Orhan
Kemal’in
öykücülüğü,
yaşamın
onu
sürüklediği
sosyal
koşulların
niteliği
doğrultusunda
şekillenir.
Yaşamında
1950’ye
kadar
Adana
yılları,
1950 ve
sonrası
İstanbul
yılları
olmak
üzere
iki evre
görülür.
Her iki
evrede
de
yazar,
kalemiyle
ekmeğini
kazanma
savaşı
veren
bir
yazar
olarak
görülür.
Yaşam
koşullarının
birbirine
özdeş
olduğu
bu iki
çevre,
aynı
zamanda
onun
öykülerinin
iç
örgüsünü
de bu
iki ayrı
çevrenin
nesnel
koşulları
doğrultusunda
şekillenmesine
zemin
hazırlar.
Yazar,
ölümünden
önce
(1914-
1970) on
iki
hikâye
kitabı
yayımlar.
Hikâye
dalındaki
ilk
eserlerini
Adana’da
yayınlama
fırsatını
bulur.
Yayınlanan
ilk
eseri
ise
Yeni
Edebiyat
dergisinden
çıkan
Balık
adlı
öyküdür.
1940
yılında
Orhan
Raşit
imzasıyla
yayınlanan
öyküyü,
daha
sonra
Baba Evi
romanına
küçük
bir
bölüm
olarak
alır.
Kasım
1944’te
Varlık’ta
Revir
Meydancısı
Yusuf
hikâyesi
çıkar ve
bunu
başka
öyküleri
izler.
1945
yılında
Varlık
dergisi
okurları
arasında
açtığı
bir
soruşturmada
Orhan
Kemal,
yılın en
beğenilen
öykücüsü
seçilir.
1946’dan
sonra
Gün,
Seçilmiş
Hikâyeler,
Yaprak
gibi
dergilerde
öyküleri
çıkmaya
devam
eder.
Seçilmiş
Hikâyeler
dergisi
Nisan-
Mayıs
1948
sayısında
yazarın
yaşamöyküsünü
yayımlar.
Yazar
ise
hikâye
dalında
ilk
kitabını
Ekmek
Kavgası
adıyla,
roman
dalında
ise
Baba Evi
adıyla
1949’da
yayımlar.
Ekmek
Kavgası
eserindeki
öyküler
yazarın
Adana
yıllarının
izlenimlerinden
oluşur.
İkinci
Dünya
Savaşı
yıllarına
rastlayan
bu
dönem,
tarımda
makineleşmenin
başlangıcı
ve
sermayenin
yıkıcı
güç
durumuna
geldiği
yıllardır.
Pamuk
üretiminin
makineleşmesi
bir
yandan
toprak
sahiplerinin
fazla
ürün
almasını
sağlar,
öte
yandan
ortakçı
durumundaki
köylülerin
işçilik
yapmaya
iter.
Makineleşmenin
yol
açtığı
bu
çarpıklaşma,
kırsal
bölgelerden
büyük
kentlere
işçi
akımına
neden
olur.
Eski
gelenekler,
yaşam ve
çalışma
koşulları
emekçilerin
aleyhine
değişmeye
başlar.
Tabandaki
küçük
insanların
sürüklendiği
bu hızlı
değişim
sürecinde
Orhan
Kemal,
emekçi
insanlarla
aynı
sancıları
yaşar.
Onlarla
birlikte
çalıştığı
fabrikalarda
çelişkileri
içten
içe
yaşar,
insanları
değişen
bu yaşam
koşullarının
nesnelliği
içinde
tanımaya
ve
anlamaya
başlar.
Emek-
sermaye
çelişkisinin
küçük
insanın
sosyal
hayatında
yarattığı
değişim,
yıkım ve
çözülme,
sanatının
ilk
evresindeki
ürünlere
de
yansır.
1942- 46
yıllarında
kimi
öykülerinde
bu
çarpık
yaşam
koşullarını
saptama,
sergileme
olarak
işler.
Sorun-
olay
bağlamında
anlatımı
ise
henüz
zayıftır.
Bu ilk
dönem
öykülerinde
köylü-
ağa
çatışması
(Afaracı
Hacı Ali),
tarımda
makineleşme,
işsizlik
(Bir
İnsan),
çocuk
işçiliği
(Çocuk
Ali)
ve kadın
(Bir
Kadın)
sorunları
ön
olandadır.
İlk
dönem
öykülerinde
olay,
genellikle
Adana ve
çevresinde
geçer.
İkinci
dönem
olarak
adlandırdığımız
dönemde
ise
yazarın
İstanbul’a
göçmesi
sonrasında
1950- 65
yıllarına
dek
kaleme
aldığı
öykülerdir.
Bu
dönemde
uzun ve
verimli
çalışması
sonucu
öykümüze
nitelikli
eserler
kazandırır.
Bu
dönemde
öykülerinde
yine
işçi,
işsizlik,
çocuk
işçi,
kadın,
işportacı,
dilenci,
mahkûmlar,
öksüz ve
yetim
çocuklar,
yetki ve
etiket
sahibi
memurlar
ön plana
çıkar.
1940’tan
sonra
İstanbul’da
sanayileşme
hız
kazanır.
İşçileşme
kırsal
kesimden
göçlerle
artar.
İşçileşmenin
hızlanmasıyla
birlikte
sorunlar
da
çoğalır
ve
çeşitlenir.
Bir
taraftan
üretim
araçlarına
egemen
patronlar,
bir
tarafta
da bu
üretim
araçlarının
çarkları
arasında
köleleştirilen
küçük
insanlar
şeklinde
bir
sınıfsal
ayrışma
yaşanır.
Bu
ayrışmanın
acımasız
zorunlulukları
hayatı,
küçük
insanlar
cephesinde
çekilmez
kılar.
Bu
dönemde
Orhan
Kemal’in
öyküsü
sermayenin
büyümesine
koşut
olarak
bir
bilinçlenme
sürecine
giren
küçük
insanın
hayatıyla
bütünleşmeye
başlar.
Bu
dönemin
öykülerinde
egemen
kişiler
(patron,
patron
çocukları,
yandaşları,
orta
tabaka
insanlar)
ile
işyerlerinin
özellikleri
içinde
ve
yaşamın
diğer
kesimlerindeki
insanlar
(evlerde,
kahvelerde,
meyhanelerde,
sokak
başlarında)
yazarın
öykülerinde
karşımıza
çıkan
canlı
tipler
olur.
Orhan
Kemal’in
en
önemli
özelliği
hikâyelerinde
toplumsal,
siyasal,
sosyal,
ekonomik
gerçekleri
bireye
yönelim
şeklinde
kurgulamasıdır.
O
öykülerinde
bireyden
toplumsala
gider.
