Aylin Dinç
1914 Eylülünde Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğan ve 1970 Haziranında yaşamını yitiren Orhan Kemal’in asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü’dür. Yazar, 1950 yılından sonra yazdığı şiirlerde ve öykülerde Orhan Kemal ismini kullanmaya başlamıştır. Ahali Cumhuriyet Fırkasının kurucularından olan babasının 1930’da baskılar yüzünden Suriye’ye göç etmesi üzerine, Orhan Kemal ortaokul son sınıfta öğrenimini yarıda bırakıp Suriye’ye giderek bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yapmıştır. Bir yıl sonra tekrar Türkiye’ye dönerek Adana’da çırçır fabrikalarında işçilik ve kâtiplik yapmıştır. Bu yıllardaki birikimleri, ilerde romanlarına hayat verecektir.
Orhan Kemal, 1938’de Niğde’de askerliğini yaparken “Maksim Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okumak”, “komünizm propagandası yapmak” suçundan 5 yıl hapis cezasına çarptırılır. Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde yatar. 1940’ta Bursa Cezaevinde Nâzım Hikmet’le tanışması ve onun görüşlerinden etkilenmesi, yaşamının ve yazarlığının dönüm noktası olur
Öykü ve romanlarında işlediği konular çoğunlukla işçilerin gündelik yaşamları, çaresizlikleri, hayalleri üzerine kurulmuştur. Kahramanlar çoğunlukla sömürülen, yoksul insanlardan seçilmiştir. Yazar, 1950’li yıllardan sonra değişmeye başlayan Türkiye’nin çehresini, insanlardaki değişimleri, güçlü bir gözlem gücüyle, özgün ve yalın bir anlatımla kaleme almıştır. O dönemde neredeyse bütün temel ihtiyaç maddelerini kapsayan karaborsa ekonomisini, rüşvetçi memurları, yolsuzlukları romanlarında açık bir şekilde görmek mümkündür.
Romanlarında öne çıkan temalardan biri de, sınıf bilincine sahip olmayan, mücadele etmeyi bilmeyen işçilerin kısa yoldan zengin olma, ne pahasına olursa olsun köşeyi dönme, “seçkin” bir iş sahibi olmak için devlete kapağı atma hayalleridir. Genç kızların yaşlı ama zengin bir adamla evlendirilmesi, oğulların bir zenginin kızını kandırması sıkça kurulan hayaller arasındadır. Örneğin “Devlet Kuşu” romanı bu hayal üzerine kurgulanmıştır. Romandaki karakterler o kadar gerçekçidir ki, roman 1940’lı yılların sonlarında yazılmış olmasına rağmen karakterlerin çoğuna bugün de kolaylıkla rastlanabilmektedir.
Burjuvazi ya da küçük-burjuvazinin açgözlülüğünü, zorla ele geçirme tutkusunu da görüyoruz Orhan Kemal romanlarında. Örneğin “Devlet Kuşu” romanındaki Zülfikar Bey, o dönem koşullarında ortaya çıkmış zenginlerdendir. Görevi kötüye kullanmayla, eldeki parayı faizlerle çoğaltmayla, karaborsaya yatırımlarla elde edilmiş bir zenginlik. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında otomobil lastiğinden şekere, çivi, nal, kalay, demirden kahveye akla ne gelirse ancak karaborsadan temin edilebiliyordu. Ve karaborsa piyasası Zülfikar Bey gibi zenginleri doğuruyordu.
