“değilsiniz ya, insan mısınız? İnsan olanın 72. Koğuş’ta işi ne”
Türkiye, aydın ve yazarlarının çokça tutuklanarak susturulmaya çalışılmasının da ortaya çıkardığı özel koşulları gereği hapishane edebiyatına hiç de yabancı olmayan bir ülke.
İkinci Dünya Harbinin hemen öncesinden başlamak üzere Türk edebiyatının başyapıtı sayılan pek çok eserin ya hapishanelerde üretildiği ya da hapishane koşullarından etkilenilerek ortaya çıkarıldığını yazmak yanlış olmaz.
Orhan Kemal’in geçtiğimiz günlerde 18. baskısı yapılan uzun hikâye kitabı ‘72. Koğuş’ bunlardan sadece birisi olarak gösterilebilir. Everest Yayınları son birkaç aydır Türk edebiyatının toplumsal gerçekçi yazarlarından Orhan Kemal’in kitaplarını yeniden yayınlıyor.
Eskimeye yüz tutmuş ve her yanı paslanmış bir kilidin üzerindeki anahtarlı görüntüsüyle karşılıyor okuyucuyu kitabın ön kapağı. Fakat ne kilidin asılı olduğu bir kapı görülüyor ortada ne de anahtarı çevirip açabilecek bir el. Her şey birazda okuyucunun zihninde kuracağı sahnelere bırakılmış, sanki gerçek yaşama devredilmiş.
Çok iyi bir gözlem yeteneğine sahip olduğunu bir kez daha anladığımız Orhan Kemal, 1940 yılında Bursa Hapishanesinde kaldığı döneme dair izlenimlerini 72. Koğuş adlı uzun hikâye kitabında toplamıştır.
İlk baskısı tam 53 yıl önce yapılan kitabın ortaya çıkış öyküsünü yazar şöyle anlatıyor.
"1953’ün kışı. Vakit gece. Dışarıda sulusepken kendini Haliç Feneri'nin ahşap evleriyle ıssız sokaklarına kaldırıp kaldırıp vuruyor. Tükürseniz donacak bir soğuk hâkim dünyaya. Karımla çocuklarım, her zamanki örtülerinin üzerine evde ne kadar battaniye, kilim varsa almış, birbirlerine sokularak çoktan uykuya geçmişler. Ev kirası ayda 40 lira ama cebimde tramvay parası bile yok. Bir ara, kendimi sigorta ettirip bir hususi arabanın altına atmak, bu suretle sigortadan alınması mümkün parayı çocuklarıma bırakmak gibi çılgınca fikirlere kapılıyorum. İşte o gecenin ayazında, gazocağında ısınarak 72. Koğuş'u yazıyorum. Amacım yayınevinden verilecek avansla eve biraz kömür, kıza bir manto ve bir şişe şarapla birlikte az biraz da yiyecek bişeyler almak”
Kitabı okumaya başladığımızda anlıyoruz ki Orhan Kemal’in gerçek yaşamda sürüklendiği ekonomik zorlukları ve çaresizliklerle dolu dünyasını bir koğuşun karanlık günleriyle paralellik kurularak ‘Ahmet Kaptan’ karakteri üzerinden anlatılmış.