Bireyi
toplumsal
yaşamın
nesnel
bir
öznesi
olarak
sunar.
Bireyin,
yani
küçük
insanın
yaşamını
felç
eden,
onu
yoksunlaştıran
işsizlik,
açlık,
yokluk,
eğitimsizlik,
sömürü,
göç vb.
gibi her
şey
toplumsal
bir olgu
olarak
hikâyelerinde
dillendirilir.
Bireyden
toplumsala
giderek
toplumu,
özelinde
de
insanı
çürüten
nedenleri
ve
düzensizlikleri
göstermeye
çalışır.
Yazar,
eserlerinde
sanatının
estetik
dokusunu
“aydınlık
gerçekçilik”
terimi
ile
ifade
eder. Bu
terim
ile o,
bireyin
özüne
yönelir.
Bireyde
özde
değişmeyen,
günün ve
toplumun
koşulları
içerisinde
bozulmayan
bir
“iyilik”
cevherini
gösterir.
İşte
yazar,
hikâyeleriyle
bireyin
özünde
yatan ve
yok
olmayan
bu yönü
ortaya
çıkarmayı
amaçlar.
Orhan
Kemal
toplum
gerçeklerine,
toplumun
belirli
bir
kesiminden
seçtiği
bir
kadroyla
ulaşmaya
çalışır.
Bir
başka
ifade
ile
özellikle
bireyin
macerasını
anlatma
ve onun
sosyal
yapı
içerisindeki
rolünü
belirtme
isteği,
hikâyenin
kişi
ekseninde
kurgulamasını
zorunlu
kılar.
Bu
doğrultuda
karakterin
ve
tiplerin
canlı ve
çarpıcı
olmasına
özen
gösterir.
Zaman,
mekân
gibi
diğer
unsurları
ancak
kişiyi
açıklayabildiği
ve
yansıtabildiği
ölçüde
işlevlendirir.
Bu
açıdan
Orhan
Kemal,
toplum
içinden
seçtiği
kişileri
temel
çıkış
noktası
yapar.
Bütün
hikâyelerini
bu ortak
paydada
birleştirme
çabasına
girer,
diyebiliriz.
24
hikâyeyi
içeren
ilk
hikâye
kitabı
Ekmek
Kavgası’ndaki
Revir
Meydancısı
Yusuf,
Mahalle
Bekçisi
Ali, Bir
Öksüz
Kız
Etrafında,
Bir
Ölüye
Dair,
Bir
İnsan,
Teber
Çelik’in
Karısı,
Afaracı
Hacı
Ali, Bir
Kadın,
Propagandacı,
Yemişçi,
Çocuk
Ali,
Büyücü,
Babalar
ve
Oğullar,
Ali
Osman
vb.
genellikle
birey
eksenlidir.
Hikâye
adları
da bunun
bir
göstergesi
olarak
kabul
edilebilir.
Eserlerinde
toplumunun
gerçeklerini
yansıtmayı
amaç
edinen
Orhan
Kemal,
hikâyelerindeki
şahıs
kadrosunu
da
toplumun
değişik
kesimlerinden
oluşturur.
Bu
şahıslar
dünyasının
küçük
insan
tipleriyle
dolu
olması,
kadrosunun
ilk
söylenmesi
gereken
genel
özelliklerden
biridir.
Yukarıda
sıraladığımız
hikâye
adlarından
da
anlaşılacağı
üzere
Orhan
Kemal,
bu küçük
insanları,
bize,
sadece
genel
adlarıyla
tanıtır.
Küçük
cemiyetin
çarkları
arasında
ezilen
sıradan
insanlar,
ekseriyetle
‘kadın’,
‘adam’
veya
‘çocuk’turlar.
İsimleri
bir veya
iki
yerde
geçse
bile
hikâye
boyunca
isimleri
hatırlanmaktan
mahrum
olan bu
insanlar,
‘adam’,
‘kadın’
veya
‘çocuk’
isimlendirmesi
ile
rollerini
sürdürürler.
Orhan
Kemal’in
tarım ve
fabrika
işçileri
olmak
üzere
iki tip
işçiyi
hikâyelerine
aldığını
görürüz.
Bu iki
tip,
işçi
sınıfı
dışında
hamal,
garson,
inşaat
vb.
işçilerine
hikâyelerde
az da
olsa yer
verildiğini
söyleyebiliriz.
Örneğin,
Kardeş
Payı
adlı
hikâyede
bir nevi
patron
konumundaki
hamalbaşının,
yanında
çalışan
hamalları,
kendi
çıkarı
uğruna
kullanmasını
konu
edinir.
Yazar,
bu tip
hikâyelerinde
de,
güçlü
olanın,
zayıfı
ezmesini
eleştirir.
İşçilerin
zor
şartlar
altında
çalışmaları,
işverenleri
tarafından
insafsızca,
sömürüye
varan
bir
tutumla
çalıştırılmaları,
emeklerinin
karşılığının
verilmemesi,
işlerine
süreklilik
kazandırmak,
geçimlerini
devam
ettirmek
adına
eylemsizliği
tercih
etmeleri,
hikâyelerdeki
işçilerin
ortak
özellikleri
olarak
sıralanabilir.
Orhan
Kemal,
birkaç
hikâyesi
istisna
tutulacak
olursa,
genellikle
bu durum
karşısında
işçilerin
nasıl
tavır
almaları
gerektiği
konusuna
fazlaca
değinmez.
İşçilerin
maddî
sıkıntılarına
çoğu
zaman
çözüm
bulunamasa
da,
Grev
adlı
kitabına
da ad
olan
Grev
hikâyesine
bu
tutumun
aksine,
sömürü
karşısında
birlikte
hareket
edilirse
hakların
kazanılacağı
düşüncesi
hâkimdir.
Tarım
işçilerinin
durumu
da
diğerlerinden
farklı
değildir.
Onlar da
tıpkı
fabrika
patronlarına
çok
benzeyen
toprak
ağalarının
elinde
karın
tokluğuna
çalışmaya
mahkûmdurlar.
Çalışanların
yanında
işlerini
kaybetmiş,
iş
bulamamış
ya da
işten
atılma
korkusu
taşıyan
insanların
hikâyelerine
de
rastlarız.
Yazar,
çalışanların
çalışma
şartlarına
dikkat
çekerken
bir
yandan
da iş
bulamayanların
geçim
sıkıntısına,
işini
kaybetme
korkusunu
taşıyanların
günlük
kaygılarına
değinir.
İkici
gurup
hikâyeleri
ise
kahramanı
çocuk
olan,
çocukların
yaşamlarından
kesitler
sunan
hikâyelerdir.
