|
|
|
"Gerçek olan öğrenmektir.
Nereden, nasıl öğrenirsen öğren.
Nereden,
nasıl öğrendiğin, diploman,
hatta neler bildiğin de önemli değil.
Ne yaptığın önemlidir."
Orhan Kemal
(Arkadaş Islıkları'ndan) |
Orhan Kemal 15 Eylül 1914’te Adana’da doğdu.
Eserlerinde toplumsal yaşamımızın değişim
dönemlerini dile getirmektedir. Aydınlık gerçekçi
bakışıyla insan-toplum ilişkilerini ustalıkla
yansıtmıştır. Babasının partisinin kapatılması
sonucunda ailecek Suriye’ye kaçtılar ve daha sonra
Beyrut’a yerleştiler. Orada basımevine işçi olarak
girdi. 1939 yılında beş yıl hüküm giydi. 1940
yılında Bursa cezaevinde Nazım Hikmet ile tanıştı.
Bu tanışma, onun sanat yaşamının belirginleşmesinde
bir dönüm noktası oldu. 1944’te Adana’ya döndü. 1945
yılı yazında Kilis’e giderek, kalan 35 günlük
askerlik görevini tamamladı. Çorum’a sürgüne
gönderildi. 17 Nisan 1950’de ailece İstanbul’a
yerleşti. 7 Mart 1966’da bir ihbar üzerine iki
arkadaşıyla birlikte tutuklandı. “Hücre çalışması ve
komünizm propagandası’ yaptıkları gerekçesiyle
tevkif edilerek Sultanahmet Cezaevi’ne gönderildi.
17 Temmuz 1968’de bu davadan beraat etti. Sofya’da,
tedavi edilmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970’te
öldü
Edebi Yaşamı
Yazın yaşamına askerdeyken şiirle başladı. Nazım
Hikmet’in etkisiyle düzyazıya yöneldi. İlk
düzyazısı, Baba Evi romanının bir bölümü olan
“Balık” 1940’ta “Yeni Edebiyat” gazetesinde
yayımlandı. İlk öykülerini ise yine aynı gazetede
yayımladı.1958’de Sait Faik hikaye armağanını aldı.
1969 yılında da Türk Dil Kurumu hikaye ödülünü aldı.
Öykü ve romanların yanı sıra senaryolar da yazdı.
1967’de 72. koğuş ile ödül aldı.
Gerçeğin, Yalnızca
Gerçeğin Yazarı Orhan Kemal
Orhan Kemal kimi eleştirmenlerce bazı eserlerini
anıların boyunduruğundan kurtaramama
değerlendirmesine maruz kalmışsa da bütün bu türden
yargıları paranteze almamızı sağlayacak iki önemli
güce sahiptir: güçlü diyaloglar ve karakterler
arasındaki bağın sağlamca bina edilişi...
Otobüse bindiğinizde, otobüsten inip yolda
yürüdüğünüzde rastladığınız insanların, nesnelerin,
ilişkilerin, kavramların yazarı...
“Yaşanan” hayatın, “her nasıl yaşanıyorsa öyle”
olacak şekilde etkileyici ve inandırıcı, birebir göz
önünde canlandırıcı yazarı...
Şimdilerde kitapları yeniden basılmaya başlanan
Orhan Kemal’in adı anılır anılmaz akla ilk gelen
olgular bunlar. Aramızdan ayrılışından beri aradan
geçen onca zamana karşın, hâlâ otobüste yanımızda
oturan güngörmüş bir bilge gibi bize seslenen bu
adamın sanatının sırrı ne ola? Nasıl anlamış olmalı
sanatı ki, büyüsü, gün geçtikçe azalacağına
artmakta!
Ağustos 1970 tarihli Varlık’ta kendisiyle yapılmış
bir söyleşide, bu sırrın ipuçları süzülebilir:
“Sanatımın amacı... Şöyle özetlemekte bir sakınca
var mı acaba? Halkımızın, genel olarak da insan
soyunun müsbet bilimler doğrultusundaki en bağımsız
koşullar içinde, en mutlu olmasını isteme çabası.
Ünlü Lincoln'ün demokrasi tarifi gibi: Halkın, halk
için, halk tarafından yönetimi der o. Biz de neden
şöyle demeyelim? "İnsanlığın, insanlık tarafından,
insanlık için yönetilme çabası adına sanat."
Orhan Kemal’in Gerçeği
“Toplumcu Edebiyat”ı “Milli Edebiyat”ın bir adım
önüne çıkaran Refik Halit Karay’dan sonra, dümeni
siyasete kıran Sabahattin Ali ve bireyciliğe geçişin
ilk örneklerini sunan Sait Faik ile birlikte 1950’li
yılların bir diğer damarıdır Orhan Kemal. Gerek
hikâye ve roman kişileri, gerekse bu kişilerin
muhtemel dünyalarına bağlılığıyla, edebiyatımızda
“Toplumcu Gerçekçilik” şeklinde isimlendirilen bir
anlayışın ürünlerini sunar.
Bir
kuramdan süzülen değil, bir yaşantıdan dökülen
karakterleriyle gündelik gerçekliği, sanat
gerçeğinin bir adım önünde tuttuğunu gizlemez. Bu
minvalde yer yer durağan gerçekliği yazının geçişli,
akışkan dünyasına “salıvermeme”, tersinden
söylersek, yazının tek bir bildirgeye
indirgeyemeyeceğimiz çoğul anlamını, yaşanmışın dar
kalıplarına hapsetme tehlikesiyle karşılaşmış ve
hatta kimi eleştirmenlerce bazı eserlerini anıların
boyunduruğundan kurtaramama eleştirilerine maruz
kalmışsa da, tüm bunları parantez içine almamızı
sağlayacak iki önemli yetkeye sahiptir: güçlü
diyaloglar ve karakterler arasındaki bağın sağlamca
bina edilişi...
Orhan Kemal, adeta vagon vazifesi gören diyaloglar
üzerine bina ettiği anlatımı ve bir kamera gibi
kullandığı dili ile düşsel alana, bilinçaltına ve bu
dünyanın türlü bilinmezlerine açılarak çok başlılık
(başka bir ifadeyle çok uçluluk) sergilemeyi
seçmeyen bir yazar. Vurgulamakta yarar var:
seçmeyen!
“Gerçeğin yazarı” Orhan Kemal Yelken dergisinde
Kasım 1963 tarihinde yapılan bir söyleşide,
gerçeklikle ilgili endişelerini dile getirir:
“Gerçeklik, bir bakıma çok kaypak bir kavram.
Dışımızda: yani bilincimizin dışında, bilincimize
bağlı olmayarak varolan gerçeğin tıpatıp fotoğrafını
çekip okurlara göstermek de bir çeşit gerçekçilik
sayılır. Ama buna ