Orhan
Kemal
ölümünün
37.
yılında
bir kez
daha
anıldı.
Orhan
Kemal’li
bir gün
daha
yaşandı.
Yapıtlarıyla
zaten
yaşıyor
–
yaşayacak.
Tören
izlencesine
bakıyorum,
olması
gerekenler
var ama
bir
eksik!
Tekrar
okuyorum.
O
değerli
yazarlar
yanında
Nurer
Uğurlu
yok.
Bana
göre
Orhan
Kemal
için
herkesin,
hepimizin
söyleyeceklerinin
ve
söylenebileceklerin
üstüne
bir şey
katacak
birisi
varsa o
da Nurer
Uğurlu’dur.
O Orhan
Kemal
Usta’nın
arkadaşı.
Keşke
yazdıklarının
dışında
henüz
yazmadıklarından
bizi
yoksun
bırakmasa!
Sözlü
aktarım
da olsa
böylesi
toplantılar
da
söylenmeli...
Yazımın
başlığındaki
“Karşılaşmalar”
sözcüğünün
anlam
kapsamı
için
küçük
bir not:
Orhan
Kemal
ustadan
okuduklarımla
bazı
yazıp –
yaşadıklarım
zaman
zaman
bir
kavşakta
karşılaşma
buluşma
anı
anlatıları
oldu da
ondan...
“Yazmak
Doludizgin”
ise
şiirlerini
ararken
bir
buluşma,
bir
karşılaşma.
Yazının
yazarına
gelince
köy
kökenliyim.
Okumayı
altı
yaşımı
doldurmadan
kendi
kendime
öğrendim.
İlkokula
başlamadan
dünyada
savaş
başlamıştı.
Savaş
dolayısıyla
askere
alındıkları
için hep
köyümüzün
okulunda
“ce”
deyip
giden
öğretmenlerle,
hiçbir
zaman
bir
ikincisi
olmayan
defter –
kalem ve
tahta
gibi
sert
silgilerle
parça
bölük
ilkokulu
bitirdiğim
yıl
dünyadaki
savaş da
bitmişti.
Orta
öğrenim
için bir
yakın
akraba
yanına
Ankara’ya
gittiğimde
gözümü
bir
gecekondu
mahallesinde
açtım.
Köydeki
yaşamım
gibiydi.
Elektrik
yok, su
meydan
çeşmesinden!
Orada
ilk
toplumsal
kimliğimle
yüzleştim:
Köylü!
Kentli
gecekondu
kültürü
ile
köylülüğüm
savaşırken
üç yıl
sonra
öğrenime
ara
vererek,
bir
fabrikanın
işbaşı
saatinde
kart
basmak
için
kendimi
işçi
tulumunun
içinde
buldum.
Yaşım on
beş.
Köylülüğümün
yanındaki
gecekondulu
kent
kültürü,
sessizce
yerini
işçi
olma
kültürüne
bırakıp
çekildi...
Öğrenimimi
tamamlamak
için
okula
döndüğümde
artık
ben ne
çocuktum
ne de
öğrenci.
Fabrika
yaşamı
beni
hızla
yetişkin
yapmıştı.
Gelecek
süreç
beni
elimde
bir
diplomayla
getirip
yol
ağzına
bıraktı.
En kısa
yol bir
fabrikanın
kapısına
çıkıyordu.
O yolu
seçtim.
İki işim
vardı
artık.
Fabrikadaki
işim ve
kitap
alabileceğim
kendi
kazandığım
harçlığım
olduğu
için
okumak.
Orhan
Kemal
öykülerine,
romanlarına
o sıra
ulaştım.
İlle de
öyküleri.
Okuma
iştahım
arttıkça
birikimim
yazmaya
dönüştü.
Bir
yandan
okuyorum
bir
yandan
da
yazmaya
çalışıyorum.
Yıl
l956.
. O sıra
gerçekcilik
akımı
adına
köy
gerçeği
romanda
-
öyküde
öne
çıkmaya
başlamıştı.
Ve
ulusal
edebiyat
ya da
roman
sanatında
gerçekcilik
konusunda
bir
tartışma
sürüp
gidiyordu.
Kemal
Tahir,
Muhtar
Körükcü,
Fakir
Baykurt,
Halikarnas
Balıkçısı
ve Orhan
Kemal’den
yoğun
bir
okuma
çalışması
içindeyim.
“Bereketli
Topraklar
Üzerinde”
köylülük
yanımı
çarptı.
Bir
çeşit
vurgun.
Okuduklarıma
toplumsal
kimlik
olarak
sahiplendiğim,
kavramsal
tanımını
o zaman
kendime
göre
yaptığım
bir
köylülük
ve
işçilik
penceresinden
bakıyorum.