Bunlar
Orhan
Kemal’in
hikâyeleri
içerisinde
oldukça
fazla
yer
tutar.
Bunların
büyük
bir
kısmı
işçi
çocuklar(ı)dır.
Aile
bütçesine
katkı
sağlamak
maksadıyla
eğitimini
yarıda
bırakan
çocukların
her
hangi
bir
sosyal
güvenceye
bağlı
olmadan,
gerekirse
hafta
sonu ve
geceleri
fabrikalarda
çalıştırılmaları
Orhan
Kemal’in
en çok
işlediği
konulardan
biridir.
Orhan
Kemal’in
burada,
toplumun
gelir
düzeyi
düşük
kesimlerinden
seçtiği
karakterlerin
acımasızca,
zor
şartlar
altında
çalıştırılmalarına
karşı
durarak,
bu
sosyal
yaraya
dikkat
çekmek
ister.
Çocukları
konu
edinen
hikâyelerindeki
çocuk
kahramanlar,
derinliği
olmayan,
düz
karakterlerdir.
Yazar
onları
çocuk
psikolojisine
başvurmadan
yüzeysel
bir
gözlemcilikle
elde
ettiği
bilgiler
ışığında
bize
sunar.
Bu
yüzden
çocuk
hikâyeleri
başta
olmak
üzere,
onun
hikâyelerinde
genel
olarak
psikolojik
bir
derinlik
bulamayız.
Var olan
psikolojik
özellikleri
de
diyaloglar
aracılığı
ile
sunmaya
çalıştığını
görürüz.
Burada
yazar,
bize bir
takım
davranış
biçimlerinin
ötesinde,
durumu
tespit
etmek
istemiş,
onları
ekonomik
düzensizliğin
içerisinde
eriyip
giden,
yok olan
değerler
olarak
ele
almıştır.
Orhan
Kemal’in,
hikâyelerini
yazarken
kendi
yaşam
tecrübelerinden
de
yararlandığı
bilinmektedir.
O,
hikâyelerinde
daha çok
tanığı
olduğu
yaşam
biçimlerini
ve
kişilerini
ele
alır.
Bir
söyleşisinde
buna
değinen
Orhan
Kemal,
“Evet,
ben
tanıdığım
insanları
yazdım.
Tanıdığım,
konuştuğum,
birlikte
sigara
içtiğim,
sırtımı
sıvazlayan
insanları
yazdım.
Ben bu
insanları
inceledim,
araştırdım.”
diyerek
cevap
verir.
Sürekli
yoksul,
dar
gelirli
kişilerin
yaşamlarını
anlatmasını
da şöyle
açıklar:
“Hep
işçiyi,
hep
köylüyü
anlatmak
gibi bir
inadın
sonucu
değil
bu.
Gerçekçi
bir
yazar en
iyi
bildiği
şeyi
yazmalıdır.
İşçi ve
köylüler
çocukluğumdan
beri
içime
öylesine
yerleşmişler
ki.
Halli
vakitlilerden
de,
bildiğim
kadar
söz
ediyorum.
Keşke
daha
geniş
tanısam
onları
da,
kitaplar
doldursam.”
Orhan
Kemal,
askerlik
görevini
yerine
getirirken
Nazım
Hikmet’in
ve
Maksim
Gorki’nin
eserlerini
okuduğu
ve
komünizm
propagandası
yaptığı
suçlamasıyla
tezkereyi
almasına
kırk gün
kala
mahkemeye
çıkarılır
ve
tutuklanır.
Yaklaşık
beş yıl
süren
hapishane
yaşamı,
ona
birçok
hikâyesinin
yazımında
kaynaklık
etmiştir.
İşte
yazarın
üçüncü
guruptaki
hikâyelerini
ise
cezaevindeki
mahkûmları,
gardiyanları
ve
oralardaki
yaşam
koşullarını
anlattığı
cezaevi
öyküleri
oluşturur.
Özellikle
uzun bir
hikâye
olan
72.
Koğuş,
yazarın
gözlemlediği
hapishanedeki
çarpık
yaşamı
anlatan
bir
eserdir.
Bu ve
hapis
günlerinde
yazdığını
bildiğimiz
Ekmek
Kavgası’ndaki
Revir
Meydancısı
Yusuf,
Ekmek
Sabun ve
Aşk;
Çamaşırcının
Kızı’ndaki
Ayşe
ile
Fatma,
Eski
Gardiyan,
Recep;
Grev’deki
Nurettin
Şadan
Bey;
Dünyada
Harp
Vardı’daki
kitapla,
aynı adı
taşıyan
hikâyelerde
yazar,
sadece
mahkûmların
yaşantılarını
vermez,
onların
bu
mekâna
nasıl ve
niçin
düştükleri
üzerinde
de
durur.
Bu
bağlamda
ülke
sorunlarını
gündeme
getirir.
Tabii
bütün
bunları
bir
hikâye
biçiminin
dışına
çıkmadan
yapar.
Orhan
Kemal,
hapishane
konulu
hikâyelerinde
hapse
düşmüş
kişilerle
yetinmez,
bu
çerçevede
gardiyanlar
ve diğer
hapishane
görevlilerini
de ele
alır.
Yazar,
bu tür
hikâyelerinde
de en
önemli
sorun
olarak
ekonomik
zorlukları
gösterir.
Hapistekiler
dışarıda
peşlerini
bırakmayan
yoksullukla
ve
onunla
gelen
kötülük
ve
çirkinliklerle
burada
da
mücadele
etmek
zorundadırlar.
Orhan
Kemal’in
dördüncü
gurup
hikâyelerini
ise
kadın ve
kadınların
sürüklendiği
koşulları
anlatan
öyküler
oluşturur.
Bir
Ölüye
Dair,
Bir
Kadın,
Teber
Çelik’in
Karısı
bu
öykülerden
bazılarıdır.
Geçim
derdinden
istemeyerek
de olsa
kötü
yola
düşmüş
kadınlar,
fakirlikten
kurtulma
çaresini
artist
olmakta
bulan
genç
kızlar,
varlıklı
insanlara
hizmet
eden
gündelikçiler,
aşk
yüzünde
kötü
yola
düşmüş
genç kız
kalpleri
bu
öykülerinde
işlediği
temalardır.
Orhan
Kemal’in
hikâyelerinde
bunlardan
başka
öykülerinde
işlediği
daha
birçok
soruna
ve insan
tipine
rastlamak
mümkündür.
Çok
düşük
ücretle
çalışmalarından
ötürü
kışın
giydiklerini
yazın da
giymek
zorunda
kalan
küçük
memurlar,
muhasebeciler,
umut
peşinde
köyden
kente
göç eden
ve
gecekondularda
yaşamak
zorunda
kalanlar,
avare
bir
yaşantı
sürenler,
arzuhalciler,
işten
çıkarılma
korkusu
yaşayanlar
ve daha
birçok
küçük
insan
manzaralarını
eserlerinde
bulmak
mümkündür.
