireyi ve toplumu olumsuz etkileyen emek- sermaye çelişkisini göstermeyi amaçlar.

 

 Orhan Kemal’in hikâyeleri genel olarak böyle bir toplumcu gerçekçilik anlayışı çerçevesinde şekillenir. Onun hikâyelerini kuşatan “aydınlık gerçekçilik”in temel çıkış noktası budur. Bunun örneklerini birçok hikâyesinde bulmak mümkündür. Teber Çelik’in Karısı adlı hikâyesinde, Teber Çelik’in karısı Seyran’ı fuhşa sürükleyen sorumsuz ve sadakatsiz eşler üzerinde durur. Orhan Kemal, Seyran’ı fuhşa zorlayan, kocasının kendisini başka kadınlarla aldatması, kumar oynama alışkanlığı gibi birtakım gerekçeler öne sürer. Bu sorunlar içerisinde en geçerli neden olarak ekonomik zorlukları, yani açlığı gösterir. Çünkü beton amelesi Teber Çelik’in karısı Seyran, tek gözlü kerpiç evlerinde kocasının kazandığı üç beş lirayla almayı ümit ettiği bulgur aşının hayaliyle her günün akşamını beklemekte, bu da olmayınca yarım somunla tahin helvası olsun almak istemekte, fakat bakkala olan borçları yüzünden alamamaktadır. Üstelik dört yaşındaki oğlu Kasım, “yalınayak, yarı beline kadar ıslak” şehrin dört bir yanında dilencilik yaparak evin geçim derdine biraz olsun çare aramaktadır. Seyran, Teber Çelik’in kendisini aldattığını duymasıyla sonucu biraz açlığın etkisiyle ve biraz da zorlamayla inşaat bekçisine teslim olur. Onu kocasının arkadaşı inşaat bekçisiyle beraber olmaya zorlayan asıl neden ise işin içinden çıkılmaz geçim sıkıntısıdır.

 

İnsanı kötülüğe iten sadece ekonomik sıkıntılar değildir. Bireyin bu kötülüğünden biraz da toplum sorumludur. Yazar, Bir Kadın hikâyesinde yirmi iki yaşındaki köylü kızının eylemlerini bozuk toplum yapısının içindeki çaresizliği ile açıklar. Ona göre bu toprak işçisi kız, bir başka kızla kaçan sevdiği insanı bulma gibi oldukça masum bir amaçla şehre gitmiş, fakat bir yandan parasızlık, diğer yandan da tek başına üstelik ortalıkta yaşayan kadınlara toplumun bakışı nedeniyle ‘kötü kadın’ olmuştur. Her şeye rağmen bu bozuk toplum yapısının içinde iyi kalmayı başarabilmiş insanlara rastlamak her zaman mümkündür. Yazar bu hikâyesini de ortada kalmış bu kadına sahip çıkan bir karakteri anlatarak hikâyesini bitirir.

 

Orhan Kemal, hikâyelerini yazarken bireyi toplum içerisinde yalnız düşünür. Bireyi kötülüğe sevk eden nedenler üzerinde yeterince durmakla birlikte, onu bu kötülükten alıkoyacak etkilere fazla değinmez.  Onu biraz çaresiz, umutsuz, güçsüz ve kaygılı hayal eder. Bu yüzden Orhan Kemal’in küçük insanlarını edilgen ve toplumsal yazgılarına boyun eğmiş buluruz.

 

Orhan Kemal’in öykü tekniğinde diyaloglar (konuşmalar) önemli bir yer tutar. Bu teknik ile yazar, kişilerin iç dünyasını, yine kişiler aracılığıyla verir.

 

Orhan Kemal’de konuşmalar fazla yer tutmasına rağmen anlatımı yoğun sayılmaz.  Bu yönüyle Ömer Seyfettin’e benzer. Dili süslü değildir. Sıfatlardan kaçınır. Kişi, zaman, mekân betimlemelerine fazla yer vermez. Dolaysız ve rahat bir anlatımı vardır. Öykülerinde yabancı sözcüklere ve Batı kaynaklı kelimeler pek azdır.

