Ana Sayfa

Uslup.org - Resul Özdemirci  - 20.01.2008

 

Pazartesi Öyküsü, Çalışma Yaşamı



Anlattığı bütün sıradan hikayeler gibi, Pazartesi öyküsü de Orhan Kemal’in bizi şahit tuttuğu sıradan bir yaşamı canlandırır gözümüzde. Okumaya başlarken, Orhan Kemal bunun neresinden öykü çıkaracak diye zihnimize bir bunaltı çöker. Her gün gördüğümüz, yüz yüze geldiğimiz hadiselerin bir benzerini niye öykü olarak okuyalım, diye düşünürüz. Oysa çok aşina olduğumuz bu sıradanlıklar, yaşamın özünü ve açıklayıcılığını içinde taşıyor oluşuyla, olayı kanıksadığımız anda görünmez olur. Orhan Kemal öyküleri, “kör gözüm parmağına” tavındadır. Ne diyebiliriz ki, "bizi bize anlatma"da üstüne yok. Her anlattığından; kendimizi görerek ve anlayarak 'bir dünya' çıkarabiliriz.

Pazartesi öyküsünde, çalışma yaşamından çoğu insana tanıdık bir kesit, karşımıza çıkar. Öykü, bir patronla ve işçinin dalaşından (daha doğrusu, patronun işçiye dalaşması) şekillenir. "Hiçbir sebep yokken öyküdeki adamcağızın rahatsız edilmesi nedendir" demeden, meseleyi daha iyi anlamak için öyküden sonuçlar çıkarmaya çalışalım;

Birincisi, tarih boyunca burjuva sınıfı kadar 'mal' ve 'para'yla beraber anılmayı hak eden bir sınıf çıkmamıştır. Karşılığında para verdiği her şeyi, kendi malıymış gibi görür. Verdiği emeği karşılığında para alan işçiyi, insan olarak "satın aldığını" zanneder. Kendine ait zannettiği bu insana (ona göre mala) diğer mallarına davrandığı gibi davranabilir. Öyle ki; sinirlenip masaya vurduğu gibi, bir işçiye bağırabilir de.

İkincisi, bir patrona göre paranın "doğal sahibi" kendisidir. Bütün parayı tek başına kazandığını düşünür. Mesela; İşçinin bir aylık maaşını bir gecede harcayabilirken, işçiye verdiği maaş gözünde büyür. Öyküde anlatılan olay da bu minvaldedir. Patron, çalıştırdığı herkesi fazlalık olarak görür. Ona göre; her işçi, kendisine ait olan paradan pay koparan bir varlıktır. Eğer ücret artışı talebi varsa, zaten fazla olan ücretin (kendisine göre) niye artması gerektiğini anlayamaz ki bunu anlayacak his ve zekaya da sahip değildir aslında. Küfür, bu talepten daha makbuldür. Ücretini ödediği saatlerin boşa geçmesine tahammül edemez. Çalışıyor gibi görünmeyi bile, çalışmamaya yeğler. Bundan hareketle, en anlamsız öğün, öğle yemeğidir mesela.

Üçüncüsü, işçinin yaptığı hiçbir şeye "minnet" duymaz. Yaptığı her yararlılık, işçinin zaten görevidir. Onun gözünde, minnet duyması gereken yine işçilerdir . İşçiye verdiği parayla işçinin emeği arasındaki bağı hissedemez. “Ekmek vermek” gibi anlamsız bir tabirin kaynağı, bu düşünce olsa gerek...

Dördüncüsü, patronun bakış açısından işçiler, "ayrı bir sınıftır”. İşçilerin, arkasından hep bir şeyler çevirdiğini ya da onun hakkında ileri geri konuştuklarını düşünüp vesveseye kapılır ve bu vesveseyi hiç bırakmaz. Onları "bir sınıf" olarak görmesine rağmen, her çalışana diğerinden farkını hep hatırlatır. Fark yoksa bile "öyleymiş gibi" hissettirir. Kendi iradesi dışındaki ortak davranışların olmaması için, her şeyi yapar. Sürekli olarak “hepimiz aynı gemideyiz” gibi mantıksız cümleler sarf eder ancak "aynı gemi"nin olumlu sonuçlarından tek başına yararlanır.

Beşincisi, en katı hiyerarşi, sermaye hiyerarşisidir. Parasal güç hiyerarşisinin değişmesi, çok zordur. Buna rağmen en temel felsefesi; “en zenginin en yetenekli” olduğudur . Mesela; Para sahibi olmayı -hiç de alakası yokken- kendi yeteneğine bağlar. Kendisine fayda sağlamayacaksa, çalışanların yeteneklerini kıskanır ve istemez. Bu tür yetenekler karşısında; paralı olduğu ve paranın her şeyden üstün olduğu fikrini kendine hatırlatarak, rahatlamaya çalışır.

Bütün bu söylediklerimiz, bir öykünün içinden çıktığı gibi, "sıradan" bir yaşamdan ve gözlemden de çıkarılabilir. Demek ki sıradanlığın içinden dünya anlaşılabilir ve oradan bir dünya kurulabilir. Mesele, sıradanlığa nereden baktığımız ve ne seçtiğimizle ilgilidir...

Resul ÖZDEMİRCİ


 


[email protected]