Otuz yıllık yazarlık hayatına on iki öykü kitabı, yirmi yedi roman yanında senaryolar, oyunlar sığdıran Orhan Kemal, Türk edebiyatının en üretken yazarlarından biridir. Bu üretkenliği elbette biraz da seçimiyle ilgilidir. O yazdıklarıyla ev geçindiren gazeteci-yazar kuşağındandır. Hayatı boyunca bu seçiminin hem avantajını hem de dezavantajını yaşamıştır. Yazarlığı meslek edinmenin yararı olarak çok yazmış, çok üretmiştir. Ama geçinmek zorunda olduğu için de “sürüm”den kazanma yoluna itilmiş, çoğaltmacılık tehlikesine sürüklenmiş, özensiz yazmak durumunda kalmıştır. Orhan Kemal hayatı boyunca ekmek peşinde koşmuş, eserlerinde de bu çabadaki insanları anlatmıştır. Irgatlar, memurlar, işsizler, hamallar, katipler, dilenciler, şoförler, çöpçüler, dondurmacılar, gardiyanlar, serseriler kısaca toplumun alt kesimi onun ilgi alanı olmuştur.
Orhan Kemal’de hayat ve sanat birbirinden ayrılmaz. O hep “hayat”ı sanata sokmaya çalışmıştır. Bu anlamda Türk öykücülüğüne kazandırdığı en somut katkı bu “hayat”lardır. Sonuna kadar hayata bağlı kalmış ve hep onu yansıtmıştır. Başarılı olduğu eserleri ise hayatın ve sanatın gerçeklerinin örtüştüğü yerler olmuştur. “Her hayat yazmaya değer mi ya da yazınca öykü olur mu” sorusunu kendine hiç soramamıştır. Çünkü bu onun üzerinde durduğu bir şey değildir. O sadece yazmıştır. İşçilik, katiplik, ırgatlık yapan, bireysel yaşantısı hep ekmek kavgasıyla geçmiş olan Orhan Kemal için yazmak, eni konu bir “Ekmek Kapısı”dır. Bu yüzden o kelimenin tam anlamıyla bir “yazı işçisi”dir ve yazarlık mesleğinde tutunmak zorundadır. Aslında o da bu aceleciliğin farkındadır: “Elime şöyle biraz para geçse, kira tencere derdi olmasa, bir de çocuklar okuyup kendilerini kurtarsalar, ilk işim bütün yazdıklarımı yeniden yazmak olacak.” Ama soğuk savaşın bu namuslu ümmisinin dönüp arkaya bakmaya zamanı olmamıştır. Yazmış, yazmıştır.
İlk öyküsünden son öyküsüne kadar neredeyse hep aynı yöntemi benimsemiştir. Öykülerini tümüyle gözlem ve tanıklığa yaslayan Orhan Kemal, gerçekçililik çizgisinde yürümüş ve açık, yalın bir anlatımı yeğlemiştir. Biçim, kurgu ve yenilik peşinde koşmamış, eserlerinde biçimden çok özü önemsemiştir. Döneminin sanatçı arkadaşlarının soyut, kapalı ve değişik biçimsel yönelimlerinin aksine, o hep bildiği “sadeliği” tercih etmiştir. Ama bunu bilinçli bir seçimden çok kaçınamayacağı bir “zorunluluk” olarak görmek daha doğrudur. Çünkü Nazım’ın deyişiyle “bu yarı aydının”, bu ümmi sanatçının, mevcut sanatsal birikimiyle bu “karmaşa”yı kavraması zordur. Onun ümmiliğinin imdadına ise gerçekçilik ve bulunduğu ideolojik konum yetişmiştir. Bu yüzden alaylı bir yazar olarak, bildiği, kavrayabildiği yoldan gitmiştir.
Onun öyküleri için söylenebilecek en yerinde yaklaşım “içtenlikli öyküler” olsa gerektir. Sonuna kadar yerli ve bu toprağın ürettiği bir yazar olarak çok iyi tanıdığı insanları öyküsüne taşımış, özellikle konu çeşitliği ve gözlem gücü ile Türk öykücülüğünde kalıcı bir imza olmayı başarmıştır.