Orhan
Kemal’in
küçük
insanları,
ekmek
peşinde
koşan,
toplumda
kendine
yer
bulma
çabasında,
sıkıntılı
bir
karakter
görünümdedirler.
Orhan
Kemal,
hikâyeleriyle
insanlığa
ait
değerleri
gün
yüzüne
çıkarma,
toplum
tarafından
kötü
olarak
nitelendirilen
bir
insan da
bile iyi
bir
özellik
bulunduğunu
ispatlama
peşindedir.
Ona göre
hiçbir
insan,
yüzüne
söylenmesini
istemeyeceği,
utanacağı
bir
eylemi
isteyerek
gerçekleştirmez.
İşte
sanatçı
öncelikle,
insanı
istenmeyen
davranışlara
sürükleyen
nedenler
üzerinde
durmalı
ve
ardından
kahramanın
özündeki
iyiliği,
onlardaki
aydınlık
yönü
bulup
çıkarmalıdır.
Bunu
kendi
deyimi
“aydınlık
gerçekçilik”
olarak
tanımlar.
(Bezirci,
1984:
46) Bu
terim
ile
yazar,
her
insanda
iyi bir
yön
olduğunu
söyler.
Bu
düşüncesiyle
toplumun
değişebileceğine,
dönüştürülebileceğine
inanır.
Bu terim
ile o
aynı
zamanda
bireyi
ve
toplumu
olumsuz
etkileyen
emek-
sermaye
çelişkisini
göstermeyi
amaçlar.
Orhan
Kemal’in
hikâyeleri
genel
olarak
böyle
bir
toplumcu
gerçekçilik
anlayışı
çerçevesinde
şekillenir.
Onun
hikâyelerini
kuşatan
“aydınlık
gerçekçilik”in
temel
çıkış
noktası
budur.
Bunun
örneklerini
birçok
hikâyesinde
bulmak
mümkündür.
Teber
Çelik’in
Karısı
adlı
hikâyesinde,
Teber
Çelik’in
karısı
Seyran’ı
fuhşa
sürükleyen
sorumsuz
ve
sadakatsiz
eşler
üzerinde
durur.
Orhan
Kemal,
Seyran’ı
fuhşa
zorlayan,
kocasının
kendisini
başka
kadınlarla
aldatması,
kumar
oynama
alışkanlığı
gibi
birtakım
gerekçeler
öne
sürer.
Bu
sorunlar
içerisinde
en
geçerli
neden
olarak
ekonomik
zorlukları,
yani
açlığı
gösterir.
Çünkü
beton
amelesi
Teber
Çelik’in
karısı
Seyran,
tek
gözlü
kerpiç
evlerinde
kocasının
kazandığı
üç beş
lirayla
almayı
ümit
ettiği
bulgur
aşının
hayaliyle
her
günün
akşamını
beklemekte,
bu da
olmayınca
yarım
somunla
tahin
helvası
olsun
almak
istemekte,
fakat
bakkala
olan
borçları
yüzünden
alamamaktadır.
Üstelik
dört
yaşındaki
oğlu
Kasım,
“yalınayak,
yarı
beline
kadar
ıslak”
şehrin
dört bir
yanında
dilencilik
yaparak
evin
geçim
derdine
biraz
olsun
çare
aramaktadır.
Seyran,
Teber
Çelik’in
kendisini
aldattığını
duymasıyla
sonucu
biraz
açlığın
etkisiyle
ve biraz
da
zorlamayla
inşaat
bekçisine
teslim
olur.
Onu
kocasının
arkadaşı
inşaat
bekçisiyle
beraber
olmaya
zorlayan
asıl
neden
ise işin
içinden
çıkılmaz
geçim
sıkıntısıdır.
İnsanı
kötülüğe
iten
sadece
ekonomik
sıkıntılar
değildir.
Bireyin
bu
kötülüğünden
biraz da
toplum
sorumludur.
Yazar,
Bir
Kadın
hikâyesinde
yirmi
iki
yaşındaki
köylü
kızının
eylemlerini
bozuk
toplum
yapısının
içindeki
çaresizliği
ile
açıklar.
Ona göre
bu
toprak
işçisi
kız, bir
başka
kızla
kaçan
sevdiği
insanı
bulma
gibi
oldukça
masum
bir
amaçla
şehre
gitmiş,
fakat
bir
yandan
parasızlık,
diğer
yandan
da tek
başına
üstelik
ortalıkta
yaşayan
kadınlara
toplumun
bakışı
nedeniyle
‘kötü
kadın’
olmuştur.
Her şeye
rağmen
bu bozuk
toplum
yapısının
içinde
iyi
kalmayı
başarabilmiş
insanlara
rastlamak
her
zaman
mümkündür.
Yazar bu
hikâyesini
de
ortada
kalmış
bu
kadına
sahip
çıkan
bir
karakteri
anlatarak
hikâyesini
bitirir.
Orhan
Kemal,
hikâyelerini
yazarken
bireyi
toplum
içerisinde
yalnız
düşünür.
Bireyi
kötülüğe
sevk
eden
nedenler
üzerinde
yeterince
durmakla
birlikte,
onu bu
kötülükten
alıkoyacak
etkilere
fazla
değinmez.
Onu
biraz
çaresiz,
umutsuz,
güçsüz
ve
kaygılı
hayal
eder. Bu
yüzden
Orhan
Kemal’in
küçük
insanlarını
edilgen
ve
toplumsal
yazgılarına
boyun
eğmiş
buluruz.
Orhan
Kemal’in
öykü
tekniğinde
diyaloglar
(konuşmalar)
önemli
bir yer
tutar.
Bu
teknik
ile
yazar,
kişilerin
iç
dünyasını,
yine
kişiler
aracılığıyla
verir.
Orhan
Kemal’de
konuşmalar
fazla
yer
tutmasına
rağmen
anlatımı
yoğun
sayılmaz.
Bu
yönüyle
Ömer
Seyfettin’e
benzer.
Dili
süslü
değildir.
Sıfatlardan
kaçınır.
Kişi,
zaman,
mekân
betimlemelerine
fazla
yer
vermez.
Dolaysız
ve rahat
bir
anlatımı
vardır.
Öykülerinde
yabancı
sözcüklere
ve Batı
kaynaklı
kelimeler
pek
azdır.
