Ana Sayfa

blog - Nisan 2007

 

Orhan Kemal'in Bereketli Topraklar Üzerinde Romanı

 

   
 

REALİST BİR KÖY ROMANI

  Cumhuriyet ilan edilmiş ve çok partili hayat geçilmişti. CHP tek partili hükümet döneminden DP iktidarına geçilmişti. 1950 senesinde DP iktidarına geçilmesinden sonra devletin toprak reformu köylüye, çiftçilikle uğraşan halka dönük olmaya başlamıştı. Büyük toprak ağalarının ve kırsal kesimde yaşayan köylünün oylarını toplamaya çalışan DP, bu bağlamda toprak reformuna çok önem vermişti. Onlara göre Türkiye’nin ilerlemesi Avrupa’nın tahıl ambarı olmasına bağlıydı. Köylüyü destekleyen bazı reformlar ortaya kondu. Edebiyat dünyasında ise Orhan Kemal’le birlikte köylü romanı yazılmaya bu dönemlerde başlar. Tanzimat döneminde köyden bahseden realist bir hikâye yazılmışsa da asıl Cumhuriyet döneminden sonra köyü ve köylüyü bütün çıplaklığıyla ele alan romanlar yazılmaya başlanmıştır (İlk köy hikâyesi Nabizade Nazım’ın Karabibik olduğunu anımsatırım. Bu eser köylü edebiyatının ilk ürünü olması yönüyle önemlidir.[1]). 

