Yapı Sanatevi Edebiyat Atölyesi‘nin çalışması sonucunda hazırlanmıştır.
“Hikâye kitabım mahkemeye verilmişti. Hâkim, iddia makamına uyarak, ‘Konularımı neden hep fakir fıkaradan, işçilerden aldığımı, Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayanların olup olmadığını’ sormuştu. İlk bakışta evet, çok doğru bir soru. Neden hep bu insanları, bu insanların yoksulluğunu ele alıyorum? O zaman hâkime: ‘Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok’ demiş ve beraat etmiştim.”
Evet, o iflah olmaz bir gerçekçiydi ve konularını hep kendisinin de içinde olduğu emekçiden, yoksuldan aldı. Ona göre yazar halkın içinde olmalıydı ve bu görüşüne hayatı boyunca hep sadık kaldı.
Varlıklı ve köklü bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Babası Abdülkadir Kemali Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekilliği yapmış ayrıca adliye bakanlığı görevini üstlenmiş Adana’nın önde gelen şahsiyetlerindendi. Ancak o, Tek Partili yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde muhalif olmanın sonuçlarını ağır bir şekilde ödedi. Partisi kapatıldığı halde muhalefeti sürdürmeye kararlı olması onu Lübnan’a kaçmak zorunda bıraktı.
Bu sürgün refah yıllarının artık geride kaldığının habercisiydi. On yedi yaşındaki Orhan Kemal de böylece ilk dersini aldı hayattan: Varlıklı aileler bir gün sahip oldukları her şeyi yitirebilirler.
Hayatı boyunca vereceği ekmek kavgasının ilk raundu burada başlar. Hayatta kalmanın yolu dirençli olmak ve çalışmaktır. İlk aşkı da burada tadar Orhan Kemal. Çikolata fabrikasındaki Rum kızı Eleni’ye âşık olmuştur. İlk sosyal dersini de bu kız verecektir. Kendisi bu durumu şöyle dile getirir: “ …Bütün matbaanın gençleri bu kızın çevresinde pervane gibi dönerlerdi. Bense, üstüm başım bilhassa ayakkabılarım çok kötü olduğu için uzaklarda durur sokulamazdım. Benimle alay eder korkusuyla hep kaçardım. Bir gün yanıma geldi… Benimle birden Türkçe konuştu. ‘Senin adın ne?’ dedi, nereli olduğumu sordu. Bir çikolota verdi. Alev ispirtoya değmişti artık. O günden sonra o kıza aşık olmuştum iyice. İşime dört elle sarıldım. Ve her gün saçlarımı taramaya başladım. Sonra buluşmalar başladı. Ve bir gün ona ayağımdaki eski pantolondan utandığımı söyledim. ‘sen ne utanıyorsun, zenginlerimiz utansın. Aldırma böyle şeylere, boş ver’ dedi. İşte bende ilk sosyal uyanış galiba bu Rum kız ile başladı.”
Fakat kız bir gün ailesi tarafından apar topar başka bir memlekete götürülür. Yalnız kalmıştır Orhan Kemal. Arkadaşsız olmak dil bilmemek dokunur zamanla. Daha fazla kalamaz Beyrut’ta. Özgür olduğu günleri özler ve Adana’ya babaannesinin yanına döner.
Bir süre başına buyruk yaşar. Artık annesi ve kız kardeşi de yanındadır. Yokluk içinde kıvranırlarken zamanının çoğunu futbol oynayarak ve sık sık kahveye giderek geçirir. Artık okul da yoktur (öğrenimini tamamlamayı düşünmüş ama yapamamış ortaokul üçe kadar okumuştur).Bu dönemde düşünceleri daha çok hayatın acımasızlığı üzerine yoğunlaşmıştı.