 

Orhan Kemal’in bütün öykülerinde giriş, gelişme ve sonuç bölümleri yer alır. Bu öykü uygulayımı ile Ömer Seyfettin’e, içerik bakımından ise Sabahattin Ali’ye benzer. Öyküleri, çoğunlukla öykünün oluşacağı çevre, ortam ve kişinin birkaç kelimeyle betimlenmesiyle başlar. Özellikle giriş cümlesi söyleyiş biçimiyle insanı etkiler. Girişte duygu ön plandadır. Gelişme bölümü ise çoğunlukla konuşmalarla, anlatımlarla örülür. Konuşmaları, öyküye genellikle kişilerin ruhsal yaşantısını göstermeye dönük bir teknik olarak uygular.

 

Sonuç bölümünde ise öyküyü, sinemasal dizilişli görsel öğelerle öyküyü bitirir. Bu sinemasal kurgulama öykülerinin genellikle içyapısının en büyük özelliğini oluşturur. Çünkü onun öykülerini okurken kendimizi adeta bir sinemada ya da bir tiyatroda hissederiz. Bu kurgulama, öykücülüğünün en büyük özelliğidir.

 

Bu bölüm, giriş bölümünden kısa olup, şaşırtmalara, sürpriz sonuçlara pek rastlanmaz. Öyküyü, fazla uzatmadan, kıvamında, yerli yerinde bir izlenimle bitirir. Öykülerinin büyük çoğunluğunda, sonucu hikâyenin ortasında bitirmeden bırakır. Böylece öykülerinde olup biteni okurun zengin hayal gücüne bırakır. Anlatımdan çok görüntüyle, kesitle yani olayla ilişkilenebilecek davranışla, tutumla ön plana çıkar. Çünkü öykülerini okuduğumuzda insanlığın çelişkilerini, toplumsal yaşamımızın acılarını (açlık, işsizlik, yokluk) görür gibi oluruz. Öykülerinde insan ve sosyal koşullar çıplak bir görüntüyle karşımıza çıkar.

 

Orhan Kemal’in öykü evreni (sosyal çevre) ve öykü kişileri tanındık biçiminde görülür. Çünkü öyküleri, soyut düşünce ile masa başında kurgulamaz. Yaşadığı, gördüğü ve tanık olduğu yaşam kesitleriyle öykülerini örer. Bu izlenimci bakış, onun öykülerini yaşamın laboratuarında sınadığı izlenimini verir. Yazar, öykü kişilerini yakından tanıyarak onlara içten bir bakışla yaklaşır. Kişilerini, günlük yaşamdan cımbızla çekip anlatıya dâhil etmiş gibidir. Bundan dolayı o, her görüntüden bir öykü çıkarabilen bir dehaya sahiptir.

 

ORHAN KEMAL’İN “EKMEK KAVGASI” ADLI ESERİNDE ÇOÇUĞUN İŞÇİLEŞMESİ VE ÇOÇUK EMEĞİNİN SÖMÜRÜLMESİ SORUNU

 

Her sanat özünde insanı anlatır. Sanat, insanın yeryüzündeki var oluşunu, yaşamını ve birbirleriyle ilişkisini, iyi ve kötü yönlerini kendine has araç ve yöntemlerle estetik bir kaygı güderek anlatmayı amaçlar. Bundan dolayı sanat, hangi türde olursa olsun özünde insana dair bir anlam taşır.

 

Yer yuvarlığında insanca yaşanacak koşulları olmayan, bu koşulları yaratamayan, ezilen, sömürülen, kadın, erkek, çocuk ve genç- yaşlı demeden bu bataklığa sürüklenen binlerce insan ve bu insanlığın bu konumda binlerce öyküsü, gerçekçi ve aydın yazarlarca öykülere romanlara ve tiyatrolara taşınmıştır.

 

Bizler kendimizden bir parça bulduğumuz bir anlatıyı ve bu anlatıların kahramanlarını sevmişizdir. Onlarla özdeşleşiriz. Onların maceralarında kendi maceralarımızın yansısını buluruz.

 

İşte bizleri öyküleri ve romanlarıyla bu asırlık toplumsal ve sosyal sorunlarla buluşturan ve yüreğimizin teline dokunan bir yazar olan Orhan Kemal, neredeyse her öyküsünde halkın sırtındaki bu asırlık kamburu birçok yönüyle çeşitli şekillerde dillendirir. Yazar 1940-1950 arasında Anadolu topraklarından süzdüğü bu insanlık hallerini, neredeyse insanlık tarihi kadar eski olan bu sorunlar yumağını yazmakla kendinden sonraki yazarlar için öncü bir rol üstlenmiştir. Her geçen gün çığ gibi büyüyen bu evrensel sorunların en önemlisi çocuğun işçileşmesi ve çocuk emeği sorunudur.