Orhan
Kemal’in
bütün
öykülerinde
giriş,
gelişme
ve sonuç
bölümleri
yer
alır. Bu
öykü
uygulayımı
ile Ömer
Seyfettin’e,
içerik
bakımından
ise
Sabahattin
Ali’ye
benzer.
Öyküleri,
çoğunlukla
öykünün
oluşacağı
çevre,
ortam ve
kişinin
birkaç
kelimeyle
betimlenmesiyle
başlar.
Özellikle
giriş
cümlesi
söyleyiş
biçimiyle
insanı
etkiler.
Girişte
duygu ön
plandadır.
Gelişme
bölümü
ise
çoğunlukla
konuşmalarla,
anlatımlarla
örülür.
Konuşmaları,
öyküye
genellikle
kişilerin
ruhsal
yaşantısını
göstermeye
dönük
bir
teknik
olarak
uygular.
Sonuç
bölümünde
ise
öyküyü,
sinemasal
dizilişli
görsel
öğelerle
öyküyü
bitirir.
Bu
sinemasal
kurgulama
öykülerinin
genellikle
içyapısının
en büyük
özelliğini
oluşturur.
Çünkü
onun
öykülerini
okurken
kendimizi
adeta
bir
sinemada
ya da
bir
tiyatroda
hissederiz.
Bu
kurgulama,
öykücülüğünün
en büyük
özelliğidir.
Bu
bölüm,
giriş
bölümünden
kısa
olup,
şaşırtmalara,
sürpriz
sonuçlara
pek
rastlanmaz.
Öyküyü,
fazla
uzatmadan,
kıvamında,
yerli
yerinde
bir
izlenimle
bitirir.
Öykülerinin
büyük
çoğunluğunda,
sonucu
hikâyenin
ortasında
bitirmeden
bırakır.
Böylece
öykülerinde
olup
biteni
okurun
zengin
hayal
gücüne
bırakır.
Anlatımdan
çok
görüntüyle,
kesitle
yani
olayla
ilişkilenebilecek
davranışla,
tutumla
ön plana
çıkar.
Çünkü
öykülerini
okuduğumuzda
insanlığın
çelişkilerini,
toplumsal
yaşamımızın
acılarını
(açlık,
işsizlik,
yokluk)
görür
gibi
oluruz.
Öykülerinde
insan ve
sosyal
koşullar
çıplak
bir
görüntüyle
karşımıza
çıkar.
Orhan
Kemal’in
öykü
evreni
(sosyal
çevre)
ve öykü
kişileri
tanındık
biçiminde
görülür.
Çünkü
öyküleri,
soyut
düşünce
ile masa
başında
kurgulamaz.
Yaşadığı,
gördüğü
ve tanık
olduğu
yaşam
kesitleriyle
öykülerini
örer. Bu
izlenimci
bakış,
onun
öykülerini
yaşamın
laboratuarında
sınadığı
izlenimini
verir.
Yazar,
öykü
kişilerini
yakından
tanıyarak
onlara
içten
bir
bakışla
yaklaşır.
Kişilerini,
günlük
yaşamdan
cımbızla
çekip
anlatıya
dâhil
etmiş
gibidir.
Bundan
dolayı
o, her
görüntüden
bir öykü
çıkarabilen
bir
dehaya
sahiptir.
ORHAN
KEMAL’İN
“EKMEK
KAVGASI”
ADLI
ESERİNDE
ÇOÇUĞUN
İŞÇİLEŞMESİ
VE ÇOÇUK
EMEĞİNİN
SÖMÜRÜLMESİ
SORUNU
Her
sanat
özünde
insanı
anlatır.
Sanat,
insanın
yeryüzündeki
var
oluşunu,
yaşamını
ve
birbirleriyle
ilişkisini,
iyi ve
kötü
yönlerini
kendine
has araç
ve
yöntemlerle
estetik
bir
kaygı
güderek
anlatmayı
amaçlar.
Bundan
dolayı
sanat,
hangi
türde
olursa
olsun
özünde
insana
dair bir
anlam
taşır.
Yer
yuvarlığında
insanca
yaşanacak
koşulları
olmayan,
bu
koşulları
yaratamayan,
ezilen,
sömürülen,
kadın,
erkek,
çocuk ve
genç-
yaşlı
demeden
bu
bataklığa
sürüklenen
binlerce
insan ve
bu
insanlığın
bu
konumda
binlerce
öyküsü,
gerçekçi
ve aydın
yazarlarca
öykülere
romanlara
ve
tiyatrolara
taşınmıştır.
Bizler
kendimizden
bir
parça
bulduğumuz
bir
anlatıyı
ve bu
anlatıların
kahramanlarını
sevmişizdir.
Onlarla
özdeşleşiriz.
Onların
maceralarında
kendi
maceralarımızın
yansısını
buluruz.
İşte
bizleri
öyküleri
ve
romanlarıyla
bu
asırlık
toplumsal
ve
sosyal
sorunlarla
buluşturan
ve
yüreğimizin
teline
dokunan
bir
yazar
olan
Orhan
Kemal,
neredeyse
her
öyküsünde
halkın
sırtındaki
bu
asırlık
kamburu
birçok
yönüyle
çeşitli
şekillerde
dillendirir.
Yazar
1940-1950
arasında
Anadolu
topraklarından
süzdüğü
bu
insanlık
hallerini,
neredeyse
insanlık
tarihi
kadar
eski
olan bu
sorunlar
yumağını
yazmakla
kendinden
sonraki
yazarlar
için
öncü bir
rol
üstlenmiştir.
Her
geçen
gün çığ
gibi
büyüyen
bu
evrensel
sorunların
en
önemlisi
çocuğun
işçileşmesi
ve çocuk
emeği
sorunudur.
Orhan
Kemal,
bu
sorunu
ilk
olarak
1949
yılında
Varlık
yayınlarından
çıkan “Ekmek
Kavgası”
adını
taşıyan
eserindeki
birçok
öyküsünde
işlemiştir.
Çocukların
yaşadığı
sorunlar
sanayinin
gelişmesiyle
birlikte
daha da
ağırlaşmış
ve
vahşileşmiştir.
Kapitalizmin
gelişmesiyle
vahşileşen
bu
koşullar
geleneksel
aile
yapısını
temelden
sarsarak
aile
bireylerini
dağıtmış
ve bu
bireyleri
insanlık
dışı
koşullara
sürüklemiştir.
Bu
koşullardan
en çok
etkilenenler
çocuklar
ve
kadınlar
olmuştur.
İşte “Ekmek
Kavgası”
adlı
eserindeki
“Uyku”
bu
yönüyle
önemli
bir
öyküdür.