“ Yirmi yaşındaydım… Kafam bir türlü çözemediğim sorunlarla yara olmuştu… Sanki yere basmıyor, havada boşluktaydım… Ve bir gün, bir kahve köşesinde tanıştığım İsmail Usta… Sonra kitaplar… Serseriler, Stepte, İstratsi Mordasti, La Dam O Kamelya, Madam Bovari, Jerminal, Benim Üniversitelerim, Kroyçer Sonat, Umumi Tarih, Fransız İnkılâbı Tarihi…”
Ardından Selahattin Usta, Dayı Remzi ve diğer bilinçli işçiler… Edebiyatı sevmesi ve uyanışı bu yeni dostlar sayesinde oldu.
İş hayatı tekrar başladı ama kitaplarla olan ilişkisini asla kesmedi. Gündüz çalışıp gece de lambanın soluk ışığında kitaplarla arasındaki dostluğunu daha da geliştirdi. Eli kalem tutmaya başladı bir zaman sonra. Kaleminden ilk olarak mısralar aktı. Yazdığı şiirler birkaç dergide de yayınlanınca kalemine duyduğu güvenle daha da güçlü sarıldı şiire. Şiir konusunda kendine duyduğu güven diri kaldı ta ki Nazım Hikmetle tanışana kadar.
Nazım Hikmet okuduğu için içeri alındığında o kitapların sahibinin en büyük hocası, mahpushanenin de bir okul olacağını bilmiyordu henüz.
Bursa cezaevine gönderildiğinde şiir yazmaya devam ediyordu. İçini ısıtan o haberi soğuk bir aralık sabahı aldı: Nazım Hikmet Bursa Cezaevi’ne gelecekti.
Ve Nazım’la tanışma, kurulan dostluk ardından büyük bir heyecanla değerlendirmesi için okuduğu şiirleri ve yıkım… “Okumaya başladım… ilk dörtlük henüz bitmemişti: -Kafi kardeşim, kafi…Bir başkası lütfen…-Berbat!… – Rezalet! … –Peki, kardeşim, bütün bu lafebeliklerine, hokkabazlıklara, affedin tabirimi, ne lüzum var? Bakın aklı başında bir insansınız… Duyduklarınızı, hiçbir zaman duyamayacağınız tarzda yazıp komikleşmekle kendi kendinize iftira ettiğinizin farkında değil misiniz?”
Bu eleştiri Orhan Kemal’de hayal kırıklığı yarattı. Ancak bu hayal kırıklığı çok sürmedi. Nazım Hikmetin Az sonra yaptığı açıklama onda yeni bir umudu yeşertecekti. Bir teklifti bu: “Sizinle yakından meşgul olmak istiyorum… Yani kültürünüzle… Evvele Fransızca, sonra diğer kültür bahisleri üzerinde muntazaman dersler yapacağız… Tahammülünüz var mı?”
Olmaz mı, söz verdi Orhan Kemal ve sözünde durdu. O çalışkan bir öğrenciydi, Ödevlerini yerine getiriyor okuyor, okuyordu. Bu arada bir de roman yazma girişiminde bulundu. Nazım’ın eline geçen birkaç sayfa şairi çok heyecanlandırdı ve onun tavsiyesiyle Orhan Kemal öykü yazmaya başladı.
Hapisten çıktıktan sonra memleketine döndü. Bir süre farklı işler denedi. Bu arada yazmaya da devam ediyordu. Öyküleri gitgide daha çok beğeni toplamaya başladı. İlk romanı Baba Evi de basılmıştı. Eline geçen para çok az olmasına karşın artık yalnızca yazarlıkla geçinmeye karar vermişti.
“…Evet, yine bir iş ricası! Ama bu seferki seni yormayacak: Açacaksın telefonu, Ahmet Küflü dostumuzu bulacaksın. İstanbul’a gelme işinin ne olduğunu sorduktan sonra, elindeki hikaye kitabı hakkında neler düşündüğünü –lütfen- öğreneceksin. Laf aramızda, basmak isterse çok sevineceğim. Sevincimin asıl sebebi, kırka yaklaşan kitaplarıma bir yenisinin ekleneceği filandan çok, anlıyorsun ya, telif ücretinin hemen bir cankurtaran simidi gibi elime geçivermesi!”
