Orhan Kemal’in Türk edebiyatında tartışılmaz bir yeri ve ağırlığı
vardır. Bir sanatçı olarak hissettikleri, yaşadıkları,
yazdıkları ve yarattığı eserlerle yazın dünyasının önemli
kilometre taşlarından biridir. Onun toplumsal yaşamı
kavrayışındaki estetik başarı, yarattığı karakterlerin
anlatımında karşımıza çıkar. Pek çoğu Türk edebiyatının
başyapıtları arasında gösterilecek romanlar yazmıştır.
Bereketli Topraklar Üzerinde, Gurbet Kuşları, Eskici
Dükkânı, Hanımın Çiftliği ilk akla gelenler olsa da, yeri
asla doldurulamayacak, üzerinde ciltler dolusu yazılar
yazılan, yazılması ve aynı zamanda okunması gereken bir
başka romanı vardır: Murtaza.
Everest Yayınları romanın 16. baskısını yaptı. İlk
yayımlanmasının üzerinden tam elli beş yıl geçmiş! Geçen bu
yarım asırlık sürede Murtaza okundu, oynandı, tartışıldı,
filme çekildi. Bunların tümü Murtaza’nın ‘dışında’ gelişen
olaylardı; ilk elden onu pek de ilgilendirmez, doğası
gereği. O, bütün ciddiyeti ve dürüstlüğüyle, “kurs görüp
terbiye aldığı büyükleri” tarafından kendisine emanet edilen
bir fabrikayı, bir işyerini ya da bir mahalleyi düzene
sokmakla meşguldü hep. Başarılı olup olmaması Murtaza’nın
değil, “muzır vatandaşların” sorunuydu; az yol da katetmedi
hani!
Murtaza’nın Orhan Kemal’in romanları arasında hep
ayrıcalıklı bir yeri ve önemi olmuştur. Yaratılan karakter,
temsil edilen zihniyet ve olay örgüsündeki trajedinin
gizlediği dramatik durumlar, Türkiye’de romanın tarihi
açısından başlı başına bir zenginlik olarak karşımızda
durur. Peki, kimdir Murtaza? Var mıdır? Olmuş mudur? Nasıl
biridir? Onu ayrıksı ve farklı kılan nedir? Bunun gibi
yüzlerce soru yöneltilerek okunabilir bu roman. Fakat şunu
hemen söylemekte yarar vardır: Murtaza bir güldürü karakteri
değildir!
Bir göçmenlik hikâyesi
Eğer romanın düşünsel bir arka planı varsa -ki olmak
zorundandır- roman sadece art arda gelen olayların mantıksal
bir dizgesi değilse ve ‘okuma’nın en az yazma kadar
‘anlam’ın oluşturucusu olduğunu kabul ediyorsak, Murtaza’nın
trajik dünyasını anlamaya çalışmamız da zorunludur. Ve onu
anladıkça da, ilk okumaya başladığımızda yüzümüzde beliren
tebessüm, yerini giderek daha ciddi hatta karamsar ifadeye
bırakabilir. Neden peki?
Murtaza’nın Yunanistan’ın Alasonya’sından başlayıp
Çukurova’ya kadar uzanan göçmenlik/muhacirlik hikâyesi, bir
roman karakterinin yaşadıklarının yanında, 20. yüzyılın ilk
yarısında yaşanan toplumsal/siyasal olgunun anlatımına da
dönüşür. Çünkü Murtaza’nın hayat çizgisi yüz binlerce
insanın yaşadığı yerleri terk etmeye zorlanmasının,
‘göçmen’, ‘mülteci’, ‘mübadil’ ve bir anlamda ’sürgün’
duruma düşmesinin, romanın dilinden yansıyan trajedisidir.
Okuyucuya gülünç gelen anlatımın gerisinde, her zaman bu
acıların izlerini buluruz.
Murtaza’nın bir roman karakteri olarak farkları vardır. O
hiç kimseye benzemeyen biridir. Yaşadığı mahallenin gözünde
bir ‘deli’ olarak görülebilir ve öyle tanınabilir; fakat
kendini adadığı görev anlayışı, tutum ve davranışları
arasındaki ‘mükemmel’ uyum, kitabi bir kural ve amir
takıntısı onu herkesle karşı karşıya getirir. O, onun gibi
olunmak istenmeyen biridir; fakat güç ve otoriteyi temsil
edenlerin sahip olmak istediği ‘ideal’ bir memurdur. Her
otoriteyi temsil eden bir ‘büyüğün’, müdürün, amirin kendi
görev mahallinde, işte, mahallede, fabrikada emrinde
çalıştırmak istediği, görmek istediği ‘örnek’ bir
vatandaştır. Verilen hiçbir emri tartışmaz Murtaza,
içeriğine bakmaz. Onun için bürokratik silsilede, sadece
“kurs alıp terbiye gördüğü” amirden, üstlerinden gelmesi
yeterlidir. Gerisi ilgilendirmez onu.