Temalar
Orhan Kemal öykülerinde, evlerine ekmek getirmek için çırpınan işsiz babaları, bir çay parasına, bir sigaraya muhtaç yoksulları, işsizlikten fahişeliğe sürüklenen küçük kızları, işsizlikten korktukları için fazla çalışmaya, az paraya ve sıhhatsiz yiyeceklere razı olan işçileri, ailenin yoksulluğu yüzünden ne okuyabilen ne de mutlu olabilen çocukları, bulundukları ekonomik ortamdan sıçrama yapıp artist olmak isteyen genç kızları, kader mahkumu mahpusları ve gardiyanları, işsiz, güçsüz hayatta hiçbir tutamağı kalmamış delikanlıları, zenginleşmek için her yolu mubah gören üç kâğıtçıları, sömürücü patronları, çocuklarına ekmek alabilmek için bir başkasıyla yatmak zorunda kalan acılı anneleri, işinden kovulan memurları, işçileri, yoksulluktan doktora gidemeyen hastaları, çocuğuna para veremeyince müşterisini dolandırmaya kalkan arzuhalcileri kısaca hep yoksul, bir kenara itilmiş kimsesizleri yazmıştır.
O tüm bu kişileri, olayları anlatırken, insanî davranışları belirleyen tek faktörün “ekonomi” olduğu düşüncesinden hareket eder. Kahramanlar sürekli ekmek peşinde koşarlar. Ekonomik güçsüzlükler ailenin içine kadar yansır ve ilişkileri bozar. Ailenin yoksulluğu, çocuklarının da yoksulluğunu doğurur. İnsanlar geçinebilmek için çoluk çocuk çalışmak zorunda kalırlar. Bu yüzden de küçük yaşta okulu bırakıp bir işe girerler. Kadınlar kötü yola yine ekonomik zorluklar nedeniyle düşerler. Babaları meyhanelere sürükleyen, onlara yanlış yaptıran yine ekonomik nedenlerdir. Aile huzurunu, mutluluğunu bozan da aynı nedendir. Ailenin sosyal konumları sokaktaki çocuklar arasındaki ikili ilişkiyi bile belirler. (İnsan bu öyküleri okurken yoksulluk olmasa dünyada hiçbir kötülüğün olmayacağı zannına kapılır.) Ekonomik zorluklar kahramanları öylesine çaresiz bırakır ki hapishaneyi bile özlerler.
İnsanlar özünde iyidir ama toplumsal koşullar, yoksulluklar, ekonomik zorluklar onları yanlışa, kötüye sürükler. Örneğin kadınlar yoksulluk nedeniyle fahişe olurlar. Yoksa isteyerek yaptıkları bir şey değildir. Ekonomi sadece gündelik hayatta değil, metafizik dünyada da belirleyicidir. İnsan yoksulken Allah’ı hatırlamaz ama işleri yoluna koyunca, zengin olunca, ekonomik durumu düzelince dindarlaşır. Onun kahramanları sürekli işsizlik korkusu yaşarlar. Pek çok öyküsünde işini kaybeden insanların acılı hâllerini ve onların ruh durumlarını anlatır. Bütün bunların nedeni “bozuk düzen”dir. Özellikle namusuyla çalışan ama yine de ekmek parası kazanamayan dürüst insanlarla, zengin, üç kâğıtçı, işbilir, çıkarcı insanları karşı karşıya getirip “bozuk düzeni” açık eder. Bu yoksul insanlar ekonomik zorlukları yenmek için hep bir beklenti içindedirler. Ya piyango bileti çıkacak, ya artist olacaklar, ya da oğulları okuyup doktor olacak böylece bulundukları sefaletten kurtulacaklardır. Bu yoksulluklarını yenecek bir bilinçten yoksundurlar. Çoğu bozuk düzenin farkında bile değildir. Orhan Kemal öykülerinde, “fakirler iyi zenginler kötü” gibi kestirme bir varsayımdan hareket eder. Doğru dürüst çalışanlar, dürüst insanlar bozuk düzen nedeniyle hep yoksul kalmaya mahkûmdurlar. İşbilir, üçkâğıtçı kişiler ise zengindir. Aslında bu genelleme zaman zaman abartılı da olsa ülkemiz açısından yaşanan gerçeklerle örtüşür.