Kalemiyle ekmek kavgası verdi hayatı boyunca ve kalemi kendine sadık konular yarattı. “Halit Ziya Uşaklıgil ‘Bana iki ad söyleyin; size bir hikâye vereyim’ dermiş… Orhan Kemal de böylesine rahat hikâye yazabilirdi. Yalnız iki ad söylemek yerine, ona iki insan göstermeliydiniz.” Herkesin baktığı yerde o hep daha derini gördü ve hep gördüğünü yazdı.
Fabrika işçilerini, tarlada çalışanları, hamalları, gecekondu köylülerini, fabrika ve atölyelerde uykuya hasret ter döken çocuk işçileri, düşmüş kadınları, her şeylerini yitirmiş saf umutları, palavracı üçkâğıtçıları, küçük memur tedirginliğini, delikanlı avareliğini ama illa ekmek kavgasını onun kadar görerek kim anlatabilirdi ki?
Onun kahramanları her gün karşılaştığımız, sokaklarda gördüğümüz ve belki de göremediklerimizdir. Gönlü toktur karakterlerinin. Karnını doyuracak bir lokma ekmek bir parça uyku yeterlidir onlara daha fazlası değil. Küçük umutları küçük hayalleri vardır.Bel bağladıkları bazen bir diplomadır bazen de uzaktan gelen bir hemşeri. Hep aydınlık bir yanları vardır. Bu aydınlık yan Orhan Kemal’in hayata ve insana olan bakışının ürünüdür. “Ve neticede şuna vardım: İnsanoğlu, doğal olarak fena değil, kötü değil. Onu, toplumun sosyal şartları kötü yapıyor. Hırsız yapıyor, katil yapıyor, eşkıya iskender yapıyor.”
Bilinçli işçilerle tanışmıştı Orhan Kemal. Hayata dair ilk derslerini onlardan almış, onlar sayesinde kitaplarla tanışmış ve edebiyatı sevmişti. Ancak hikâyelerindeki işçilerde o bilince (Grev öyküsü hariç) tanık olamayız. Uyku’da karşımıza çıkan Cemal Usta, çocukların durumuna üzülen, yapılan kanunsuzlukları gören ve bunları dile getiren bir tiptir. Ama o da hayal kırıklığına uğratır bizi. Patronun sus payı olarak verdiği mavi bir zarf içindeki yirmi beş lirayı hiç tereddüt etmeden alır. Biz zarfı patronun suratına çarpmasını bekleriz büyük bir umutla ama o teşekkür eder ve çıkar. İşçilerin kişisel çıkarlarla nasıl sömürüldüklerini de böyle anlatır Orhan Kemal.
“Dert Dinleme Günü’’nde işçilerin işlerini kaybetme korkularını iki işçinin diyalogunda iliklerimize kadar hissederiz. Yalnız bir çıkışsızlık vardır bu öykülerde. Onun karakterleri bulundukları durumdan nasıl çıkacaklarının cevabını veremezler. Böyle bir arayış içinde olduklarını dahi hissetmeyiz. Sadece “Kardeş Payı” adlı öyküsü bu anlamda farklıdır. Bu öyküde, bir bilinçlenme içine giren hamallar, hamalbaşına karşı harekete geçip kazançlarını kardeş payı yapmaya karar verirler. Yalnız şuna dikkat etmek gerekir, buradaki bilinçlenme genel bir bilinçlenmeden ziyade bir anlık bir kabarıştır.
O, önce ekmek ilkesiyle, toplum gerçeklerinin gözlemine yönelmiş ve daima bu gözlemlerini aktarmayı amaçlamış bir yazardır.