Ekmek
Kavgası,
1940- 50
yıllarında
Adana’da
sanayinin
gelişmesi
sonucu
alt
tabaka
insanının,
diğer
bir
deyişle
küçük
insanın
yaşadığı
açlık,
yokluk,
yoksulluk,
barınma,
beslenme,
sağlık
ve göç
gibi
toplumsal
gerçekleri
geniş
bir
çerçevede
anlatır.
Bu anlam
atmosferinin
ilk
çekirdeğini
çocuk
emeği,
çocuğun
işçileşmesi
süreci
oluşturur.
Ekmek
Kavgası’nda
Uyku
adlı
öykü,
Türkiye’de
çocuğun
işçileşme
sürecini
anlatan
önemli
öykülerden
biridir.
1942
yılında
kaleme
alınana
hikâyede
yazar
Madeni
Eşya
Fabrikası’nda
çalışan
150
ameleden
80’i 14-
16
yaşları
arasında
olan
çocuk
işçileri
anlatır.
Kâr
amacıyla
acımasız
koşullarda
çalıştırılan
çocukları
yazar,
hiçbir
abartıya
kaçmadan
fabrika
içindeki
nesnel
koşullarıyla
olduğu
gibi
sunar:
“Madeni
Eşya
Fabrikası
hafta
tatiline
hazırlanıyordu.
Fabrikanın
yüz elli
amelesinden
sekseni,
on
dörtle
on altı
yaş
arasında
erkek
çocuklardı
ki,
yirmi
kadarı
‘Pres’
makinelerinde
çalışıyordu.
Üstleri
başları
paramparçaydı.
Aşağı
yukarı
aynı boy
ve aynı
kalıpta
olduklarından,
birbirlerine
benziyorlardı..”
(Kemal,
2003:
71)
Hikâyenin
anlam
atmosferini
doğru
okuduğumuzda
çalışan
çocukların
birçok
sorunla
karşı
karşıya
olduğu
görülür.
Bunlar
yetersiz
beslenme,
düşük
ücretle
çalıştırılma,
iş
yerlerinin
sağlıksızlığı
ve
güvensizliği,
aşırı
çalıştırılma,
uykusuzluk
ve
yorgunluktur:
“Dönüşte,
tornacıların
alet ve
edevat
dolabının
camında
kendini
gördü:
İpinceydi.
Omuzları
dar,
omuz
başları
çıkık
çıkıktı...
Utandı,
kendisine
bakıyorlar
gibi
geldi,
büsbütün
utandı
ve
telaşlandı...
Baba
Ferhat,
yalnız
o, eğe
eğelerken
orada
gözü
Sami’ye
kayıyordu.
Sami
sanıyordu
ki, Baba
Ferhat
onun
zayıflığına
bakıyor...Zannediyordu
ki,
herkes
onunla,
onun
zayıflığıyla
meşgul.
Birbirlerine
‘Amma da
zayıf
ha’ diye
fısıldıyorlar.
Bu his
gittikçe
büyüyor.
Saat
iki
buçuğa
doğru
çocuk
Sami’nin
duracak
hali
kalmamıştı.
Uykusu
dağılsın
diye,
başını
makinenin
demirine
vurdu,
göz
kapaklarını
cimcikledi,
elini
ısırdı,
tırnağına
baktı...
Vücudu
lapaya
dönmüştü.
Atölyenin
benzin,
gazyağı
kokan
ağır
havası
başını
ağrıtıyordu,
bu ara
makinenin
yan
demirine
yaslandı,
hafif
hafif
kestirmeye
başlamıştı,
birden
öğle
sendeledi
ki, az
kalsın
yanı
başında
yağlı
bir
vınıltıya
dönen
volanın
arasına
yuvarlanıyordu,
tutundu..
Saat
iki
buçuğa
doğru
bütün
atölye,
tornaları
freze,
tav
ocakları,
presler,
Baba
Ferhat,
Şuayip’le
Danyal
Usta,
sarı
sarı
yanan 75
mumluklar,
her şey,
her kes
Sami
kadar
bitkindi.
Saat
ikide,
bir
saatlik
yemek
paydosu
verildi.
Çocuk
Sami
kömür
ambarına
indi.
Ambar
karanlıktı,
rutubetliydi,
ama,
toprak
serindi.
İri bir
maden
kömürü
parçasını
başının
altına
alıp
yorgun
vücudunu
toprağa
bıraktı,
hemen
uyudu.
Düdük
sesleriyle
uyandığı
vakit,
kontroller
ellerinde
elektrik
lambaları
çocukları
iş
başına
kovalıyorlardı.
Sami de
kalktı
kaburgaları
rutubetten
buz
kesilmişti.
Makinesine
geldi.”
(Kemal,
2003:
74- 77)
Öykünün
bu
anlatı
pasajları
çocuk
işçilerin
düştüğü
trajik
boyutun
gerçek
yüzüdür.
Yazar
toplumsal
yoksullaşmasının
yapısının
ekonomik
boyutunu
nedensel
boyutuyla
da
aydınlatır.
Örneğin
yazar,
çocuğun
işçileşmesinin
en büyük
nedeni
olarak
aile
ekonomisinin
zayıflığını
ve
işsizliği
gösterir.
Bu
gerçekliği
ise
yazar
hiçbir
anlatıcıyı
araç
etmeden
direk
olay
kahramanlarının
bakışıyla
sunar.
Böylece
öyküde
evrensel
insanlık
sorununu
sinemasal
bir
teknikle
iletmiştir:
“Çocuk
Sami
düşündü:
Öğleden
sonra
paydos
olacak
diye
yiyecek
getirmemişti.
Karnı
pek aç
değildi
ama gece
belki de
acıkır
diye
elli
kuruş
avans
almaya
karar
verdiyse
de
vazgeçti.
Annesi
‘Aman
oğlum,
Sami,
sakın
borç
etme.
Aybaşında
taksitimizi
ödeyemezsek
evimizden
atarlar
bizi,’
diye
tembih
etmişti.”
(Kemal,
2003:
73)
Hikâyede
de
görüldüğü
gibi
Çocuk
Sami,
ailenin
ekonomik
geçimini
omuzlamıştır.
Ailenin
ekonomik
yetersizliğinden
dolayı
çocuklar
yaşıtları
gibi
oynamak,
okula
gitmek
yerine
aile
geçindirmek
için
çalışırlar.
Anlatıcı,
Çocuk
Sami’nin
iç
dünyasına
inerek,
onun
psikolojisini
neden–
sonuç
bağlamında
çözümlemiştir.
Bu
psikolojik
sorunun
kökeninde
Çocuk
Sami’nin
düşük
ücretle
çalıştırılması,
babasının
vefat
etmesi
ile evin
ekonomik
geçimini
üstlenmesi
ve
“işimi
kaybederim”
korkusuyla
(dışarıda
binlerce
işsiz
çocuk iş
aramakta)
en ağır
koşullarda
çalışmaya
mecbur
olması
gibi
olgular
da
yatmaktadır.