 

Orhan Kemal, bu sorunu ilk olarak 1949 yılında Varlık yayınlarından çıkan “Ekmek Kavgası” adını taşıyan eserindeki birçok öyküsünde işlemiştir.

 

Çocukların yaşadığı sorunlar sanayinin gelişmesiyle birlikte daha da ağırlaşmış ve vahşileşmiştir. Kapitalizmin gelişmesiyle vahşileşen bu koşullar geleneksel aile yapısını temelden sarsarak aile bireylerini dağıtmış ve bu bireyleri insanlık dışı koşullara sürüklemiştir. Bu koşullardan en çok etkilenenler çocuklar ve kadınlar olmuştur. İşte “Ekmek Kavgası” adlı eserindeki “Uyku” bu yönüyle önemli bir öyküdür.

           

Ekmek Kavgası, 1940- 50 yıllarında Adana’da sanayinin gelişmesi sonucu alt tabaka insanının, diğer bir deyişle küçük insanın yaşadığı açlık, yokluk, yoksulluk, barınma, beslenme, sağlık ve göç gibi toplumsal gerçekleri geniş bir çerçevede anlatır. Bu anlam atmosferinin ilk çekirdeğini çocuk emeği, çocuğun işçileşmesi süreci oluşturur. Ekmek Kavgası’nda Uyku adlı öykü, Türkiye’de çocuğun işçileşme sürecini anlatan önemli öykülerden biridir.

 

1942 yılında kaleme alınana hikâyede yazar Madeni Eşya Fabrikası’nda çalışan 150 ameleden 80’i 14- 16 yaşları arasında olan çocuk işçileri anlatır. Kâr amacıyla acımasız koşullarda çalıştırılan çocukları yazar, hiçbir abartıya kaçmadan fabrika içindeki nesnel koşullarıyla olduğu gibi sunar:

 

“Madeni Eşya Fabrikası hafta tatiline hazırlanıyordu. Fabrikanın yüz elli amelesinden sekseni, on dörtle on altı yaş arasında erkek çocuklardı ki, yirmi kadarı ‘Pres’ makinelerinde çalışıyordu. Üstleri başları paramparçaydı. Aşağı yukarı aynı boy ve aynı kalıpta olduklarından, birbirlerine benziyorlardı..” (Kemal, 2003: 71)

Hikâyenin anlam atmosferini doğru okuduğumuzda çalışan çocukların birçok sorunla karşı karşıya olduğu görülür. Bunlar yetersiz beslenme, düşük ücretle çalıştırılma, iş yerlerinin sağlıksızlığı ve güvensizliği, aşırı çalıştırılma, uykusuzluk ve yorgunluktur:

 

“Dönüşte, tornacıların alet ve edevat dolabının camında kendini gördü: İpinceydi. Omuzları dar, omuz başları çıkık çıkıktı... Utandı, kendisine bakıyorlar gibi geldi, büsbütün utandı ve telaşlandı... Baba Ferhat, yalnız o, eğe eğelerken orada gözü Sami’ye kayıyordu. Sami sanıyordu ki, Baba Ferhat onun zayıflığına bakıyor...Zannediyordu ki, herkes onunla, onun zayıflığıyla meşgul. Birbirlerine ‘Amma da zayıf ha’ diye fısıldıyorlar. Bu his gittikçe büyüyor.

 

Saat iki buçuğa doğru çocuk Sami’nin duracak hali kalmamıştı. Uykusu dağılsın diye, başını makinenin demirine vurdu, göz kapaklarını cimcikledi, elini ısırdı, tırnağına baktı... Vücudu lapaya dönmüştü. Atölyenin benzin, gazyağı kokan ağır havası başını ağrıtıyordu, bu ara makinenin yan demirine yaslandı, hafif hafif kestirmeye başlamıştı, birden öğle sendeledi ki, az kalsın yanı başında yağlı bir vınıltıya dönen volanın arasına yuvarlanıyordu, tutundu..

 

Saat iki buçuğa doğru bütün atölye, tornaları freze, tav ocakları, presler, Baba Ferhat, Şuayip’le Danyal Usta, sarı sarı yanan 75 mumluklar, her şey, her kes Sami kadar bitkindi.

