BİR TOPLUMUN
AYNASI; ORHAN KEMAL
1938 yılında “Maksim
Gorki ve Nazım
Hikmet kitapları
okumak”, dolayısıyla
da “düzene isyan”
suçundan Bursa
Hapishanesi’nin
52’inci koğuşuna
düşmeseydi yolu,
Türk edebiyatımızdan
bir Orhan Kemal
geçer miydi acaba?
52’inci koğuş deyip
de geçmeyin! O
koğuş, Nazım
Hikmet’in koğuşudur.
Kemal Tahir,
Sabahattin Âli gibi
iki büyük yazarın ve
İbrahim Balaban gibi
bir ressamın da
yetiştiği o koğuş,
bir edebiyat
okuludur aslında.
Orhan Kemal de o
okulun son
öğrencisidir.
Asıl adı Mehmet
Raşit Öğütçü’dür.
1’ici Dünya
Savaşı’nın başladığı
1914 yılının 15
Eylül’ünde Adana’da
doğar. Avukat olan
babası Abdülkadir
Bey, ilk Büyük
millet Meclisi’ne
Kastamonu mebusu
seçilir ve Adalet
Bakanlığı’na
getirilir. Genç
Türkiye
Cumhuriyeti’nin çok
partili rejime
geçmek için ilk
denemelerinin
yapıldığı bu yıllar
sıkıntılıdır ve bu
sıkıntılar
Abdülkadir Bey’i de
etkiler. Neredeyse
tüm istiklal
mahkemelerinde
yargılanır. 1930
yılında olan
bitenden ötürü
yaşadığı öldürülme
korkusuyla Beyrut’a
kaçmak zorunda
kalır. Yanında o
sıralarda bir
ortaokul öğrencisi
olan oğlu da vardır.
Öğrenimini yarıda
bırakmak zorunda
kalan Orhan Kemal,
burada matbaa
işçiliği ve
bulaşıkçılık yapar.
Orhan Kemal o
yıllarını kendi
kaleminden şöyle
anlatır;
“Beyrut’ta
Fıstıklı tarafında
oturuyorduk. Lübnan
tebaası olmadığımız
için, babama
avukatlık
yaptırmıyorlardı.
Babam da annemin
bileziklerini
bozdurdu, on altın
lira sermayeyle,
Burç Meydanı’na
çıkan aralıklardan
birisinde, yüksek
bir apartmanın
altında, küçük bir
lokanta açtı. Babam
lokantaya pek
uğramazdı. Yemekleri
Süreyya adında bir
Türk mültecisi
pişirir, Niyazi’yle
ben de lokantanın
garsonluğuyla
bulaşıkçılığını
yapardık. On yedi
yasındaydım ve
hayatimin bu
tarzından çok
memnundum. Memleket,
futbol, Cin Memet ve
ötekiler silinmişti.
Ortalık yeni yeni
ağarmaya baslarken,
Niyazi’yle birlikte
evden çıkardık. O
saatte Beyrut’un
yeşil tramvayları
bile seyrek islerdi.
Yalnız isçiler, o,
dünyanın her
tarafında, herkesten
az uyuyan, kadınlı
erkekli çoluklu
çocuklu kalabalık,
onlar kümeler
halinde ve yollarda
olurlardı. Aralarına
katılırdık... Tıpkı
onlar gibi,
ceketlerimiz
omuzlarımızda,
onların bastıkları
parkelere basmak
gururu içinde, is
güç sahibi
insanlardık.”
1932 yılında
Adana’ya dönen Orhan
Kemal, buradaki Mili
Mensucat
fabrikasında işçilik
ve katiplik yapar.
Birkaç yıl sonra ise
fabrikadaki
işçilerden biri olan
Nuriye Hanım ile
evlenir. Gerek
Beyrut’taki
birikimleri, gerekse
de fabrikadaki
işçilerle olan
kopmaz bağı,
ilerideki edebiyat
yaşamının tamamına
yön verecektir.
Niğde’de askerliğini
yaparken, 1938
yılında tutuklanır.
Tutuklanma gerekçesi
ise “Maksim Gorki ve
Nazım Hikmet
kitapları okumak”
ile “yabancı
rejimler lehine
propaganda yapmak ve
isyana muharrik”tir.