Bundan
dolayı
Çocuk
Sami
fiziksel
ve
psikolojik
bir çok
sorun
yaşamaktadır.
Ekmek
Kavgası’nda
çocuklar
büyük
bir yer
tutar.
Yazar
yaklaşık
on
hikâyesinde
(Ekmek
Kavgası,
Bir
Ölüye
Dair,
Dönüş,
Kitap
Satmaya
Dair,
Propagandacı,
Babalar
ve
Oğullar,
Köpek
Yavrusu,
Teber
Çelik’in
Karısı,
Yemişçi,
Çocuk
Ali)
çocukların
sürüklendiği
vahim
koşulları
gözler
önüne
serer.
Teber
Çelik’in
Karısı
adlı
öyküde
yazar
yoksul
bir
ailenin
çocuğu
olan
Kasım’ın
babanın
sorumsuzluğundan
dolayı
sabah
evden
erken
çıkıp
akşamın
geç
saatlerine
kadar
yarı
beline
dek
ıslak
dilenen
çocuğun
acıklı
durumunu
işler:
“Teber
Çelik’in
karısı
evine
telaşla
döndü.
Dört
yaşındaki
oğlu
Kasım,
uzun
etekleri
yarı
beline
kadar
ıslak,
yalınayakları
çamur
içinde,
kapı
önünde
bekliyordu.
Bu
çocuk
her gün
erken
erken
evden
çıkar,
akşamın
geç
saatlerinde
dönerdi.
Bütün
gün
şehrin
her
tarafında
yalınayak
ve yarı
beline
kadar
ıslak
dolaşır,
dilenirdi...”
(Kemal,
2003:
46)
Çocuğun
dilenciliğe
itilmesinin
en büyük
nedeni
babanın,
eşine ve
çocuğuna
karşı
sadakatsizliği
şeklinde
görülmektedir.
Çok az
para
karşılığı
bir
inşaatta
çalışan
babanın,
aldığı
üç beş
kuruşu
da hayat
kadınlarına
yedirmesi
ve
kumarda
yutturması
çocuğun
dilenci
olmasına,
kadınında
bedenini
satmasına
neden
olur.
Yazar
burada
düşünsel
anlamda
çocukların
ve
kadınların
düştüğü
acıklı
durumlara
biraz da
babaların
ve
eşlerinin
sadakatsizliğini
ve
sorumsuzluğunu
gösterir.
Çocuk
Ali
hikâyesinde
yine
babasını
kaybetmiş
bir
çocuğun,
köyünde
annesiyle
aç
kalmamak
için
tarlalarında
mısır,
arpa
işleriyle
büyük
bir
insan
sorumluluğuyla
ve
özveriyle
çalışmasını
okuruz.
Babasını
erken
yaşta
yitiren
çocuk
aile
geçimini
üstlenir.
Bu
hikâyede
ayrıca
yazar,
suça
itilen
çocukların
suça
itilmesinde
ailenin
sorumsuzluğuna
değinir.
Köyün
ileri
gelen
varlıklı
kişileri,
çıkardıklar
yangını
örtbas
etmek
için,
yoksul
anneyi
avucuna
sıkıştırdıkları
üç beş
kuruşla
çocuğunu
suçlu
göstermeye
razı
ederler.
Aslında
burada
bir
annenin
çocuğunu
suça
itmesindeki
asıl
neden
üzerinde
durmak
gerekir.
Anne,
çocuğunu
isteyerek
suça
itmemiştir.
Biraz
zorlamayla
ve biraz
da
yokluktan
dolayı
bu
duruma
razı
olur:
"Dağ
köylerinden
birinde
kömür
yakarken
civar
ormana
ateş
kaçırdılar.
Orman
epeyce
yandıktan
sonra
söndürüldü.
Mesele
büyümeden
kurucularla
uyuşuldu,
örtbas
edildi.
Yalnız
bir
mesele
kalıyordu:
Köyde
yayılan
dedikodu.
Olabilirdi
ki, hava
dış
jandarmanın
kulağına
gider,
oradan
şehre,
şehirden
de kim
bilir…
Bunun
için
korucukla
söz
birliği
edildi,
suçu
nasıl
yaparlar,
Dul
Ayşe’yi
birkaç
kuruşla
kandırarak,
Ayşe’nin
on iki
yaşındaki
oğlu
Ali’yi
tutanakta
suçlu
gösterdiler.
Halindeki
çekingenlik
gitmiş,
etrafına
alışmıştı.
Aşçı ile
dereden
tepeden
konuşmaya
başladılar:
babası
ölmüş.
Zaten
hayırsızın
birisiymiş.
Rakı
içermiş,
kumar
oynarmış.
Kendilerine
beş
keçiden
başka
bir şey
bırakmamış.
Sonradan
bir
parça
tarla
satın
almışlar.
Dayısıyla
amcası
bu
tarlayı
sürüverir,
mısır,
arpa,
buğday
ekiverirlermiş.
Mahsul
yetişince
Ali ile
anası
mahsulü
biçer,
demet
yapar,
demetleri
harmana
taşırlar,
düven
sürerlermiş.”
(Kemal,
2003:104,
108)
Hikâyede
de
görüldüğü
gibi
çocukların
suça
itilmesinde
anne ve
babaların
payı da
bulunmaktadır.
Yemişçi
hikâyesinde
ise
yazar,
bir
babanın
kazaya
kurban
giden,
fabrikada
makinenin
dişlerine
yem olan
çocukların
acıklı
durumuna
değinir:
“Onda
asfalt,
beton,
motar,
cinsinden
her şeye
karşı
bir
yılgınlık
vardı:
büyük
oğlu
otomobil
altında
kalmıştı,
ortanca
oğlunun
bacaklarını
tren
kesmişti,
en küçük
oğlununsa
uzak bir
memlekette
bir
fabrikada
çalıştığını
duymuştu.
Onunda
er geç
‘bir
makineye
yem
olacağı’
itikadındaydı.”
(Kemal,
2003:
99)
Hikâyelerde
de
görüldüğü
gibi
Türkiye’de
çocukların
suça
itilmesinin
en büyük
nedeni
yoksulluktur.
Çocuklar
yokluktan
dolayı
suça
itilir,
sokağa
düşer,
hırsız,
dilenci
ve
tinerci
olurlar.
Birleşmiş
Milletler
Çocuk
Haklarına
Dair
Sözleşmesi’ne
göre 18
yaşına
kadar
her
insan
çocuk
kabul
edilir,
bu yaş
altındaki
insanların
çalıştırılması
yasaktır.
