Ana Sayfa

Ulusoy Travel - Ağustos.2007 - Güler Emektar

 

 

                                İşin içinde delilik olmasa...

 

anısına

İşin içinde delilik olmasa...

Sokağın bütün rengi ve kokusuyla edebiyatımıza taşıdığı unutulmaz kahramanları, dilindeki alçakgönüllülüğü, şefkati ve her şeye rağmen koruduğu aydınlık bakışıyla bir Orhan Kemal geçti hayatımızdan. Biliyoruz ki ondan, yapıtlarından öğreneceğimiz daha çok şey var. Yaşamı da kendi romanlarını aratmayacak kadar gerçek olan bu büyük ustayı, ölümünün 37. yılında sevgiyle anıyoruz...

yazı: güler emektar fotoğraflar: volkan doğar

BUNDAN altı yıl önceydi, Cihangir Akarsu Caddesi, Numara 32 heyecanlı bir kalabalığa ev sahipliği yapıyordu. Ailesinin ve yakınlarının bin bir çabayla kurduğu Orhan Kemal Müzesi nihayet resmen açılıyordu. Yazarın ailesi, yakınları, dostları, meslektaşları, herkes oradaydı. Müze fikrinin emektarı, yazarın küçük oğlu Işık Öğütçü, yılların hayalini zor da olsa hayata geçirebilmenin haklı gururunu yaşıyordu. Tebrikleri kabul eden lacivert takımlı hanımefendinin mutluluğu yüzünden okunuyordu (Sonrasında bu güler yüzlü hanımefendinin, yazarın hayat arkadaşı Nuriye Hanım olduğunu öğrenecektim). Sevenleri, yaşarken kıymeti bilinmemiş bu büyük yazara karşı bir kez daha vefa borçlarını sunmanın huzuru içindeydi. Bir Orhan Kemal okuru olarak o gün orada bulunmanın, Orhan Kemal Müzesi'nin yazarın kendisi ve yakınları için ne anlama geldiğini yakından hissedebilmenin benim için heyecan verici bir başka tarafı daha vardı. Henüz fakülteye devam eden genç bir gazeteci adayı olarak meslek hayatımın ilk haberlerinden birini kaleme alacaktım. Sonraki yıl, ölümünün 32. yıl dönümünde romanlarıyla, kahramanlarıyla hayatıma karışmış, fötr şapkalı, takım elbiseli Ara Güler portreleriyle defterlerimin arasına sızmış Orhan Kemal'i bir yazıyla anmak yine bana kısmet olmuştu. Işık Öğütçü ile gerçekleştirdiğim uzun söyleşide, yazarın kendi yaşamının da en az romanlarına konu olacak kadar gerçek olduğunu dinlemiştim. 30 yılı aşkın bir zamandır aramızda yoktu Orhan Kemal. Ancak ölümüne doğru bir ev sahibi olabilen yazarın şimdi bir müzesi vardı. Fotoğraflar, mektuplar, kitaplar, kullandığı kalemler, diş fırçası, çatalı, kaşığı, yemek tabakları, fincanı, masa saati, AĞA marka radyosu, pikabı, tespihi, kol saati, gözlüğü, pijamaları, terlikleri, fötr şapkası, kravatı, ceketi, öldüğünde yüzünden alınan mask... Müzede sergilenen bütün eşya; yazar, eş, baba, sevgili, düşünce suçlusu, bir dönemin belki de en acılı kahramanlarından biri olan Orhan Kemal'i anlatıyordu...

Yazmak, doludizgin...

