Orhan Kemal'in
oğlu: Babamı çok kıskanıyorum |
SEVİNÇ ÖZARSLAN
Orhan Kemal, aramızdan ayrılalı 38 yıl oldu. Ancak
son sekiz yıldır kitapları hem yurt içinde hem de
yurt dışında basılıyor, ilgi görüyor. Tiyatroda
sahneleniyor, dizi projeleri tasarlanıyor. Bunda en
küçük oğlu Işık Öğütçü’nün büyük payı var. Öğütçü
babasını neden geç fark ettiğini anlattı.
Türk romanının ustalarından Orhan Kemal, 1958
yılında yapılan bir ankete katılmış. Sormuşlar
kendisine: “İstikbaliniz hakkında ne bilmek
istersiniz?” diye. Şu cevabı vermiş: “Hiç olmazsa
bir kitabımın geleceğe kalmasını isterim.” Sabahın
dördünde kalkıp, daktilosunun başında hiç durmadan
çalışan, yayınevine roman, evine de para getirmek
için yazı yazan bir adamın bundan daha başka ne
isteği olabilirdi ki! 56 yıllık yaşamından geriye 42
eser bırakmıştı. Aradan tam 50 yıl geçti. Bugün
Orhan Kemal’in bütün eserleri piyasada... Herkes
merak ediyor, alıyor ve okuyor. Sadece ülkemizde
değil; Yunanistan, Suriye, İngiltere, İtalya,
Makedonya ve Mısır’da da okurlarla buluşuyor...
Şehir ve devlet tiyatroları, oyunlarını sahneliyor,
yakında “Hanımın Çiftliği” ve “Gurbet Kuşları” adlı
eserleri televizyonda dizi olarak karşımıza çıkacak.
Elbette bu ilgide bir tuhaflık yok. ‘Olması gereken
bu’ diye düşünebilirsiniz. Ancak 1970 yılında vefat
eden yani 38 yıl önce aramızdan ayrılan Orhan
Kemal’in bu keşfedilişi 2000’de başladı. 8 yıl
öncesine kadar, ne adından bu kadar çok
bahsediliyor, ne de kitapları böylesine ilgi
görüyordu. 1980’den 2000’e kadar geçen 20 yıllık
süreçte Orhan Kemal neredeyse unutulmuş bir yazardı.
Oğlu Işık Öğütçü’nün deyimiyle “görmezden
geliniyordu.” Bu ilgisizlik Öğütçü’yü harekete
geçirdi. 2000’de Cihangir’de açılan Orhan Kemal
Müzesi ile hem yazarın hem de babasını geç fark eden
oğlunun kaderi değişti. Kimya mühendisi olan Öğütçü,
babası öldüğünde henüz 13 yaşındaydı. 15’ine
geldiğinde bütün eserlerini okumuştu ama yine de
onun edebi kimliğinden haberdar değildi. 8 yılda hem
kendisi babasını tanıdı hem okurlara tanıttı.
Kemal’in bilinmeyen yönlerini ortaya çıkardı;
şiirlerini, yarım kalan eserlerini yayınladı.
Mektuplarının peşinden koştu. Kitaplarını
yurtdışında yayınlatmak için çabaladı. En son Avare
Yıllar kitabı Orhan Pamuk’un önsözüyle İngiltere’de
Peter Owen yayınevi tarafından yayınlandı. Herkesin
imrenerek seyrettiği hayırlı evlat tablosu çizen
Öğütçü, 50 yıl sonra babasının hayallerini
gerçekleştirdi. İngiltere’den henüz dönen Öğütçü’nün
babasına söylemek istediği çok şey var. Her yıl ölüm
yıldönümü olan 2 Haziran’da ona mektup yazıyor,
duygularını dile getiriyor, heyecanlarını
paylaşıyor. Bize ise Babalar Günü vesilesiyle
babasını neden geç keşfettiğini anlattı.
Kız çocukları babaya, erkekler anneye düşkün olur
derler. Ya siz?
En çok evde annemi gördüğümüz için anneye düşkündük.
Onunla daha fazla diyaloğumuz vardı. Annem ailenin
yapıştırıcısıydı adeta. Her ikisine de saygım
sonsuzdu. Annem iki yıl önce vefat edene kadar hep
beraberdik. Bu yaşıma rağmen gider, kucağına
otururdum. 13 yaşımdan sonra, hem analık hem babalık
yaptı bana.
Babanızla nasıl bir ilişkiniz vardı?
Ben evin en küçüğüydüm. En küçük demek, evin en
torpillisi demektir. Ekonomik sıkıntılar Demokles’in
kılıcı gibi sürekli ensemizdeydi. O kadar sıkıntının
içinde ben tabii neşe kaynağıyım. Küçük çocuklar
bilirsiniz düzgün konuşamaz. Bana sorarlardı; ‘oğlum
baban ne iş yapıyor?’ diye. Daktilo sesi daima
kulağımda olduğu için; “dıgıdık dıgıdık” derdim. Ben
bunu söyleyince ailedeki herkes gülerdi.
Sert bir baba mıydı?
Ben sertliğini hiç görmedim. Bir gün ablam anlattı.
1950’li yıllar. Babamla ablam kol kola girmiş
İstiklal Caddesi’nde yürüyorlar. Karşıdan Sait Faik
çıkagelmiş. Göz kırpmış babama, ‘kimdir bu?’ diye.
