Ana Sayfa

Yenişafak - Rasim Özdenören - 13 haziran 2002

 

Orhan Kemal'i okurken

Herkesin bir okuma tarzı vardır. Benimki de bir türlü. Bazan üç, beş kitabı aynı zaman diliminde okuduğum oluyor. Bu, belki de, uzun öğrencilik yıllarından kalma bir alışkanlık. Öğrenci, zamanının tümünü yalnızca bir kitaba verme "lüksünden" yoksundur. O, tarih okurken, coğrafya okumaya, aynı anda matematik çalışmaya ve hemen arkasından edebiyata ilişkin okumasını sürdürmeye mecburdur. Şimdi ben, aynı okuma "düzenini" sürdürüyorum. Bir romanı veya bir şiir kitabını okurken, bir yandan da, faraza sosyoloji ile siyasa ile veya tarihle ilgili bir kitabı da okumayı aynı zaman dilimine sığıştırıyorum. Böyle zamanlarda bir deneme veya anı kitabı zihinsel ferahlama için bana en uygun armağan olur. Orhan Kemal'in yakınlarda yayımlanan Yazmak Doludizgin adındaki günlüklerinin ve şiirlerinin toplandığı kitabı da, şu sıralar, böylesi zihinsel ferahlama fırsatı sunan kitaplardan biri oldu bana. Elbette "zihinsel ferahlama" derken, kişisel olarak benim içinde bulunduğum somut duruma göndermede bulunuyorum, yoksa Orhan Kemal'in yazdıklarının ferahlık verdiğini söylemek istemiyorum. Nasıl söyleyebilirim ki, bu anılar, yazarın en sıkıntılı günlerinden, hapisane günlerinden söz açıyor. Geçirilen sıkıntıların yoğunluğunu insan ancak empati yoluyla tahayyül edebilir. Günlüklerinin bir yerinde, kendisiyle Nazım Hikmet arasındaki ilişkinin üstad/çömez ilişkisi olabileceğini ifade ediyor. Ondan çok şey öğrendiğini anlatıyor.

İşte günlüklerin birinde, hapisanenin "küçük burjuva" tiplerinden birinin (kâtip, tahsildar kılıklı birinin) Nazım Hikmet'e insandan anlamadığını, insan seçmesini bilmediğini söylemesine rağmen, Orhan Kemal, gözünde en büyük şair, en büyük yazar olarak beliren Nazım Hikmet'in bir bakıma bir itham niteliğinde olan bu iddia karşısında susmasını isyanla karşılıyor. Fakat onun yerine cevap vermeyi de üstüne vazife bilmiyor, çünkü cevap vermek gerekecekse bu işi "Nazım"ın, kendisinden çok daha iyi yapmaya muktedir olduğunu düşünüyor. Ben, işte, Orhan Kemal'in, bu, bir anda okunup geçilebilecek, üstünde durulmayacak minicik ayrıntısının, aslında ne denli önemli olduğuna takılıyorum. Buna benzer durumlarla karşılaştığında Necip Fazıl'ın da nasıl bir tavır takındığını biliyorum. Bazan öyle durumlar vaki olurdu ki, Necip Fazıl gibi bir hazırcevap üsdadı bile söyleyecek bir şey bulmakta güçlük çekerdi. Bir iki kişinin adını zikrederek onların bazı beyanlarının kendisini "kamaştırdığını" söylerdi. O durumları takdir etmek gerekiyor. Öyle durumlarda, muhatabına ne cevap versen boştur, tıpkı cevap vermemenin boşluğu ölçüsünde..

Bu durumlarda susmanın sineye çekme anlamını taşımadığını bilmek gerekiyor. Susmakla sineye çekmiyorsun, ancak cevap vermekle de, lüzumsuz bir beyanın manâsız münakaşasına girişmek gibi bir abesin içine düşme tehlikesi içinde bulunuyorsun. Öyleyse hangisini tercih edeceksin? Kendi payıma, böyle durumlarda, sanıyorum ben hep susmadan yana oluyorum. Çünkü abesi tartışmanın abesliğine düşmektense, ahmağı nesne yerine koymak yeğdir diyorum.

 

 



 

 

 


[email protected]

1