Seninle ilgili olarak her yıl iki haziranda
Cumhuriyet’e yazıyorum. Bu yıl içimden sana yazmak geldi.
Mart ayında İlhan Ağabey’e geçmiş olsuna gittim.
Her gerçek aydının bir gece yarısı götürüldüğü ikinci adresten evine
döndüğü için.Granitten bir anıt gibi oturduğu koltukta , 1966 yılında
senin için yazdığı yazıyı –sanki kırk iki yıl önce kendisini yazmış,yani
değişmeyen yazgınızın yazısını- verdim. Hani köfteci dükkanında ihtilal
hazırlığı içinde olup “hücre faaliyeti yapmaktan” tutuklanarak, otuz beş
gün Sultanahmet Cezaevinde yattığın, beni ilk defa babasız bıraktıkları
o dönemden. Bu arada, İlhan Ağabey kalp ameliyatı oldu. İnadina uzun
yaşamak için. Ama tıp sana yetişemedi. Hayat beni senden çok erken
koparıp aldı. Yaşasaydın 94 yaşında olacaktın. Ama ne gam yapıtlarınla
zaten yaşıyorsun...
Yine mart ayında Gaziantep Üniversitesinde
öğrencilere, seni tanımak isteyen dostlara yaşamını anlattım. Sosyoloji
bölümünün değerli öğretim üyeleri, İzzet Duyar, Özkan Yıldız ve M.Nuri
Gültekin ile anılarımızı paylaştım. Gaziantepli araştırmacı Servet
Türkmen senin yıllar önce yazdığın bir yazıyı müze için hediye etti,
“Kırmızı-Yeşil”. Şöyle yazmışsın, “Antep denince aklıma kırmızı ve yeşil
gelir. Toprağı kıpkırmızıdır, toprağın üstündeki bitki yemyeşil. Bir de
Antep’in fıstığı meşhurdur. Milli savaşta, emperyalist saldırganlara
karşı koyma gücü kadar.”
Gaziantep deyince, kadim dostun Fikret Otyam’ın bir
yazısı aklıma geldi. “Araba kayıp gidiyor Gaziantep’e doğru…Zeytin
ağaçları, fıstık ağaçları, yeşiller al topraklar… Gün gelecek dinamitler
patlamayacak, oğullarımız birbirini kurşunlamayacak…Şiirler okunacak
içinde acı dize olmayan…Sergiler açılacak sümüklü çocukların değil,
gürbüz çocukların, mutlu insanların…”. Birbirinize seslendiğiniz gibi
ben de ona seslenmek isterdim, “Fikret Ağabey, amanı bilin ha! Bu hasret
hepimizin…”
Tüyap Kitap Fuarı için gittiğim Adana’yı da
anlatacaktım. Nihat Behram’ın “Soros’un değil, Toros’un çocuğu olarak”
Adanalı ağabeyine gönderdiği selamı yazacaktım. Adana’ya tekrar
gelebilseydin eğer, Çukurova’nın bereketli toprakları üzerinde binlerce
yıldır yaşayan, değişmeyen yazgılarıyla horlanan, ezilen insanlarını
sevginle usullacık okşayıp ölümsüz roman kahramanlarına dönüştürdüğün,
yaşattığın için yalçın kayalarından kopup gelen portakal, turunç kokulu
rüzgârı, pamuk pamuk bulutları ve doruklarındaki bembeyaz şapkasıyla
Torosların “Hey gidi koca Adanalı Raşit! Halkın kaderi hâlâ değişmedi…”
seslenişini de duyabilirdin... Kadere aldırmadan, yılmadan insanların
aş önceliğini “Önce Ekmek”, “Ekmek Kavgası” ve paylaşımını “Kardeş Payı”
hasretinle “Baba Evi”nde açlığa, “Ey açlık! Seni midemde, iliklerimde,
kanımın yuvarlarında duydum. Ve sen, benim iyi, benim şefik ve rahim
olan soyum, insan soyu, sen ebedi tokluğu fethedeceksin!” haykırışınla
bir gün mutlaka bu insan soyunun sonsuza kadar gitmeyecek olan kaderini
de değiştireceğini usanmadan bir kez daha umutla o dağlara yazacaktın…
Şair Haydar Ergülen’in “Orhan Kemal o çetin yaşam
savaşının içinde bir ‘halk yazarı’nın nasıl olabileceğini gösterdi
hepimize. Dilindeki şefkatle, yaklaşımındaki merhametle, çoğu zaman
‘birey’ olamamakla suçladığımız, duyguda ve düşüncede ‘derin’ olmamakla
eleştirdiğimiz halkın kalbine dokunmayı bildi…” satırlarını da sana
okumayı isterdim.
Son söz ise senden, “Laf lafı, laf tütün tabakasını
açar. Tütün tabakası açıldığı zaman çok uzun konuşmak gerekir. Ama
yerimiz müsait değil.”. Evet yerimiz müsait değil. Yazımı Adanalı
arkadaşın Yaşar Kemal’in deyişiyle bitireyim, “Orhan Kemal, büyük bir
romancı olarak vardır. Dünyanın bir köşesinde dağ gibi duruyor. Biz ve
dünya insanları onu bir gün bütün ayrıntılarıyla göreceğiz.”.
|