Orhan Kemal romanlarındaki işçi karakterlere baktığımızda ise, henüz çok genç olan burjuva devletin işçileri olarak bunların sınıf bilincinden son derece uzak bir ruh hali içinde olduklarını görürüz. Geleceğe karşı korku, eskiye ve eski dostluklara özlem yaygındır. Orhan Kemal’in işçileri çoğunlukla mutsuzdur, İzzet Usta dışında. Üç romanında şöyle bir tanımaya başladığımız ama bir türlü hikâyesine giremediğimiz İzzet Usta mücadeleci bir işçidir. Tren raylarında parçalanmış çocuğunu, iş kazası geçirerek ölmüş karısını biliriz. İşyerindeki rahatsızlıklar karşısında hep birlikte hareket edilmesi gerektiğini işçilere söyleyen İzzet Usta hep hikâyenin kıyısında durur. Henüz onun gibiler çoğalmamıştır o dönem Türkiye’sinde, henüz zamanları gelmemiştir!
Orhan Kemal “Devlet Kuşu” ve “Evlerden Biri” romanlarında İkinci Dünya Savaşından sonraki İstanbul’u anlatır. “Cemile” ve “Avare Yıllarda” ise yazarın ilk gençlik dönemlerinde yaşadıklarına tanık oluruz. 1949’da yazdığı “Avare Yıllar”da yaşamının ilk gençlik bölümünü anlatırken, o dönem hakkında bilgilendirmektedir bizi. Köyden kente göçü, ırgatlıktan işçiliğe geçişi çarpıcı bir biçimde yansıtmıştır. Yoksullaşmış küçük-burjuva ailesinin bir türlü yeni durumu kabullenemeyişini, işçiliği beğenmeyişini anlatır. 1950’li yıllarda, şehirleşme, büyük kentlerde gecekondu artışı, rüşvet, particilik, yozlaşma, ekonomik kriz, göç gibi olgular konu olmuştur romanlarına. İşsizlik ve konut sorunu da asli konularından biridir yazarın.
Orhan Kemal’in romanlarında anlattıkları kendisinin de içinde olduğu bir yaşamın ve güçlü gözlem gücünün birikimidir. Orta halli bir ailenin çocuğuyken birdenbire yoksulluğa düşmüş biri olarak, daha çocuk yaşta yaşamını sürdürebilmek için hamallıktan kâtipliğe kadar her işte çalışmış bir işçi olarak, işçileri çok iyi tasvir etmiştir. Toprağından, köyünden kopup gelmişleri, büyük şehirlerin kenarlarında iş bulamayan, derme çatma gecekondularda yaşayan, ayakta kalmaya çalışan, sınıf atlamak isteyen işçileri anlatır romanları. İşçi kızlar da fabrikalarda yerlerini almaya başlamışlardır, ama çoğunlukla zengin bir koca bulup işten ayrılmayı, “evlerinin hanımı olmayı” hayal edeceklerdir. Örneğin “Devlet Kuşu” romanında “Avare”nin iki kız kardeşi Mahmutpaşa’daki trikoda birlikte çalışırlar. Sabahın çok erken saatlerinden akşamlara kadar çalışmaları karşılığında ellerine geçen az miktardaki paranın büyük bir kısmını ise süs malzemelerine yatırırlar. Tek hayalleri kendilerini zengin bir beyin beğenmesidir. Fabrikalarındaki, mahallelerindeki delikanlıları hor görüp, kendilerini gecekondulardan kurtaracak, ev hanımı yapacak bir zengin erkek bulma düşüne kapılmışlardır.
“Devlet Kuşu”nda, işçi sınıfının parçası olduğu gerçekliğini kavrayamamış, sınıf atlama hayalleri ile yaşayan, kolay ve hazır iş peşinde koşan, günübirlik yaşayan, başıboş, lümpen yaşamların örneklerini bol bol görebiliyoruz. Böyle bir yaşamı tercih eden “Avare”nin iç dünyası, küçük-burjuva ruh halinin birebir örneğidir aslında. Çalışmak isteyen ama iş disiplinine gelemeyen, bir türlü işçi olamayan Mustafa’nın, namı diğer “Avare”nin en büyük düşü, Çemberlitaş’ta, kapısında müşterilerin kuyruk oluşturduğu bir köfteci dükkânıdır. Bu hayal, yapabileceği bir iş bulmasını da engellemekte, tüm yaşamını bu hayalin peşinden koşarak geçirmesine neden olmaktadır.