    Köy romanı, modernleşmeyle birlikte köyün ve köylünün sorunlarını toplumsal ve bireysel anlamda ele alan romanlara diyebiliriz. Bu bağlamda, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde romanına, bir köy romanı olarak bakabiliriz. Yazar bu romanında İç Anadolu’da bir köyde yaşayan üç arkadaşın para kazanmak için Çukurova Bölgesine gitmelerini ve sonrasında karşılaştıkları zorlukları, ırgat, ırgatbaşı, usta ve ağa arasındaki ilişkileri, çalışmak için Türkiye’nin farklı coğrafyalarından Çukurova’ya gelmiş Anadolu insanın birbirleriyle ilişkilerini, onların sıla hasretlerini, saflıklarını, zaaflarını, bireysel arzularını ele almıştır. Bütün bunları çok gerçekçi bir üslupla ortaya koyar. Realizmin bu kadar önde olması, Orhan Kemal’in köylünün içinde bulunduğu durumu daha vurgulu vermek isteyişinde yatar. Bu realizmi sağlamak için köylüleri kendi şiveleriyle konuşturur. İflahsızın Ali ile Pehlivan Ali’nin iş istediği taşeron Karadenizlidir. Karadeniz şivesiyle konuşur: “(…) —bitişik mi göbeğinuz (…) —Düşünün. Veririm saa üçbuçuk, saa dört, net.”[2]. Köse Hasan’ın hastalandığında Köse Topal’a verdiği cevap da kendi şivesini yansıtır: “-Böğrüm mü deseeem, böreğim mi, yüreğim mi… Duramıyorum, geberiyorum…”[3]. Yine romanın gerçekçi olması için geldikleri köyün adını Ç. olarak adlandırır. Yani köyün tam adını vermeyerek köyün gerçekte var olduğuna inanmamızı sağlamaya çalışır. Zaten romanın büyük bir kısmının Çukurova’da geçmesi bu gerçekçiliği pekiştirir.  Diğer taraftan köylü hemşeriliğe çok önem verir. Yazar bunu da köylüyü daha iyi yansıtmak için ustaca kullanır. Bunu yer yer köylünün saflığıyla birleştirir ve köyden kente gelmiş bir köylünün cahil yanını ortaya koyar. Hatta o kadar ki trende karşılaştıkları Yunus Usta’ya hemşerilerinden ve onun fabrika sahibi olduğundan bahsederler. Onun kendilerini çağırdığını ve iş vereceğini söylerler. Güya hemşerileri onlara sırf hemşeri olmalarından dolayı iş verecektir. Yunus Usta bundan dolayı onlara inanır. Neden sonra Adana’ya geldiklerinde hemşerilerinin kendilerini çağırmadığını, kendilerinin hemşeri oldukları için işe alınacaklarını düşündüklerini söylerler. Yunus Usta bunu öğrenince onlardan ayrılır[4]. Bu hemşerilik meselesi iş ararken de devam eder. Zannederler ki hemşeri olunca kapalı kapılar açılacak. Ama bunun böyle olmadığını yavaş yavaş öğreneceklerdir. İş için fabrikaya yakın bir yerde beklerken bir yaşlı onlara “(…)dahası şu ki, burası şehir, fabrika. Köy yerine benzemez. Hemşeri memşeri… geç bir kalem. Elin ayağın tutuyor mu, gücün kuvvetin yerinde mi? İşbaşına git, iş varsa versin.(…)[5]der. Köylüyü şehirli karşısında gülünç duruma düşürür. Orhan Kemal’in burada köylünün şehirli ağaya karşı ne kadar savunmasız olduğunu ortaya koymayı düşünmüş olması olasıdır. Zira romanın genelinde köylüye acımayan, onun saflığından ve cahilliğinden nemalanmaya çalışan bir işveren ağa ve ırgatbaşı portresi çizer. Mesela, ağa işe almasına rağmen ırgatbaşının Yusuf, Ali ve Hasan’dan haraç toplaması bu duruma bir örnektir[6]. Irgatbaşının kendi hakkının farkında olmayan, üç-beş kuruşa çalışmaya razı işçilerin saflıklarından faydalanarak onlardan pay almaya çalışması ve ağanın bunu bildiği halde buna ses çıkarmaması, ırgatların sıcağın altında çok çalışmalarına rağmen yemek için verilen ekmeğin kurtlu pilavın taşlı oluşu[7], ırgatbaşının paydosu geç verip işe tekrar erken toplaması[8] gibi örnekler yazarın bu durumu pekiştirdiğini bize gösterir. Bu yönüyle yazarın, işçi-işveren arasındaki kapitalist düzenin işleyişini de eleştirmeye çalıştığını düşünebiliriz. Zira dünyanın gelişmiş ülkelerinde işçi haklarını savunmak adına işçinin sendikalaştığı bir zamanda Türkiye’de işçi haklarından bahsetmek biraz zordu. Orhan Kemal bu roman vesilesiyle köylü haklarından bahisle işçinin daha doğrusu emekçinin haklarını ifade etmeye çalışması kuvvetle muhtemeldir. Bu hakları ifade etmesi için ırgatlardan Halo Şamdin ve Kürt Zeynel ile patoz ustaları dillendirilir. Kürt Zeynel “(…) (onlar) ekmeğin hasını, pilavın etlisini, ayranın yağlısını yer, içerler. Biz? Pilavın yağsızı, ekmeğin kurtlusu, ayranın imansızını!”[9] diyerek kendi ile onların arasında ne fark olduğunu sorarken aynı söylemleri ustabaşı ırgatbaşına söyler[10].

    Bu romandaki realist unsurlardan biri de anlatıcının ırgatların çalıştıkları işleri ayrıntısıyla anlatmasıdır. Romandaki ana kahramanlar önce bir pamuk işinde çalışırlar. Anlatıcı önce işlerin mahiyetini ve nasıl yapıldığını ayrıntılı olarak anlatır. Mesela Pehlivan Ali’nin yaptığı işi anlatırken “(…)Kuvvetli bir volanın sertçe çevirdiği kırma makinesi, pamuk kozalarının sert kabuklarını kırıyor, kırık kabukların tohumlu pamuktan temizlenmesi işinde şiflemelerden geçmesi gerekiyordu(…)[11] diye anlatmaya devam eder. İflahsız Yusuf, Köse Hasan ve Pehlivan Ali’nin yaptıkları işleri bu şekilde, işlerinin yapılış şekillerini de söyleyerek anlatır. Daha sonra Yusuf duvar ustasının yanında, Pehlivan Ali ise bir buğday hasat işinde çalışmaya başlar. Duvar sıvama işini anlatmaz ama buğday hasat işini anlatır. Yazar bu işleri anlatırken yapmaya çalıştığı, bu işçilerin ya da ırgatların hangi zor şartlarda iş yaptıklarını realist bir üslupla anlatmaktır. Bu şekilde ırgat olarak çalıştırılan köylülerin problemlerini tüm çıplaklığıyla göstermeye çalışır.