Ve böylelikle uğruna
hapis yattığı Nazım
ile can yoldaşlığı
yapacağı 5 yıllık
mahkumiyeti başlar.
Kayseri ve Adana
cezaevlerinin
ardından gittiği
Bursa
Hapishanesi’nde 1940
yılında tanışır
Orhan Kemal Nazım
Hikmet ile. Cezaevi
müdürünün odasındaki
tanışma anını ise
şöyle anlatır;
Müdürün oda
kapısında çevik bir
gıcırtı, kapı
açıldı. Nefesimi
kesmiş, gözlerimi
kısmıştım. Bir
heykel sükunu
içinde, azametli bir
mermer heykel
bekliyordum. Bir an
yüz yüze geliyoruz,
sonra göz göze… Mavi
mavi gülüyordu. Bu
gülüş muhakkak ki
bir çocuğu
hatırlatıyor. Temiz,
taze, sıhhatli ve
dost! Bir lahza
şaşkın, bekledi.
Galiba ne yapması
lazım geldiğini
ölçtü, yahut tanış
bir yüz aradı. Sonra
gözüne Necati ilişti
herhalde, ona doğru
yürümeye
hazırlanırken,
Necati ona doğru
koştu ve beni
tanıttı. El
sıkıştık.
Ayaklarının
topuklarını hazır
oldaki bir er gibi
birleştirerek,
kendisini teşrifata
zorladığı aşikar bir
tarzda gülümseyerek:
-‘Ben Nazım Hikmet’
dedi.”
Buradaki su götürmez
gerçek, Nazım’ın
Orhan Kemal’in
edebiyat yaşamına
yön vermiş
olmasıdır. O zamana
kadar şiir üzerine
çalışmalar yapan
Orhan Kemal’i düz
yazıya ve öykücülüğe
yönlendiren
Nazım’dır. Üstelik
sadece edebi olarak
yönlendirmekle de
kalmaz Orhan
Kemal’i, ona
Fransızca, edebiyat,
felsefe ve siyaset
dersleri verir.
Orhan Kemal, büyük
bir hevesle
şiirlerini ilk
olarak okuttuğu
zaman Nazım’a,
“berbat” yanıtını
alır. Buna rağmen
Nazım, Orhan
Kemal’in henüz
yazmaya başladığı
bir romanın girişini
okuduğunda,
heyecanla yanına
koşar ve bunu onun
yazıp yazmadığını
sorar. Orhan Kemal,
utangaç bir şekilde
onayladığında da
“Üstadım, sen roman
yaz, hikaye yaz!
Şiirden vazgeç!”
öğüdünü alır.
Yazın serüveni
böylece başlar ve
ilk yazılarını Orhan
Raşit takma adını
kullanır. İkdam
gazetesinde 1942
yılında yazdığı
“Asma Çubuğu” adlı
öyküde ise ilk kez
Orhan Kemal imzasını
atar. Bir yıl sonra
tahliye olduğunda
Adana’ya dönerek
çeşitli işlerde
çalışır, hamallık ve
amelelik yapar.
Yaşamı sürüyordur,
ancak ne Bursa
Hapishanesi’ni ne de
Nazım Hikmet’i
unutabilecektir. Bu
sıralarda doğan ilk
çocuğuna da Nazım
adını verir. Artık
iyiden iyiye kalemi
ile para kazanmaya
başlamıştır.
Adana’daki çeşitli
derneklerin tüm
yazım işlerini o
yürütüyordur. Ta ki
Demokrat Parti
iktidarına kadar.
1950 yılında tüm bu
işlerine birdenbire
son verilir.
İstanbul’a göçmesine
bir türlü izin
vermeyen babası da
ölünce, daha fazla
kalmaz Adana’da.
Ailesiyle birlikte
İstanbul’a gelirler
ve geçimini
kitaplarıyla
kazanmaya başlar.
Aslında Rus yazar
Dostoyevski ile
benzeştirilen yönü
de budur; ikisinin
de para kazanmak
için yazması. Buna
rağmen sürekli bir
ekonomik buhranla
geçer ömrü. “Kardeş
Payı” adlı öyküsüyle
1958 yılında “Sait
Faik Roman Ödülü”nü
kazanır. Artık edebi
çevrelerde iyiden
iyiye tanınmaya
başlamıştır. 1966’da
bir ihbar üzerine
“hücre çalışması ve
komünizm
propagandası”
yaptığı gerekçesiyle
iki arkadaşı ile
birlikte tutuklanır.