Değerlendirmelerim
böylesi
bir
bakış
açısına
göre
şekilleniyor.
Tam bu
sırada
Varlık
Dergisi’nin
Mart
1956,
428.
sayısında
Yaşar
Kemal’in
“Milli
edebiyat
ve
gerçekcilik”
konusunu
irdeleyen
yazısını
okuyunca
aldım
elime
kalemi!
“Gerçek
Türk
Romanının
Doğması
Konusunda”
başlıklı
oldukça
iddialı
bir yazı
yazdım.
Türk
romancılığında
“Yaban”dan
öncekiler
sonrakiler
karşılaştırması.
Yücel
Dergisi’ne
yolladım.
Derginin
Ağustos
1956,
10.
sayısında
yayımlandı.
Ele
aldığım
yapıtlar:
Orhan
Kemal’den
“Bereketli
Topraklar
Üzerinde”,
Kemal
Tahir’den
“Göl
İnsanları”
ile
“Sağırdere”.
Ardından
hemen
karşılığını
gördüm.
22.8.1956
günlü
ULUS
Gazetesinde
Yurdakul
MEHTEROĞLU
imzası
ile
“Kitaplar
Dergiler
Arasında”
köşesini
yazan
şair
ağabeyimizden
geldi.
Sayıda
dergi
olarak
Yücel,
hem de o
yazımında
bulunduğu
10.
sayı.
“YÜCEL”
başlığı
ile o
sayı
irdelenip
tanıtılıyordu.
Benim o
yazımdan
da söz
ederek
yazının
içeriğini
ve özünü
sert
şekilde
eleştirmişti.
Her
cumartesi
Kaynak
Dergisi’nde
buluşurduk.
Haklılığını
yazımı
yineleyerek
okuyunca
gördüm.
Daha
söylenecekler
vardı
keşke
kalanını
sözlü
söyleseydi.
Bir
eğitim
olurdu...
Dersimi
eksik
çalışmıştım.
Şiirimizin
yüz akı
olanlardan
biriydi.
Asıl
adını
yazmayacağım.
Şimdi
aramızda
değil.
Kendisi
o
yazılarına
o adı
koymuştu.
Rahmetle
saygıyla
anıyorum.
(Kendi
yazımı
daha
önce
Orhan
Kemal
Müzesine
vermiştim.
Belgeliğimde
“Yücel”
yazısını
da
buldum.
En kısa
zamanda
Müzeye
vereceğim)
“MURTAZA”
romanını
okumam
evlendiğim
günlere
rastlar.
Yaşam
kendini
yineliyor.
Çalıştığım
fabrikada
bekçi
“Arnavut
Kasım
Ağa”,
Bekçi
Murtaza
olarak
yaşamın
içinden
karşımda.
Şapka,
bıyıklar,
yanık
esmer
bir yüz,
konuşma
biçimi,
giysisi,
ödünsüz
görev
anlayışı
dolayısıyla
herkesle
dalaşması...
Eşim
(Şükran
Ercan) e
Bekçi
Kasım
Ağayı
anlatıyorum.
Sonra
birlikte
birbirimize
sesli
olarak
Murtaza’yı
okuyoruz.
Bir
çeşit
tiyatral
gösteriye
dönüyor
okuma
eylemi.
Yıl
l958’e
devrilmiş.
Askerlik
dolayısıyla
Lüleburgaz’dayız.
İstanbul’da
bir
sinemada
TOLSTOY’UN
“Savaş
ve
Barış”
adlı
yapıtı
filme
alınmış
gösterimde.
Daha
çarpıcı
olan:
Orhan
Kemal’in
“Murtaza”
adlı
romanı
“Bekçi
Murtaza”
adıyla
oyunlaştırılmış,
Ulvi
Uraz
Tiyatrosu
oynuyor.
Hafta
sonu
izinle
İstanbul’dayız.
Önce
filmi
gördük.
Tiyatroya
bilet
aldık.
Tiyatro
salonuna
geldik
her yer
dolu.
Güçlükle
yerimizi
bulduk.
İzlemeye
gelenler
törensel
bir
bekleyiş
içinde.
Elimizde
program
bülteni
eşim
coşkuyla
oyuncuların
adını
okuyup
kim
kimmiş
neredeyse
ezberliyor.
İkinci
perde
için ara
verildiğinde
kimse
çıkmıyor.
İnsanlar
büyülenmiş
gibi.
Yalnız
ön
sıradan
kalkıp
kulise
yönelen
kişi
için
eşim;
“Bak
Orhan
Kemal”
diyor.