    Orhan Kemal, realist bir romanda olması gereken uzun doğa ve çevre tasvirlerine çok girmese de kişilerin fiziksel özelliklerini, romanda geçen köyü, köy yollarını, şehri, şehrin tren istasyonunu,  ırgatların çalıştıkları sıcak havayı, çalışma koşullarını, şehirdeki genelevini, onun bir odasını, işçilerin kaldıkları yeri realist bir biçimde aktarmıştır. Bir örnek vermek gerekirse, ırgatların kaldığı oda (…) “mahalle muhtarının bir zamanlar hayvanlarının bağladığı, tabanı hala gübre örtülü, genişçe bir ahırdı. Atsinekleri vızıltılı daireler çizerek uçuşuyorlardı. Harap kerpiç duvarlar yarı bellerine kadar ıslaktı. Oda ekşi ekşi fışkı kokuyordu.[12] diye anlatılır. Burada çok ayrıntı yoktur. Ancak anlatmak istediği yeri çok canlı bir şekilde aktarmıştır. Kişileri de böyle ayrıntısız ve canlı verir. Mesela, patoz üstündeki Halo Şamdin ile Kürt Zeynel’i “(…) Yüzleri kaynar suda haşlanmışa benziyordu. Dudakları patlamıştı. İkisi de kalın kemikli, aksi şeylerdi.(…)”[13] diye aktarır. Yine başka bir yerde patozun çalışmasını “(…) çok iri çok kocaman ağustos böceğini hatırlatan harman makinesi çevresine yaldız sarısı saman tozları tozutarak alabildiğine çalışıyor, ses kalabalığı günün sarı sıcağına yayılıyordu.”[14] diyerek anlatır. Yazarın realist bir bakış açısıyla olanları anlatması romanın inandırıcı olmasını sağlamakta ve yazarın istediğini düşündüğümüz etkinliğini pekiştirmektedir. Uygar bir medeniyet seviyesine çıkmaya çalışan bir milletin efendisi olarak kabul edilen köylünün kapitalist düzen içinde nasıl ağa ve ırgatbaşı sultası altında olduğunun altını çizen yazar, çarpıcı bir şekilde köylünün çalışma şartlarının ne kadar elverişsiz olduğunu ve kırsal kesimde yaşayıp da çalışmak için memleketlerinden uzak yerlere gitmek zorunda kalan köylünün yaşadıkları olumsuzlukların onların hayatına mal olduğunu gözler önüne serer.

    Hâsılı, bir yanda para kazanma uğruna kendi canları pahasına, olumsuz şartlar altında çalışmak mecburiyetinde bırakılan biçare köylü, diğer tarafta toprak sahibi olmanın getirdiği kibirle çalışanlarına istediği gibi davranan işveren ya da ağa saltanatı var. Bu ikisi arasında köylüye sahip çıkmayan aksine ondan nemalanmaya çalışan ırgatbaşı ile köylüye sahip çıkan ustabaşı var. Bütün bu tipler aracılığıyla yazarın ulaşmaya çalıştığı sonuç ise sanırım bütün bu gerçekleri bir ayna yansıtıcılığıyla okura aksettirmektir.


 
[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, Çağlayan Kitapevi, s. 294
[2] Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, İstanbul, Epsilon Yay. , 2006, s.97
[3] a.g.y., s.84
[4] a.g.y., s.37
[5] a.g.y., s.51
[6] a.g.y., s.57
[7] a.g.y., s.241

 

[8] a.g.y., s.218-219
[9] a.g.y., s.231
[10] a.g.y., s.232-233
[11] a.g.y., s.63
[12] a.g.y., s.71-72
[13] a.g.y., s.220
[14] a.g.y., s.249
 
 

 

 


[email protected]

1