Kısa bir süre sonra
ise suç teşkil
edecek bir durum
olmadığı
gerekçesiyle serbest
bırakılır. Orhan
Kemal’in “72. Koğuş”
adlı oyunu, 1967
yılında Ankara Sanat
Tiyatrosu tarafından
sahnelenerek, aynı
yıl kendisine en iyi
oyun yazarı ödülü
verilir. 1970
yılında Bulgar
Yazarlar Birliği’nin
daveti üzerine
Sofya’ya gider ve
rahatsızlanarak
hastaneye
kaldırılır. 2
Haziran 1970
yılında, yurdundan
uzakta yitirir
yaşamını.
Orhan Kemal, 2’inci
Dünya Savaşı’nın o
kara bulutlarını
Türkiye üzerine de
saldığı yıllarda
girdi edebiyat
dünyamıza. O
yıllarda toplumcu
çizgisiyle ön plana
çıkan Sabahattin
Âli’nin yanında yer
alarak, bu çizgiyi
ilerletti.
Her gün otobüste
karşılaştığımız,
kaldırımda yürürken
gülümsediğimiz,
işyerinde omuz
verdiğimiz ya da
gazete sayfalarında
okuduğumuz gözlerin
yazarıydı Orhan
Kemal. Kimi
çevrelerce
anılarının
ağırlığından
kurtulamamış
olmasıyla
eleştirildi kimi
zaman eserleri. Oysa
Orhan Kemal’in
yaptığı, sıradan
yaşamları
sözcüklerle
farklılaştırmaktı.
Olmayan bir şeyi
yazmadı, kurgu
yapmadı, abartmadı…
“Ekmek kavgası,
kavgaların en
zorudur” dedi
örneğin. Yeni bir
şey de değildi bu
söylediği. Sadece
bilinen bir
gerçeğin, yüzümüze
vurulan yumruğudur.
Öykülerinin
birçoğunda tema
olarak “ekonomi”yi
seçer kendisine.
Neredeyse bütün
öykülerinde ekmek
peşinde koşan
karakterleri
kahramanlaştırır.
Öykülerindeki huzuru
ve ritmi bozulmuş
aileleri bu hale
getiren
yoksulluktur.
Babalara içki
içiren, yanlış
yollara sürükleyen
de yoksulluktur,
kadınları yanlış
yollara sürükleyen
de… Öykülerindeki
çocuklar da
yoksulluk nedeniyle
okulu bırakmış,
çalışmak zorunda
kalmışlardır. Pek
çok kahramanı işini
kaybetme korkusuyla
ya da işsizlikle
karşı karşıyadır.
Kısacası,
yapıtlarında
Türkiye’nin “bozuk
düzen”ini resmeder.
Kendi halinde,
namuslu, dürüst,
çalışkan insanlar
bir tarafta;
üçkağıtçı, işbilir
ve zengin insanlar
diğer taraftadır.
Geçimini
Çukurova’nın
bereketli
topraklarından
sağlamaya çalışan
köylüler de onun
kahramanlarıdır.
Başarısının sırrı
ise diyaloglarındaki
sarsıcı gerçeklik ve
sağlam karakterleri
arasındaki bağdır.
Yazı başı çalışan
bir yazı işçisi olan
Orhan Kemal,
yaşamını ve sanatını
birbirinden
ayırmadan, sanatın
içine yaşamı sokarak
bir ömrü geçirdi.
Yaşama kaygısıyla o
kadar çok yazmıştır
ki, o da bu
aceleciliğinin
farkındadır ve dönüp
arkasına bakma şansı
olmasa da yeniden
başlamayı istemiştir
hep; “Elime şöyle
biraz para geçse,
kira tencere derdi
olmasa, bir de
çocuklar okuyup
kendilerini
kurtarsalar, ilk
işim bütün
yazdıklarımı yeniden
yazmak olacak.”
Orhan Kemal için
söylenebilecek en
önemli şey, Türk
edebiyatının en
içtenlikli yazarı
olduğu. Nazım
Hikmet’in deyişiyle
bu “yarı aydın”
Anadolulu, Türk
insanının
yaşayışından
beslenmiş ve öykü
dünyasına çakılı bir
yıldız olmayı
başarmıştır.
|