 

Saat ikide, bir saatlik yemek paydosu verildi. Çocuk Sami kömür ambarına indi. Ambar karanlıktı, rutubetliydi, ama, toprak serindi. İri bir maden kömürü parçasını başının altına alıp yorgun vücudunu toprağa bıraktı, hemen uyudu. Düdük sesleriyle uyandığı vakit, kontroller ellerinde elektrik lambaları çocukları iş başına kovalıyorlardı. Sami de kalktı kaburgaları rutubetten buz kesilmişti. Makinesine geldi.” (Kemal, 2003: 74- 77)

 

Öykünün bu anlatı pasajları çocuk işçilerin düştüğü trajik boyutun gerçek yüzüdür. Yazar toplumsal yoksullaşmasının yapısının ekonomik boyutunu nedensel boyutuyla da aydınlatır. Örneğin yazar, çocuğun işçileşmesinin en büyük nedeni olarak aile ekonomisinin zayıflığını ve işsizliği gösterir. Bu gerçekliği ise yazar hiçbir anlatıcıyı araç etmeden direk olay kahramanlarının bakışıyla sunar. Böylece öyküde evrensel insanlık sorununu sinemasal bir teknikle iletmiştir:

 

“Çocuk Sami düşündü: Öğleden sonra paydos olacak diye yiyecek getirmemişti. Karnı pek aç değildi ama gece belki de acıkır diye elli kuruş avans almaya karar verdiyse de vazgeçti. Annesi ‘Aman oğlum, Sami, sakın borç etme. Aybaşında taksitimizi ödeyemezsek evimizden atarlar bizi,’ diye tembih etmişti.” (Kemal, 2003: 73)

 

Hikâyede de görüldüğü gibi Çocuk Sami, ailenin ekonomik geçimini omuzlamıştır. Ailenin ekonomik yetersizliğinden dolayı çocuklar yaşıtları gibi oynamak, okula gitmek yerine aile geçindirmek için çalışırlar.

 

Anlatıcı, Çocuk Sami’nin iç dünyasına inerek, onun psikolojisini neden– sonuç bağlamında çözümlemiştir. Bu psikolojik sorunun kökeninde Çocuk Sami’nin düşük ücretle çalıştırılması, babasının vefat etmesi ile evin ekonomik geçimini üstlenmesi ve “işimi kaybederim” korkusuyla (dışarıda binlerce işsiz çocuk iş aramakta) en ağır koşullarda çalışmaya mecbur olması gibi olgular da yatmaktadır. Bundan dolayı Çocuk Sami fiziksel ve psikolojik bir çok sorun yaşamaktadır.

Ekmek Kavgası’nda çocuklar büyük bir yer tutar. Yazar yaklaşık on hikâyesinde (Ekmek Kavgası, Bir Ölüye Dair, Dönüş, Kitap Satmaya  Dair, Propagandacı, Babalar ve Oğullar, Köpek Yavrusu, Teber Çelik’in Karısı, Yemişçi, Çocuk Ali) çocukların sürüklendiği vahim koşulları gözler önüne serer.

 

Teber Çelik’in Karısı adlı öyküde yazar yoksul bir ailenin çocuğu olan Kasım’ın babanın sorumsuzluğundan dolayı sabah evden erken çıkıp akşamın geç saatlerine kadar yarı beline dek ıslak dilenen çocuğun acıklı durumunu işler:

 

“Teber Çelik’in karısı evine telaşla döndü. Dört yaşındaki oğlu Kasım, uzun etekleri yarı beline kadar ıslak, yalınayakları çamur içinde, kapı önünde bekliyordu.

Bu çocuk her gün erken erken evden çıkar, akşamın geç saatlerinde dönerdi. Bütün gün şehrin her tarafında yalınayak ve yarı beline kadar ıslak dolaşır, dilenirdi...” (Kemal, 2003: 46)

 

 Çocuğun dilenciliğe itilmesinin en büyük nedeni babanın, eşine ve çocuğuna karşı sadakatsizliği şeklinde görülmektedir. Çok az para karşılığı bir inşaatta çalışan babanın, aldığı üç beş kuruşu da hayat kadınlarına yedirmesi ve kumarda yutturması çocuğun dilenci olmasına, kadınında bedenini satmasına neden olur. Yazar burada düşünsel anlamda çocukların ve kadınların düştüğü acıklı durumlara biraz da babaların ve eşlerinin sadakatsizliğini ve sorumsuzluğunu gösterir.