Orhan Kemal, "Benim gerçek ögretmenimdir," dediği Nazım Hikmet'in teşvikiyle başladığı yazım serüvenine onlarca roman, hikâye, 200'ü aşkın senaryo ve 10'un üzerinde tiyatro oyunu sığdırdı. Kahramanları Adana'nın pamuk ırgatları, dağılan aileler, çocuk işçiler, fahişeler, eve ekmek götürmeyi beceremeyenler, büyük şehrin tutunamayan küçük insanlarıydı. Onların arka planındaysa kapitalizmin yavaş yavaş kök saldığı Türkiye gerçekleri... Onun nasıl yazdığına Cağaloğlu'nun Cibalikapı'nın kahvehaneleri tanıktı. Anlatılanlara göre sabahları İkbal Kahvesi'ne ilk o gelirdi. Ardından Muzaffer Buyrukçu, Nurer Uğurlu, Kemal Özer, Adnan Özyalçıner, Konur Ertop, öğlene doğru Edip Cansever... Önce adet olduğu üzere oturulur, bir yandan çaylar içilir bir yandan uzun uzun çene çalınırdı. Sonra herkes işine giderdi. Orhan Kemal de yan masaya çekilir, durmadan notlar alırdı. Sonra kalkar, fötr şapkasını giyer, "Bir film hikâyesi var. Ben bir Yeşilçam'a uzanayım," diyerek 'iş kovalamaya' giderdi. Böyle zamanlarda, özellikle de telifini almaya gittiğinde hep o endişeli yüzü taşırdı. Kimi yayın evlerinde kahve ısmarlanmasının, o gün para ödenmeyeceğine işaret olduğunu bilirdi. Öğleden sonra çoğunlukla umduğunu bulamamanın kırgınlığıyla dönerdi ya, kırk yılda bir hikâyeyi satmayı başarınca keyfine diyecek olmazdı. Yine de yazmak konusunda hep ilk günlerin heyecanını taşırdı. "Öldürmeyip süründürüyorsa da 'Romancılık' mesleğini seviyorum. Hem de deliler gibi" demiş ve şu soruyu yöneltmişti: "Zaten işin içinde delilik olmasa elalem, it köpek yani, para kazanırken yüzlerce sayfa yazılır mı?"

Kitaplarında anlattıkları kendi yaşamından uzak şeyler değildi. O da Çukurova'dan geliyordu. İşsizliği, açlığı, sömürüyü görmüş, yaşamıştı. Okuduklarından öğrenmemişti bunları. Her romanında, hikâyesinde biraz da kendisi vardı; ya Beyrut günleri, ya yoksulluğu, ya da yaşama düşü kurduğu aşklarıyla... Belki de bu yüzden karakterleri, hayatın bütün kokusu ve rengiyle bu denli canlı sızmıştı yazdıklarına. Ancak eserlerinde keder kadar neşe de vardı. İnsanla zenginleşen edebiyatının en önemli özelliklerinden biri de onca üzünce, onca yoksulluğa karşın hemen bütün karakterlerinin iyimser ve umut dolu olmalarıdır belki. Sanki kendi aydınlık bakışının temsilcileridir o karakterler. Yaşamla boğuşmalarının içinde yazarın merhameti, şefkatiyle hayata sıkı sıkı bağlıdır her biri. Öyle ki yazarın sonsuz şefkati kahramanlarıyla birlikte bizi de kucaklar adeta. Aydınlık bakışı, iyimserliği kitaplarıyla birlikte bize de geçer.

Peki, neydi sanatının amacı? Bu soruya en güzel yanıtı yine kendisi vermişti: "Sanatımın amacı... Şöyle açıklamakta bir sakınca var mı acaba? Halkımızın, genel olarak da insan soyunun müspet bilimler doğrultusundaki en bağımsız koşullar içinde, en mutlu olmasını isteme çabası..."

Haziran'da ölümsüzleşmek...

Evet, emeği anlatmış, ama ne yazık ki kendi emeğinin değeri bilinmemiş bir yazar Orhan Kemal. Hayatının son günlerine kadar üretmiş, evine ekmek parası götürmek için koltuğunun altına sıkıştırdığı romanlarını, hikâyelerini ucuz pahalı demeden yayınevlerine vermiş, alacakları için kapılarda süründürülmüş bir kalem emekçisi... Bir mektubunda yakın dostu Fikret Otyam'a içinde bulunduğu durumu şu satırlarla anlatmıştı:

"Bir ara kendimi sigorta ettirip bir hususinin altına atmak, bu suretle sigortadan alınması mümkün parayı çocuklarıma bırakmak gibi çılgın fikirler kafamda ciddi ciddi yer etmedi değil. Ama can tatlı, yapamadım. Geldi geçti..."