Fotoğraflarından
tanıyor.
“Kesin
o” diye
ekliyor.
Coşkulu.
İkinci
perdedeki
akıcılık,
coşku ve
hüzün
doruk
noktadayken
perde;
bir
acının,
işi-ekmeği
ve görev
anlayışı
ile baba
olarak
evlat
sevgisi
ve acısı
arasına
sıkışıp
kalmışlığın
yıkıntısı
üzerine,
kapitalizmin
yarattığı
bir
insanlık
dramının
üstüne
kapanır.
Alkış
patlaması
içinde
ışıklar
yanınca
önce
yüzlerdeki
gözyaşları
aydınlandı.
Perde
önüne
çıkan
bir
görevli:
“İkinci
perdede
Murtaza
rolünü
değerli
yazarımız
Orhan
Kemal
oynadı”
deyince
başlayıp
süren
alkış
patlaması
sağanağa
dönüştü.
Selamlamak
için
perde
açıldığında;
ortada
Bekçi
Murtaza
kostümü
ve
Makyajı
ile
Orhan
Kemal-
Ulvi
Uraz ve
arkadaşları,
adını
anmazsak
olmaz üç
değişik
role
çıkan
Kemal
Sunal
izleyiciyi
alkışlayarak
karşılık
veriyordu.
Alkış
dinince
biz
kendimizi
kulise
attık.
Orhan
Kemal
Ustayı
kutlayıp
elini
öpmek ve
günün
anısı
olarak
programa
imzasını
almak
için...
Yaşamımızda
o günü
hiç
unutmadık.
(İmzalı
program
Orhan
Kemal
Müzesi’ne
verildi)
“ATTİLÂ
İLHANA’
a
MEKTUPLAR”
kitabında
(s.340)
Orhan
Kemal’in
Attilâ
İlhan’a
bir
mektubu
var.
Eski
tüfeklerden
Tornacı
arkadaşım-yoldaşım
Yakup
Ustayla
Orhan
Kemali
konuşurken
o
mektuptan
söz
açtım.
İlhan
Yelken
Dergisi
için
yazı
istemiş.
Niye
yazamadığını
anlatırken
ameliyat
olduğunu
bir süre
hastanede
yattığını,
şimdi
evde
olduğunu
ama tam
iyileşmediğini,
mektubu
da
oğluna
yazdırdığını
söylüyor
Orhan
Usta.
Mektup
tarihi
12.4.1968.
Yakup
Usta
söze
girdi:
“İşte
dedi o
tarihte
ben
Gölcük’te
askerdim.
Taşkızak
Tersanesinde
bir
arkadaşım
var
hafta
sonu
onunla
buluşuyoruz.
O
tarihteki
bir
hafta
sonu
yine
buluştuk
ne
yapacağımızı
bilemiyoruz.
O, Orhan
Kemal
hastaymış
gazetede
okudum
gidip
ziyaret
edelim
dedi.
Benim
sırtımda
askeri
elbise.
Yazarımız
Cerrahpaşa
Hastanesindeymiş.
Karar
verip
düştük
yola.
Varıp
bulduk.
Ama
göreneğimiz
hasta
ziyaretine
bir şey
götürülür.
Ne
alacağımızı
şaşırdık.
Hastane
kapısında
rastladığımız
bir
seyyardan
Armut
aldık.
Çıkıp
vardık
yanına.
Yazarımız
dalgın
yatıyor.
Belki de
uyuyor.
Eşi,
sevgilisi
Nuriye
Hanım
başucunda.
Bizi
sevgiyle
karşıladı.
Adlarımızı
sordu
söyledik.
Kim
olduğumuzu
da!
Armağanımızı
verdik.
Teşekkür
etti
Nuriye
Hanım.
“Geldiğinizi
söylerim”
dedi.
Teşekkür
edip
çıktık.”
Karadeniz
Ereğlisi’nden
Gölcük’e
bir
sevgi
seli
bugün de
yüreklerde.
Orhan
Kemal;
yapıtlarında
yaşamın
ve
doğanın
diyalektiğini
hiç
gözden
kaçırmadan
insanı
anlattığı
için
okunmalı.
Günlük
dil
anlatılarının
örgüsünü
oluşturur.
Kısa
tümceler.
Okurken
bir
yandan
da insan
kendisiyle
konuşur.
Orada
kendisi,
çevresi
ve umut
vardır
hep.
Okuyacaksak,
okuma
alışkanlığı
kazanacaksak
başlangıç
Orhan
Kemal
öyküleri
olmalı.
Rahmetle
saygıyla
anıyorum.
|