Bürokratik işleyişin hiyerarşik yapısıdır, onun kendine
‘doğru’ olarak aldığı. Murtaza için emir-amir dışında bir
hayat tahayyül edilemez. Onun dünyasında, ‘vazife bir’
sırasında üniforması olmayanların ve ‘kadın kısmının’ pek
değeri yoktur. Ona göre, toplumun büyük bir kesiminin ’sıkı
bir disiplin’e şiddetle ihtiyacı vardır. Kendisinin de dahil
olduğu yoksul mahallesindeki ‘bir takım muzır vatandaşlar’
gibi insanları sevmez. Onun istediği vatandaş, kendisine
‘Ankara’daki büyüklerimizin’ yerel temsilcilerinin yani onun
her yerdeki amirlerinin verdiği emre kayıtsız şartsız itaat
etmelidir. Verilen görevleri sorgulamayı aklından bile
geçirmeyen, her an askeri bir disiplinle savaşa hazır bir
vatandaş kitlesidir Murtaza’nın görmek istediği. ‘Yanlış’ ya
da ‘doğru’ onun görev kitabında kişisel değerlendirmelerin
perspektifinden süzülmez; hazır verilmiştir. Ona ne
yapacağı, nasıl davranacağı, kime, nasıl yaklaşacağı ‘kurs’
ve ‘terbiye’ gibi hizmet içi eğitimle emredilir. Buna asla
itirazı olamaz; çünkü böyle bir ‘görev’ verilmemiştir!
Görev başında onun gözü hiç kimseyi görmez. Kimseyi
kayırmak, ayrıcalıklı davranmak asla onun yapacağı bir
davranış değildir. ‘Vazife bir’ sırasında, eş, dost,
tanıdık, çoluk, çocuk ayrımı yapmaya kapı aralayacak biri
değildir. Nitekim ‘kurs gördüğü büyüklerinin’ disiplin
altına alma görevi verdikleri, memleketin düzeni bozuk,
muzır, ‘tembel’ işçileriyle dolu çırçır fabrikasında çalışan
çocuk yaştaki kızının açlık, yorgunluk insafsız çalışma ve
sömürü ortamında yorgun düşmüş küçücük bedenini ‘kutsal
görev’ başında uyuyakalmış gördüğünde, Orhan Kemal korkunç
bir görev makinesinin gayri insani yüzüyle karşılaştırır
bizleri. Çılgına dönmüş Murtaza, zavallı çocuğu öldüresiye
döver ve fabrika müdürünün karşısına ‘malumat’ vermeye
çıkar, zerrece pişmanlık belirtisi (dahi) taşımadan!
Toplumsal hakikatle temas
Murtaza’yı karakter olmaktan bir ‘tip’e dönüştüren onun
toplumsal-tarihsel hakikatle olan temasıdır. Murtaza’nın
gerçekten yaşayan biri olup olmaması yazar için asla önemli
ve gerekli değildir. Sanatçının toplumsal olanı algılaması,
onun özgür yaratımına bağlıdır. Fakat bir sanatçı olarak
romancı da belirli bir tarihsel-toplumsal dönemde yaşar,
toplumdan bağımsız değildir. Dolayısıyla, Murtaza’nın
belirli dönemsel gerçekliği olduğunu söylemek, abartı
olmayacaktır. Unutulmaması gerekir ki, ne romanın olay
örgüsünün betimlediği 1930′lu ve 40′lı yılların hengâmesinde
ne de ondan sonraki dönemlerin hiçbirinde yaşamın herhangi
bir yerinde bütünüyle “İşte, Murtaza budur!” diyebileceğimiz
bir kişi ya da durum vardır ve aramak boşunadır. Zaten,
anlatılan nesnel bir hakikat değil, düşünsel bir tasarım ve
estetik yaratımdır. Murtaza yoktur, olmamıştır ama
‘Murtazalık’ bir olgu olarak vardır, yaşanmıştır ya da
yaşanmaktadır. (Zaten, romancının karakterden ‘tip’e geçiş
yaptığı nokta da bu olsa gerek.)
Gerçek hayatta Murtaza’yla olmasa da ‘Murtazalık’la ya da
‘Murtazalaşmak’la karşılaşabiliriz. Çünkü tip olarak
‘Murtaza’ kraldan çok kralcılıktır. İnsani özü boşaltılmış,
onun yerine emir, görev ve tartışmasız bağlılığın aldığı bir
durumun adıdır. Yoksulken, yoksullardan nefret etmek,
kurallar ve düzene itaat adına en küçük insani durumları
bile affetmekten uzak olmaktır. Duyguya karşı ‘vazife’,
birey yerine kitle, özgürlük yerine düzen ve disiplini
koyabilmektir. Bir düdük sesiyle herkesi hizaya sokma
arzusunun romanda cisimleşmiş halidir. Gülünç gibi gelebilir
ama çok yakından okunduğunda ve parçalar birleştirildiğinde,
günümüzde ve geçmişte pek çok kişinin arzusuyla tutuştuğu (Murtaza
gibi!) güçlüye asla ses çıkaramayan, ama kendince güçsüz
addettiğine hoyratça davranma karmaşasıdır…
Orhan Kemal’in bu ölümsüz tipi elli beş yıldır aramızda.
Yarım asırlık ömrü geride bıraksa da bir zihniyetin dışa
vurulmuş, romanın imge dünyasından yansıyan ‘cisimleşmiş’
trajik kahraman olarak hâlâ canlı, güncel ve geleceğe
taşınan biri olacaktır. Bunun için yarım yüzyıllık ‘vazife’
görmüş, emre ve amire sarsılamaz itaatle bağlı, görülmemiş
derecede ciddi, disiplinli, her zaman savaş ve kahramanlık
mitosunu kendine kalkan yaparak, her yerde hazır ve nazır
Murtaza’nın emekli olmaya hiç niyeti yok. Orhan Kemal’in
usta anlatımıyla romanı okurken, sokakta, tarlada,
fabrikada, kahvede, apartmanda, yazlıkta, sitede kısaca
disiplininin bozulduğunu düşündüğünüz neresini görürseniz,
gülmeler, kahkahalar arasında çok geçmeden yanınızda
-mutlaka- bir Murtaza bitecektir.
MURTAZA
Orhan Kemal, Everest Yayınları, 2007, 356
[email protected]’dan
alınmıştır