 

Çocuk Ali hikâyesinde yine babasını kaybetmiş bir çocuğun, köyünde annesiyle aç kalmamak için tarlalarında mısır, arpa işleriyle büyük bir insan sorumluluğuyla ve özveriyle çalışmasını okuruz. Babasını erken yaşta yitiren çocuk aile geçimini üstlenir. Bu hikâyede ayrıca yazar, suça itilen çocukların suça itilmesinde ailenin sorumsuzluğuna değinir. Köyün ileri gelen varlıklı kişileri, çıkardıklar yangını örtbas etmek için, yoksul anneyi avucuna sıkıştırdıkları üç beş kuruşla çocuğunu suçlu göstermeye razı ederler. Aslında burada bir annenin çocuğunu suça itmesindeki asıl neden üzerinde durmak gerekir. Anne, çocuğunu isteyerek suça itmemiştir. Biraz zorlamayla ve biraz da yokluktan dolayı bu duruma razı olur:

 

"Dağ köylerinden birinde kömür yakarken civar ormana ateş kaçırdılar. Orman epeyce yandıktan sonra söndürüldü. Mesele büyümeden kurucularla uyuşuldu, örtbas edildi. Yalnız bir mesele kalıyordu: Köyde yayılan dedikodu. Olabilirdi ki, hava dış jandarmanın kulağına gider, oradan şehre, şehirden de kim bilir…

 

Bunun için korucukla söz birliği edildi, suçu nasıl yaparlar, Dul Ayşe’yi birkaç kuruşla kandırarak, Ayşe’nin on iki yaşındaki oğlu Ali’yi tutanakta suçlu gösterdiler.

Halindeki çekingenlik gitmiş, etrafına alışmıştı. Aşçı ile dereden tepeden konuşmaya başladılar: babası ölmüş. Zaten hayırsızın birisiymiş. Rakı içermiş, kumar oynarmış. Kendilerine beş keçiden başka bir şey bırakmamış. Sonradan bir parça tarla satın almışlar. Dayısıyla amcası bu tarlayı sürüverir, mısır, arpa, buğday ekiverirlermiş. Mahsul yetişince Ali ile anası mahsulü biçer, demet yapar, demetleri harmana taşırlar, düven sürerlermiş.” (Kemal, 2003:104, 108)

 

Hikâyede de görüldüğü gibi çocukların suça itilmesinde anne ve babaların payı da bulunmaktadır.

 

Yemişçi hikâyesinde ise yazar, bir babanın kazaya kurban giden, fabrikada makinenin dişlerine yem olan çocukların acıklı durumuna değinir:

 

 “Onda asfalt, beton, motar, cinsinden her şeye karşı bir yılgınlık vardı: büyük oğlu otomobil altında kalmıştı, ortanca oğlunun bacaklarını tren kesmişti, en küçük oğlununsa uzak bir memlekette bir fabrikada çalıştığını duymuştu. Onunda er geç ‘bir makineye yem olacağı’ itikadındaydı.” (Kemal, 2003: 99)

 

Hikâyelerde de görüldüğü gibi Türkiye’de çocukların suça itilmesinin en büyük nedeni yoksulluktur. Çocuklar yokluktan dolayı suça itilir, sokağa düşer, hırsız, dilenci ve tinerci olurlar.

 

 Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’ne göre 18 yaşına kadar her insan çocuk kabul edilir, bu yaş altındaki insanların çalıştırılması yasaktır. Hiç kimse bu yaştaki insanları madende, sanayide, tarlada, ev ve sokakta çalıştıramaz. Ancak gerek ülkemizde gerekse dünyanın diğer ülkelerinde çocuk işçiliği çığ gibi büyümektedir. Resmi rakamlara göre bugün dünyada 300 milyon çocuk işçi bulunmaktadır. Türkiye’de ise fabrika, maden, tarla, boyacılık, kuaförlük, mendil satıcılığı, uyuşturucu gibi işlerde Devlet İstatistik Enstitüsü’nün 1999 yılı verilerine göre yaklaşık 3 milyon çocuk işçi bulunmaktadır.     

           

Bugün Türkiye’de ve diğer ülkelerde çocuk işçiliğinin büyümesinin en büyük nedenlerinin başında işsizlik gelir. Bunun dışında anne ve babanın düşük ücretle çalışması, çocuğu çalışmaya itmektedir. Bir başka neden de aile planlamasının yetersizliğidir. Anne ve babanın bilinçsizliği aynı zamanda çocuk işçiliğinin büyümesine neden olur. Bütün bu nedenler çocuğun küçük yaşta ekmek kavgasına atılmasının gerekçeleridir.