Orhan Kemal sanıldığının aksine öykülerini tümüyle bir ideolojinin doğrularına teslim etmez. Bir bozukluğu, düzensizliği tespit etmekle birlikte öyküde insanî olanı öne çıkarmaya çalışır. Ama bazen de yaşadığı atmosfere uygun olarak angaje bir sanatçı görünümü sergiler. Bunlardan biri “Grev” öyküsüdür. Grev tam anlamıyla politik bir öyküdür. İşçiler çalışma saatlerini on iki saatten sekiz saate inmesi için işi bırakırlar. Ama bu grev olayına ne patron ne de devlet yetkilileri hazırdır. Tam bir şaşkınlık içinde bu hareketin yaygınlaşması halinde ülkeye neye mal olacağını tartışırlar. Bunun gibi ideolojik bakışın baskın çıktığı öyküleri olmakla birlikte, tümüyle slogancı bir anlayışı benimsemez. Ama Orhan Kemal elbette bir sınıf öykücüsüdür. Buna kuşku yoktur. Ne var ki onun bizi yakalayan yanı ideolojik anlamda haklılığı değil, öykülerde sürekli parıldayan insan sevgisidir.
Biçim ve Dil
Orhan Kemal öykülerini klâsik diyebileceğimiz bir yöntemle yazar. Giriş gelişme, sonuç disiplinine sonuna kadar sadık, yalın, sarih bir anlatımı yeğler. Hiçbir yöntem arayışında değildir ve ilk öyküsünden son öyküsüne kadar aynı yöntemi kullanır. Modern öykünün gereklerinden olan sıkı örgü, dil özeni onun öykülerinde yoktur. Betimlemelere yer vermez. Düz bir anlatımı vardır. Biçimden çok öze önem verir. Bu yüzden de döneminin akımlarından uzak durmuştur. Öykülerini toplumcu gerçekçi bir çizgiye oturtan Orhan Kemal’de, şive, ağırlıklı bir yer tutar. Bazen öylesine ağdalı bir şive kullanır ki kimi kez konuşmalar/dil tümüyle bir bilmeceye dönüşür. Bu konudaki eleştirilere “Şive öykünmesini yazarın kendisi yapmıyor, kişileri yapıyor...” diyerek yazarın duruma müdahele etmemesi gerektiği savunmasını yapar. Oysa okur metni anlamadıktan sonra, bu dil ne kadar gerçekçi olursa olsun metne bir şey katmaz. Öte yandan eğer o konuşma, yazı katına yükselmiyorsa bir anlam ifade etmez. O konuşmaların bir disiplin içerisine girmesi şarttır. Orhan Kemal’in son öykülerinde ise şive tavrını biraz yumuşattığı gözlenir.
Öyküleri tümüyle diyaloglara yaslı olan Orhan Kemal, ağırlıklı olarak söyleşi tekniğini kullanır. Bunun da Orhan Kemal’deki gerçekçilik anlayışının bir uzantısı olduğu söylenebilir. Çünkü bu yöntemi çoğunlukla gözlemci gerçekçi ya da izlenimci yazarlarda görürüz. Bilindiği gibi söyleşi öykülerde ilk göze çarpan özellik, yazarın “edebiyat yapma” zorunda olmamasıdır. Sanatçının müdahalesi alt seviyededir. O ya soruları sorar ya da konuşulanlara bir mikrofon uzatır. Bu tarz, kahramanı direkt-aracısız tanıtmanın bir yoludur. Samimi, süslemesiz bir yapıyı gerektirdiği için de inandırıcılığı yüksektir. Karakter sağlam çizilirse kalıcı ve etkili olur. Dil özellikle diyaloglarda, gerçekçidir. Edebî değil, konuşma dilidir. Şive konusu da burada gündeme gelir. Toplumsal yapıyı sorgulayan yazarlar, bu tarzla “mesaj”larını aracısız hem de tüm çıplaklığıyla okura aktarmış olurlar. Orhan Kemal’in öyküde kendine biçtiği en önemli rol tanıklık ve aktarmadır. Söyleşi de böyle bir amaç için bütün imkânları bünyesinde taşır. Ona sadece seçme kalır. Hangi konuyu gündeme getirecek ve kimi seçecektir. Aradığı gerçeği nasıl olsa onlar söyleyecektir. Buradaki isabet amacın tam olarak gerçekleşmesini de sağlayacaktır. Hiç kuşkusuz karşılıklı konuşmanın yani söyleşinin öykü katına yükselmesi için, öykü formunun gereklerinin yerine getirilmesi, onun kurallarına uyulması gerekir. Orhan Kemal’in pek çok öyküsünün bu konuda sıkıntılı olduğunu söylemek mümkündür. Bu da elbette seçtiği yöntemle ilgilidir. Bu yöntemle ilgili olarak, “kişilerimin psikolojik durumlarını ben değil, bizzat kendilerine yaptırıyorum. Bunun için de konuşmanın diyalektiğine başvuruyorum,” diyen Orhan Kemal, zaman zaman yaptığı işin edebiyat olduğunu unutur. Çünkü bu yöntemin en büyük tehlikesi yazarı edebiyattan uzaklaştırıp gazeteciliğe sürüklemesidir.