“Dünyada savaş vardı. Motorlu Alman birlikleri yıldırım hızıyla Avrupa’yı altüst ediyordu. Yollar, sınırlar kapanmış, dışarıdan içeriye pek bir şeyler gelmiyor, memleket kendini güç besliyordu. Ekmek karneye binmişti (…) –mahkûmların- hiçbir yerden hiçbir gelirleri olmadığı gibi, umutları da yoktur. Aç acına yaşayacaklardır” (sayfa: 17)
Bütün cezaevlerinde benzerlerinin olduğu gibi 72. Koğuş’ta hapishanenin en yoksullarının yaşadığı, ceplerinde tek kuruşları olmayanların yere serdikleri çimento çuvallarının üzerinde uyuduğu, bundan dolayıdır ki en bakımsızı, en pis olanıydı. Ve “buranın insanları ayağa kalkmış birer solucandılar” (sayfa: 16) Buna rağmen, “hiçbir ilgisi yoktur idaredekilerle. Kumar oynamaz, esrar, afyon kullanmaz, satmazdı da…” (sayfa: 3) Aralarındaki tek farklı mahkûm Ahmet Kaptandır. Bileği güçlü, mert bir adam olarak bilinir hapishanede. Mertliğinin yanı sıra saf bir dünyası olan bu Karadenizli genç “yıllarca önce babasını liman kahvesinden çıkarken vuranların amcaoğullarını vurmuş, yüzünü olsun tanımadığı babasının öcünü almıştı” (sayfa: 5)
Bir gün hapishane müdürünün odasına çağrılır. Çok sevdiği anası, Ahmet kaptan’a 150 lira göndermiştir. O dönemin koşulları içinde bu hatırı sayılır bir paradır. Paranın bir kısmıyla koğuşta kendine ranza ve döşek alır. Gariban mahkûm arkadaşlarına da yardım eder. Koğuşa soba kurdurur karınlarını doyurur. Bu durumdan rahatsız olan Ahmet Kaptan’ın sağ kolu Berbat’tır. Zaten açlık ve sefalet içerisinde yaşadıkları 72. Koğuş’ta birde üstüne üstlük birbirlerine çelme atarak içinde bulundukları koşulları daha bir adaletsizleştirmeye çalışırlar. “Bunlar Allahın cebinden peygamberi çalarlar. Bir sefer alıştılar mı bitti. Sendeki yürek zaten muhallebi, boyunlarını büktüler de başladılar mı ağlamaya dayanamazsın. Bırak, Allah’ın acımadığına sen mi acıyacaksın? Elimizdeki parayı çarçur etmeyelim…” (sayfa: 23)
Tamamıyla toplum düzensizliğinden gelen birer itilişle 72. Koğuş'a düşmüş olan bu insanlar sefaletin, insan haysiyetsizliğinin uçurumlarına günler geçtikçe yuvarlanmıştır. Hiçbiri bu uçuruma seve seve, isteyerek atmamıştır kendini. Ama yuvarlanmışlardır ne olursa olsun. Yuvarlanmışlar, insanlıklarından çok şeyler kaybetmişlerdir.
Kendiside mahkûm olan cezaevinin uyanık meydancısı Bobi, Ahmet kaptan’ın paralarına gözünü dikmiştir. Kumar oynaması konusunda hep uzak duran Kaptan’ı sonunda ikna eder. Attığı zarların şansına iyi gelmesiyle Kaptan’ın hapishanenin diğer tüm ağalarının paralarını elinden alması koğuşta refah seviyesinin birden yükseldiği günleri beraberinde getirir. “toklukla birlikte 72. Koğuş’a edep, hayâ, ar, namus, da girmişti, başka koğuştan misafirler geliyor, başka koğuşlara misafirliğe gidiliyor, çaylar kaynıyor, kahveler pişip bol bol sigara içiliyordu” (sayfa: 72) Koğuşun ekonomisinin düzelmesiyle birlikte içinde yaşayanlarının da değişim gösterdikleri ve daha sosyalleştikleri görülür. Fakat bu çok uzun sürmez.
Bu arada Bobi, Ahmet Kaptan’ın kadınlar koğuşundaki Fatma’ya tutkunluğunu bildiğinden yeni bir oyun kurar. Rizeli’nin çamaşırlarını Fatma’ya yıkatır. Kızın ona sevgisinden söz eder durur. Fatma’nın ağzından yazdığı sahte ve uyduruk mektuplarla yüreğindeki sevda iyice tutuşur. Böylece de saf Rizeli’nin paralarını çekmeye başlar... Fatma tahliye olup hapishaneden ayrılınca Ahmet Kaptan onun geri geleceği düşleriyle kendi kendisini yer bitirir. En sonunda aklını yitirir.
Bir mahkûmun bir diğerine kurduğu hayallerini satarak ayakta kaldığı, paketinden yeni çıkarılmış kız gibi bir dal sigaranın elde edilmesi için dakikalarca yerlerde üst üste debelenildiği dipsiz bir kuyudur 72. Koğuş.
Sıcak dumanı buram buram tüten bir tencere dolusu etli kuru fasulyenin her şey olduğu bir dünyadır orası.