           

Türkiye, bugün çocuk işçiliğini ortadan kaldırmak için uzun ve kısa vadede olmak üzere bir dizi adımlar atmış bulunmaktadır. Türkiye, Uluslararası Çalışma Örgütü   (ILO)’nün Çocuk İşçiliğinin Sona Erdirilmesi Uluslararası Programı (IPEC) ile uzun vadeli olarak çocuk işçiliğini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Kısa vadeli olarak da zorunlu ilköğretim 8 yıla çıkarılmış, çalışan çocukların sağlık, sosyal güvence, iş yeri güvenliği, ve beslenme gibi bir dizi önlemler almış ya da almaya çalışmaktadır!

 

Bugün Türkiye’de tinere, uyuşturucuya, fuhşa, mendil satıcılığına, boyacılığa, dilenciliğe itilen çocuklar çığ gibi büyümektedir. Tarımda ve sanayide çalışarak ev geçindirmek zorunda kalan çocukların sayısı ürkütücüdür. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın internet sitesindeki Çocuk İşçiler bölümünde yer alan istatistiklere göre Doğu ve Güneydoğu bölge illerinde çalışan, ev geçindiren kız ve erkek çocuk sayısı ürkütücü rakamlardadır. Örneğin Şanlıurfa’da 15 bin kız çocuğu ve 11 bin erkek çocuk tarımda çalışarak ev geçindirmektedir. Diyarbakır 13 bin kız çocuğu ve 7 bin çalışan erkek çocuk ile ikinci sıradadır. Bunu Mardin, Adıyaman, Gaziantep ve Batman gibi iller izlemektedir.

 

Sanatçı toplumsal sorunları dile getirirken çoğunlukla eleştirel bir yol izler. Orhan Kemal de hep bunu yaptı, bir şeylerin değişeceğini umut ederek ve bunu duyamayan sağır kulaklara haykırarak. Orhan Kemal’den bu yana Türkiye’de manzaranın olumlu anlamda değiştiğini söylemek mümkün değil ne yazık ki. Daha da kötüsü artık Orhan Kemal’ler de yok!

 

KAYNAKÇA

1. Asım Bezirci, Orhan Kemal, Hayatı, Sanat Anlayışı, Hikâyeleri, Romanları, Anıları, Oyunları, Tekin Yayınları, Temmuz 1984

2. Işık Öğütçü, Orhan Kemal’in Babası Abdülkadir Kemalî’nin Anıları, Epsilon Yayınları, Kasım 2005

3. Hurşit İlbeyi, Orhan Kemal, Hayatı, Sanatı, Eserlerinden Seçmeler, Hikmet Neşriyat, İstanbul 2002

5. Orhan Kemal, Nazım Hikmet’le 3, 5 Yıl, Tekin Yayınları, İstanbul 2000

6. Fikret Otyam, Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları, Günizi Yayıncılık, Haziran 2005

7. Öner Yağcı, Orhan Kemal İçin Notlar, Berfin Bahar, Aylık Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi, Haziran 2005, yıl: 11, sayı: 88, s. 19

8. Adnan Özyalçıner, Orhan Kemal Gerçekçiliği’nin Önemi, Evrensel Gazetesi, 2 Haziran 2002.

9.Muzaffer Uyguner, Orhan Kemal Öykücülüğüne Kısa Bir Yaklaşım, Ardıç Kuşu, Sanat- Edebiyat Dergisi, Haziran 2002

10.www. fisek. org.tr

11.A. Gürhan Fişek, Çocuk İşçilerin Mediko- Sosyal Sorunları Araştırması, Çalışma Ortamı Dergisi, Fişek Sağlık Merkezi Araştırma Enstitüsü, Haziran 1999, sayı 8. say. 30

12. Cahit, Talas,  Ekonomik Sistemler, Sorun Yayınları, 1997, Ankara

13.Kurdakul, Şükran, Çağdaş Türk Edebiyatı, Cumhuriyet Dönemi, Orhan Kemal, Broy Yayınları, 1984

 14. Otyan, Fikret, Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları, Günizi Yayıncılık, İstanbul, Haziran 2005

15. Uğurlu, Nurer, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, Örgün Yayınevi, İstanbul 2002

 

           

 

 

 


[email protected]

1