Öykülerin Kaynakları
Panait İstrati, Maksim Gorki, Dostoyevski, Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali onun etkilendiği yazarların başında gelir. Öyküye başladığı 1940-50’ler düşünüldüğünde (kısıtlı çeviri ortamı ve dil bilmeyen Orhan Kemal) bu etkilenim gayet doğaldır. Özellikle ilk öykülerde Maksim Gorki adı sık sık geçer. Öykü anlayışı neredeyse hiç sapmasız başladığı gibi devam etmiştir diyebiliriz. Orhan Kemal’in sanat görüşlerini şekillendiren onu şiirden öyküye yönlendiren hapisane arkadaşı Nazım Hikmet olmuştur. Kendisinin de ifade ettiği gibi siyasi bilinci de Nazım Hikmet’in eseridir.
Onun öyküleriyle, aynı dünya görüşüne sahip olmaları açısından Sabahattin Ali öykücülüğü ve “küçük insan” yaklaşımları dolayısıyla da Sait Faik öykücülüğü arasında bir yakınlık/akrabalık kurmak mümkünse de bu yakınlık tümüyle yanıltıcıdır.
Orhan Kemal ile Sabahattin Ali dünya görüşü yakınlığına karşın ortaya koydukları ürünler açısından birbirinden oldukça uzaktırlar. S. Ali’nin öyküleri, (ele aldığı konunun sosyolojik, tarihsel, toplumsal arka planını iyi bildiği için) Orhan Kemal’in öykülerine göre çok daha sağlam ve donanımlıdır. Orhan Kemal’in öyküleri ise daha yüzeyseldir. Kuşkusuz bu fark, biçim, kurgu ve dil yetkinliği hesaba katıldığında daha da derinleşir. Bu yüzden bu iki yazarın dünya görüşlerindeki paralelliğe karşın, ortaya koydukları tümüyle birbirinden farklıdır.
Orhan Kemal’in öyküleri “küçük insan” yaklaşımı açısından Sait Faik’e yaklaşırsa da özde tümüyle ayrılırlar. Sait Faik de küçük insanın ekonomik zorluklarını anlatır ama hümanizme yaslı yaşama coşkusu ile bu olumsuzluğu olumlu bir atmosfere taşır. Orhan Kemal’de ise bu bir “bozuk düzen” teşhisi olarak kalır. Sait Faik bozuk düzeni görmezden gelmez ama o daha çok insanı yaşatan dinamikleri öne çıkarmaya çalışır. Orhan Kemal bu bunaltıyla okuru başbaşa bırakır. Problemin okurda devam etmesini ister. Bu yaklaşım da pek çok hayatın çıplak gerçeklik olarak kalıp sanat katına yükselmemesi sonucunu doğurur. Bu yüzden Sait Faik bir gün Orhan Kemal’e “senin imajisazyonun yok” der. Söylemek istediği tam da budur.
Gerçekçilik
Orhan Kemal, Türk öykücülüğündeki “gerçekçilik” akımın en önemli temsilcilerinden biridir. Gerçekçilik akımının belli başlı özelliklerini, yaşanan olaylara, güncele, gündeme sıkı sıkıya bağlılık ve gözlemcilik, aktarmacılık olarak izah edebiliriz. Öyküler, çevremizde sürekli tanıklık ettiğimiz, gazetelerde okuduğumuz, televizyonda seyrettiğimiz yaşanmışlıklara yaslıdır. Anlatılanlar, okurun hep bildiği, gördüğü, tanıklık ettiği olaylar, durumlardır. Her zaman hayata değen bir yanları vardır. Ana temalar, toplumsal değişim, sınıfsal çatışmalar, yanlışlıklar, haksızlıklar, sömürü gibi gerek ideolojik gerekse yaşanan güncel gerçekliklerdir. Ülkede yaşanan tüm eksiklikler, yanlışlıklar bu tür öykülerde gündeme getirilir. Yazar “taraftır” ve öyküler bir doğrunun, bir görüşün okura iletilmesi fonksiyonunu üstlenir.