“Kızım” demiş ve ayaküstü sohbet etmişler. Düşünün
baba-kız ilişkisinin ne mertebede olduğunu. Babam
herkesle arkadaştı.
‘Çocuk psikolojisini iyi bilirdi’
Şanslı bir evlat olduğunuzu düşünür müsünüz?
Şöyle anlatayım, gerisine siz karar verin.
Unkapanı’nda 12 yıl yaşadığımız bir ev var. Babam
üst kattaki odasına kapanır, romanlarını yazardı.
Ben de kapısının önüne gider, oynardım. Soluk almak
için çalışmasını bıraktığında beni yanına çağırır;
“Işık gel bak, kuş sana ne getirdi.” derdi. Çalışma
odasındaki yatağının üzerinde duran siyah
battaniyenin üstüne bir tane gofret koyardı. O
gofreti zevkle yerdim. Çünkü o zamanlarda gofret
sadece bayramlarda alınırdı ya da babam sürpriz
yaptığında...
Kendisini ne zaman keşfetmeye başladınız?
Babam vefat ettiğinde 13 yaşındaydım. 15’ime kadar
bütün kitaplarını okumuştum ama o yaşlardaki bilinç
düzeyi ile şimdiki bilinç düzeyi elbette aynı değil.
2000’de müzeyi açtığımızda hayatım, kaderim, her
şeyim değişti. Hakikaten edebiyatçı babamı tanıdım.
Başka bir boyuta atladım. Bu kadar hayranı olan,
edebiyat dünyasında iz bırakan bir insanın niçin,
neden iz bıraktığını benim de mutlaka öğrenmem
lazımdı. Araştırdıkça önüme müthiş bir dünya çıkmaya
başladı.
Değerini mi fark ettiniz?
Kaybettikten sonra onu incelemeye başlayınca
değerini, büyüklüğünü anlıyorsunuz. 5 Mayıs 1970’te,
sabah 5’te Bulgaristan’a gitmek üzere havaalanına
gittiler. 2 Haziran’da ölüm haberi geldi.
Vedalaşamadım, öpemedim. Tabii anlayamıyorsunuz, şok
oluyorsunuz. Babanız gitti, gelecek işte... Hatta
hâlâ bana bir sürpriz yapacak da Bulgaristan’dan
çıkıp gelecek diye beklenti içindeyim. Değil tabii.
Ama o bambaşka bir duygu.
Net olarak hatırladığınız diyaloglarınız var mı?
1970’in son aylarıydı. Divanda babam, ağabeyim
oturuyor. Ağabeyim çok kitap okurdu. Benim de
tembel, dalgacı bir yanım olduğunu biliyor, ‘Oğlum
kitap oku’ diye bana nasihatte bulunuyor. Ben de
okumamak için işi yokuşa sürüyorum. Babam bizi
dinliyor. “Oğlum sana bir kitap söyleyeceğim onu
oku.” dedi. Önerdiği kitap “İki Çocuğun Devrialemi.”
Babam çocuk ruhunu çok iyi anlayan bir insandı.
Benim işi yokuşa sürmemi gördüğü için macera kitabı
öneriyordu. Çocukluk yıllarındaki o heyecanı,
serüven duygusunu o kitapta bulacağımı biliyordu.
Böylelikle beni kitaba alıştıracaktı.
Babanız evin geçimini sağlamak için sürekli yazmak
zorundaydı. Sizinle fazla ilgilenmediği için ona
küser miydiniz?
Babam bütün çalışmasını evde yapardı.
Cumartesi-pazar kesinlikle evde olurdu. Pazar
günleri herkesin evde olmasını çok isterdi. Sabaha
karşı 4-5’te kalkıp 10’a kadar yazısını yazardı.
Sonrasında zamanı bize kalırdı. Hafta sonlarımız çok
şenlikli geçerdi. Hep birlikte kahvaltımızı
yapardık. Biraz cebinde parası varsa, “Nuriye bize
bir çiğköfte yap.” derdi anneme.
Hiç dayak yediniz mi?
Annemden çok dayak yedim, babamdan bir fiske dahi
yemedim. Kızmazdı bize. Beni kıramazdı. Sabahları
Cağaloğlu’na giderdi. Ben gitmesini istemezdim.
‘Baba ne olur top oynayalım’ derdim. Annemi kaleye
geçirirdik. Kağıttan top yapardık. Kağıtları
yuvarlak hale getirir, iple bağlardık. Babam acayip
çalımlar atar, ben yerlerde yuvarlanırdım. O çok
güzel goller atardı. Bizim parasızlık dünyamızda
bunlar mutluluk pırıltıları, neşe ışıklarıydı.
Onu kıskanır mıydınız?
Şu anda kıskanıyorum. Çok güzel yazıyor da ondan.
Bana bazen, neden sen de yazmıyorsun diye
soruyorlar. Babam Nazım Hikmet için bir gün şöyle
demiş: “Önümde dağ gibi Nazım Hikmet vardı, şair
olamazdım.” Şimdi benim de önümde dağ gibi Orhan
Kemal var. Ben nasıl yazayım. Okuduğum her satır o
kadar muhteşem sihirli geliyor ki, hayran oluyorum.
Üstadı kıskanmamak elde değil ki...
Sayı: 133
Bölüm: Röportaj
|
|
|
|