Bir başka zaman, günlüğüne düştüğü notlarda çocukların sünnet parasını nasıl denkleştireceğinin hesabını yapıyordu: "12.07.956, Perşembe: Kambur kambur üstüne. Bir de çocukların sünneti bindi. Nuriye: 'Haydar sinemasında sünnet yapılacak. Çocuk başına on beş lira!' demişti. İyi bir fırsat. İyi bir fırsat ama, otuz papeli denkleştirebilirsen. Düşündüm taşındım. Aklıma zavallı kitaplarım geldi. Dört paket halinde sahaflara götürdük Erol'la. Altmış liralık kitabı on beş liraya verdik. Sonra otuz lira da Edip'ten borç aldım. Şair Edip Cansever, çok iyi arkadaş. (...) Kitaplarımı satınca öderim belki. Kitapçılar da çok isteksiz. Zaten Remzi'den başka istekli de yok. Şaşılacak şey. Güya tanınmış, sevilen, aranan bir imzayım."

Nihayet işler tam da yolunda gitmeye, kendini 'korkacak' derecede iyi hissetmeye başlamışken kalbinin ihanetine uğradı. 2 Haziran, 1970'de Haziran ayında tedavi için gittiği Bulgaristan'da hayatını kaybetti. Cenazesini, Kapıkule'de ailesi ve sevenleri karşıladı. İşçiler, hayatını kendileri gibi çalışarak kazanan, ekmek derdinde olan yazarlarının önünde saygı duruşunda bulundular. İçlerinden biri cenazeyi taşıyan minibüsün önüne, "Biz işçiler senin hatıran önünde saygıyla eğiliriz," yazılı bir pankart astı... Oysa daha yapacak çok işi vardı. Ölümünden kısa bir süre önce yazdığı satırlarda bir sürü roman, hikâye, tiyatro oyunu projesinden bahsediyordu. 2 Nisan 1970 tarihli günlüğünde Bulgaristan yolculuğu öncesinde kendisine 'önemli bir not' düşmüştü:

"Önemli Not! Bu dosyada Murtaza'nın ikinci cildini yürütecek olan müsveddelerle, 47. sayfaya kadar tape edilmiş bölüm vardır. Tape edilmiş bölüm üç nüshadır. Geziden dönüşte devam edilecektir. (Tabii kısmetse... ki elbette kısmettir.)" Ama umduğu gibi kısmet olmadı. "Murtaza"yı ve yazarın bitiremediği diğer çalışmaları, geçtiğimiz yıllarda müzenin açılmasıyla birlikte oğlu Işık Öğütçü tamamladı. Orhan Kemal'in bitiremediği "93 Harbi" ve düzyazıları "Önemli Not" adıyla, günlük ve şiirleri "Yazmak Doludizgin" adıyla okuyucularla buluştu. Şu sıralarda Everest Yayınları, yazarın tüm eserlerini yeniden basıyor.

Ölümünün 37. yılında, ustanın çalışma odasında Orhan Kemal'in hatırasını bir kez daha teneffüs ettik. Bir köşede yatağı, çalışma masası, 1953 tarihli daktilosu, diğer köşede kitaplığı, plakları,.. Hemen ileride camekânın içinde tıraş olurken kullandığı havlusu, tespihi, pijamaları, terliği, şapkası, evlilik cüzdanı... Her şey yerli yerinde. Müzenin açılışında heyecanla misafirleri karşılayan Nuriye Hanım'ın fotoğrafı da şimdi diğerleri arasında.

Ulusoy Travel

 

[email protected]

1