Orhan Kemal gerçekçilik akımının uygulayıcısı olarak öncelikle hayatı anlatır. Onun öyküleri yaşanan âna, yaşanmışlıklara, sıkı sıkıya bağlıdır. Hayatın herhangi bir ânında yakalanan bir kare ve o karenin ağır çekimde oynatılmasıyla ortaya çıkan olaylar, durumlar. Bir portre, bir çevre. Bir tramvayda aynen böyle oldu. Çocuk oltasını denize aynen böyle salladı ve bana bunları anlattı. Patron, işçi, işsizlik… Çevreye, o ânki zihni birikimlere sıkı sıkıya bağlı bir gerçeklik.
Bu akıma yöneltilen eleştiriler aynı şekilde Orhan Kemal’in öyküleri için de geçerlidir. Burada genelde “biçimden çok öz önemlidir” ve öyküde bir doğrunun okura iletilmesi amaçlanır. Estetik çaba, öykü sanatının gerekleri, biçim-kurgu ustalığı öncelikli amaç değildir. Zihin verilecek mesaja ayarlı olduğu için, biçimsel kaygılar fazla hesaba katılmaz. Öykülerde “nasıl” anlatıldığından çok, “ne” anlatıldığı önemlidir. Orhan Kemal’in öykülerinde biçimin neredeyse hiçbir önemi yoktur. Öykü anlatılan şeye, konuya odaklanmıştır. Bu da öykülerin temel bir eksikliği olarak öne çıkar.
Onun öykülerine biçimsel anlamda yapılabilecek diğer bir eleştiri de fotoğrafik gerçeklik anlayışıdır. O öykülerinde genelde sadece bir tespitte bulunur. Oysa bir sanatçının görevi sadece hayatı yansıtmak değil, onu çoğaltmak, üretmek olmalıdır. Tespitse kendi başına hiçbir şeydir. Yazar, o fotoğrafı öyle seçmeli ve sunmalıdır ki, biz o görüntünün arkasında görülmeyeni görebilmeli, okuyabilmeliyiz. Bu anlamda hayat/gerçeklik sanatın kendisi değil, ancak ve ancak malzemesidir. Yani öykü, yaşanan gerçekliği bir başka gerçeklikle aşma, anlam alanını genişletme, derinleştirme ve ebedileştirme girişimidir. Gündelik gerçeklerden kalıcı doğrular üretmektir. Orhan Kemal’in seçimi ise daha çok fotoğrafik gerçekçilik yönündedir.
Orhan Kemal’in 1960’larda, 70’lerde çok popüler olup 90’lardan sonra unutulmaya terk edilişin arkasında da işte bu seçimi (gerçekçilik) yatmaktadır. O gerçekçiliğin en gözde olduğu dönemlerde öyküler yazmış, çok okunmuş, takdir görmüştür. Ama özellikle reel sosyalizmin gözden düşüşüyle birlikte onun öyküleri de gözden düşmüştür. Çünkü artık onun gündeme getirdiği insanları savunan ideoloji güçsüzdür.
Orhan Kemal, çok ama özensiz yazmış, öykü estetiğini yeterince gözetmemiştir. Özü çok fazla önemsemiş, öykü sanatının yeniliklerini izleyememiştir. Ne var ki artık edebiyattan/sanattan çoktan dışlanmış insanları gündeme getirmesiyle, Türk öykücülüğünün sokağa açılan penceresi olmuştur. Bu anlamda öykülerinin hayata değen yanıyla Türk öykücülüğünde atlanmaması gereken bir öykücü olmayı başarmıştır.
NECİP TOSUN
SOKAĞA AÇILAN PENCERE YA DA KIRIK HAYATLAR: ORHAN KEMAL ÖYKÜCÜLÜĞÜ
HECE, SAYI: 103