Orhan Kemal’in romanlarında İstanbul’un kapitalistleşen çehresini de görürüz. Yoksulluk ve açlıkla boğuşan bir şehirde iki arada bir derede kalmışlık ruh hali fazlasıyla öne çıkmaktadır. Genç kızlar, kasiyerliği, fabrikalarda çalışmaya tercih etmektedirler. Kızları fabrikada çalışan aileler romanın bir yerinde mutlaka bu durumdan rahatsız olduklarını ifade etmekte, bir gün yeniden köylerine dönmeyi düşünerek teselli olmakta, eski yaşamlarını özlemektedirler. Aileler parçalanmakta, eski kuşak bunu bir türlü kabul edememektedir. Genç kuşak ise hem eskilerle savaşmakta hem yeniyi içine sindirmemiş olarak sınıf atlama hayallerinin batağında kıvranmaktadır. Ortada kalmışlar lümpenliğe dümen kırmıştır çoktan.
1966 yılında yazdığı “Evlerden Biri” romanı edebi açıdan pek başarılı bulunmasa da dönem hakkında bize oldukça fazla bilgi sunmaktadır. Şimendiferci Sadi’nin çocukları romanın merkezindedir. Burjuvaziye kalifiye işçinin gerektiği bir dönemde okumak, üniversiteye gitmek çok mühimdir işçiler arasında. Kâtiplik yapan İskender, bir işi olmasına rağmen hukukta okuyan kardeşiyle kıyaslanır daima, yaptığı işe göre değer verilir ona, o da değer görmek sevdasındadır. Bu yüzden hukuk okuyan küçük kardeşini kıskanır, aradaki eksikliği kapatmak için babasının evini satmak en büyük derdidir. Paraları karaborsaya yatırıp zengin olacak, kimsenin onu hor görmesine müsaade etmeyecektir. Hukuk öğrencisi Erdal da evi ister, yurtdışında mastır yapacaktır. Erdal için eğitim paraya dönüştürülecek bir yatırımdır, onun bir başkasına hükmetmesini sağlayacak bir olanak, sınıf atlamasını sağlayacak bir fırsattır. Ailede herkes onun için fedakârlık yapmıştır ve zamanı geldiğinde bunun karşılığını vermesini dört gözle beklemektedirler. Annesi, kız kardeşi ve babası ona kurtarıcı gözüyle bakmaktadırlar. Aslında herkes kendini düşünmektedir ve paylaşılacak bir mülk olan evi tek başına elde etmenin hesabını yapmaktadır. İki oğul da babanın ölümünü beklemektedirler. Aile kurumunun gerçek yüzünü çok iyi sergiler Orhan Kemal bu romanında. Aile ilişkileri artık para ilişkisine indirgenmiştir. Aile saadetinin yerini artık para hesapları almıştır.
Orhan Kemal’in romanlarını okurken, insan ilişkilerinde paranın nasıl değer kazandığına, geride hiçbir insani değer bırakmayışına, çıkarlarının nerede olduğunu bilmeyen işçilerin çektiği sancılara tanık oluruz. Sarılabilecekleri bir değer, tutunabilecekleri bir güç yoktur hayatlarında. Dürüst ve onurlu kalabilmeyi başarmak hiç de kolay değildir. İzzet Usta gibi işçilerinse etkin bir rolleri yoktur henüz. Kavelleri, 15-16 Haziranları ve 70’li yıllardaki mücadeleleri yaratanlarsa, bu romanların yazıldığı dönemlerde sancılı bir dönüşüm yaşayan işçilerin çocukları olacaktır. Tohumlar ekilmiştir, koşullar ne kadar sert olursa olsun, İzzet Usta gibi çetin koşullarda çetin sınavlar verenler uygun an geldiğinde ortaya çıkacaklardır.
(Kaynak: Marksist Tutum, no:37, Nisan 2008