|
Orhan
Kemal'i
okurken
Herkesin bir
okuma tarzı
vardır.
Benimki de
bir türlü.
Bazan üç,
beş kitabı
aynı zaman
diliminde
okuduğum
oluyor. Bu,
belki de,
uzun
öğrencilik
yıllarından
kalma bir
alışkanlık.
Öğrenci,
zamanının
tümünü
yalnızca bir
kitaba verme
"lüksünden"
yoksundur.
O, tarih
okurken,
coğrafya
okumaya,
aynı anda
matematik
çalışmaya ve
hemen
arkasından
edebiyata
ilişkin
okumasını
sürdürmeye
mecburdur.
Şimdi ben,
aynı okuma
"düzenini"
sürdürüyorum.
Bir romanı
veya bir
şiir
kitabını
okurken, bir
yandan da,
faraza
sosyoloji
ile siyasa
ile veya
tarihle
ilgili bir
kitabı da
okumayı aynı
zaman
dilimine
sığıştırıyorum.
Böyle
zamanlarda
bir deneme
veya anı
kitabı
zihinsel
ferahlama
için bana en
uygun
armağan
olur. Orhan
Kemal'in
yakınlarda
yayımlanan
Yazmak
Doludizgin
adındaki
günlüklerinin
ve
şiirlerinin
toplandığı
kitabı da,
şu sıralar,
böylesi
zihinsel
ferahlama
fırsatı
sunan
kitaplardan
biri oldu
bana.
Elbette
"zihinsel
ferahlama"
derken,
kişisel
olarak benim
içinde
bulunduğum
somut duruma
göndermede
bulunuyorum,
yoksa Orhan
Kemal'in
yazdıklarının
ferahlık
verdiğini
söylemek
istemiyorum.
Nasıl
söyleyebilirim
ki, bu
anılar,
yazarın en
sıkıntılı
günlerinden,
hapisane
günlerinden
söz açıyor.
Geçirilen
sıkıntıların
yoğunluğunu
insan ancak
empati
yoluyla
tahayyül
edebilir.
Günlüklerinin
bir yerinde,
kendisiyle
Nazım Hikmet
arasındaki
ilişkinin
üstad/çömez
ilişkisi
olabileceğini
ifade
ediyor.
Ondan çok
şey
öğrendiğini
anlatıyor.
İşte
günlüklerin
birinde,
hapisanenin
"küçük
burjuva"
tiplerinden
birinin
(kâtip,
tahsildar
kılıklı
birinin)
Nazım
Hikmet'e
insandan
anlamadığını,
insan
seçmesini
bilmediğini
söylemesine
rağmen,
Orhan Kemal,
gözünde en
büyük şair,
en büyük
yazar olarak
beliren
Nazım
Hikmet'in
bir bakıma
bir itham
niteliğinde
olan bu
iddia
karşısında
susmasını
isyanla
karşılıyor.
Fakat onun
yerine cevap
vermeyi de
üstüne
vazife
bilmiyor,
çünkü cevap
vermek
gerekecekse
bu işi
"Nazım"ın,
kendisinden
çok daha iyi
yapmaya
muktedir
olduğunu
düşünüyor.
Ben, işte,
Orhan
Kemal'in,
bu, bir anda
okunup
geçilebilecek,
üstünde
durulmayacak
minicik
ayrıntısının,
aslında ne
denli önemli
olduğuna
takılıyorum.
Buna benzer
durumlarla
karşılaştığında
Necip
Fazıl'ın da
nasıl bir
tavır
takındığını
biliyorum.
Bazan öyle
durumlar
vaki olurdu
ki, Necip
Fazıl gibi
bir
hazırcevap
üsdadı bile
söyleyecek
bir şey
bulmakta
güçlük
çekerdi. Bir
iki kişinin
adını
zikrederek
onların bazı
beyanlarının
kendisini
"kamaştırdığını"
söylerdi. O
durumları
takdir etmek
gerekiyor.
Öyle
durumlarda,
muhatabına
ne cevap
versen
boştur,
tıpkı cevap
vermemenin
boşluğu
ölçüsünde..
Bu
durumlarda
susmanın
sineye çekme
anlamını
taşımadığını
bilmek
gerekiyor.
Susmakla
sineye
çekmiyorsun,
ancak cevap
vermekle de,
lüzumsuz bir
beyanın
manâsız
münakaşasına
girişmek
gibi bir
abesin içine
düşme
tehlikesi
içinde
bulunuyorsun.
Öyleyse
hangisini
tercih
edeceksin?
Kendi
payıma,
böyle
durumlarda,
sanıyorum
ben hep
susmadan
yana
oluyorum.
Çünkü abesi
tartışmanın
abesliğine
düşmektense,
ahmağı nesne
yerine
koymak
yeğdir
diyorum.
|
|
|
|
|
|
|
|
|