Hiç
kimse bu
yaştaki
insanları
madende,
sanayide,
tarlada,
ev ve
sokakta
çalıştıramaz.
Ancak
gerek
ülkemizde
gerekse
dünyanın
diğer
ülkelerinde
çocuk
işçiliği
çığ gibi
büyümektedir.
Resmi
rakamlara
göre
bugün
dünyada
300
milyon
çocuk
işçi
bulunmaktadır.
Türkiye’de
ise
fabrika,
maden,
tarla,
boyacılık,
kuaförlük,
mendil
satıcılığı,
uyuşturucu
gibi
işlerde
Devlet
İstatistik
Enstitüsü’nün
1999
yılı
verilerine
göre
yaklaşık
3 milyon
çocuk
işçi
bulunmaktadır.
Bugün
Türkiye’de
ve diğer
ülkelerde
çocuk
işçiliğinin
büyümesinin
en büyük
nedenlerinin
başında
işsizlik
gelir.
Bunun
dışında
anne ve
babanın
düşük
ücretle
çalışması,
çocuğu
çalışmaya
itmektedir.
Bir
başka
neden de
aile
planlamasının
yetersizliğidir.
Anne ve
babanın
bilinçsizliği
aynı
zamanda
çocuk
işçiliğinin
büyümesine
neden
olur.
Bütün bu
nedenler
çocuğun
küçük
yaşta
ekmek
kavgasına
atılmasının
gerekçeleridir.
Türkiye,
bugün
çocuk
işçiliğini
ortadan
kaldırmak
için
uzun ve
kısa
vadede
olmak
üzere
bir dizi
adımlar
atmış
bulunmaktadır.
Türkiye,
Uluslararası
Çalışma
Örgütü
(ILO)’nün
Çocuk
İşçiliğinin
Sona
Erdirilmesi
Uluslararası
Programı
(IPEC)
ile uzun
vadeli
olarak
çocuk
işçiliğini
ortadan
kaldırmayı
amaçlamaktadır.
Kısa
vadeli
olarak
da
zorunlu
ilköğretim
8 yıla
çıkarılmış,
çalışan
çocukların
sağlık,
sosyal
güvence,
iş yeri
güvenliği,
ve
beslenme
gibi bir
dizi
önlemler
almış ya
da
almaya
çalışmaktadır!
Bugün
Türkiye’de
tinere,
uyuşturucuya,
fuhşa,
mendil
satıcılığına,
boyacılığa,
dilenciliğe
itilen
çocuklar
çığ gibi
büyümektedir.
Tarımda
ve
sanayide
çalışarak
ev
geçindirmek
zorunda
kalan
çocukların
sayısı
ürkütücüdür.
Çalışma
ve
Sosyal
Güvenlik
Bakanlığı’nın
internet
sitesindeki
Çocuk
İşçiler
bölümünde
yer alan
istatistiklere
göre
Doğu ve
Güneydoğu
bölge
illerinde
çalışan,
ev
geçindiren
kız ve
erkek
çocuk
sayısı
ürkütücü
rakamlardadır.
Örneğin
Şanlıurfa’da
15 bin
kız
çocuğu
ve 11
bin
erkek
çocuk
tarımda
çalışarak
ev
geçindirmektedir.
Diyarbakır
13 bin
kız
çocuğu
ve 7 bin
çalışan
erkek
çocuk
ile
ikinci
sıradadır.
Bunu
Mardin,
Adıyaman,
Gaziantep
ve
Batman
gibi
iller
izlemektedir.
Sanatçı
toplumsal
sorunları
dile
getirirken
çoğunlukla
eleştirel
bir yol
izler.
Orhan
Kemal de
hep bunu
yaptı,
bir
şeylerin
değişeceğini
umut
ederek
ve bunu
duyamayan
sağır
kulaklara
haykırarak.
Orhan
Kemal’den
bu yana
Türkiye’de
manzaranın
olumlu
anlamda
değiştiğini
söylemek
mümkün
değil ne
yazık
ki. Daha
da
kötüsü
artık
Orhan
Kemal’ler
de yok!
KAYNAKÇA
1. Asım
Bezirci,
Orhan
Kemal,
Hayatı,
Sanat
Anlayışı,
Hikâyeleri,
Romanları,
Anıları,
Oyunları,
Tekin
Yayınları,
Temmuz
1984
2. Işık
Öğütçü,
Orhan
Kemal’in
Babası
Abdülkadir
Kemalî’nin
Anıları,
Epsilon
Yayınları,
Kasım
2005
3.
Hurşit
İlbeyi,
Orhan
Kemal,
Hayatı,
Sanatı,
Eserlerinden
Seçmeler,
Hikmet
Neşriyat,
İstanbul
2002
5. Orhan
Kemal,
Nazım
Hikmet’le
3, 5
Yıl,
Tekin
Yayınları,
İstanbul
2000
6.
Fikret
Otyam,
Arkadaşım
Orhan
Kemal ve
Mektupları,
Günizi
Yayıncılık,
Haziran
2005
7. Öner
Yağcı,
Orhan
Kemal
İçin
Notlar,
Berfin
Bahar,
Aylık
Kültür,
Sanat ve
Edebiyat
Dergisi,
Haziran
2005,
yıl: 11,
sayı:
88, s.
19
8. Adnan
Özyalçıner,
Orhan
Kemal
Gerçekçiliği’nin
Önemi,
Evrensel
Gazetesi,
2
Haziran
2002.
9.Muzaffer
Uyguner,
Orhan
Kemal
Öykücülüğüne
Kısa Bir
Yaklaşım,
Ardıç
Kuşu,
Sanat-
Edebiyat
Dergisi,
Haziran
2002
10.www.
fisek.
org.tr
11.A.
Gürhan
Fişek,
Çocuk
İşçilerin
Mediko-
Sosyal
Sorunları
Araştırması,
Çalışma
Ortamı
Dergisi,
Fişek
Sağlık
Merkezi
Araştırma
Enstitüsü,
Haziran
1999,
sayı 8.
say. 30
12.
Cahit,
Talas,
Ekonomik
Sistemler,
Sorun
Yayınları,
1997,
Ankara
13.Kurdakul,
Şükran,
Çağdaş
Türk
Edebiyatı,
Cumhuriyet
Dönemi,
Orhan
Kemal,
Broy
Yayınları,
1984
14.
Otyan,
Fikret,
Arkadaşım
Orhan
Kemal ve
Mektupları,
Günizi
Yayıncılık,
İstanbul,
Haziran
2005
15.
Uğurlu,
Nurer,
Orhan
Kemal’in
İkbal
Kahvesi,
Örgün
Yayınevi,
İstanbul
2002
|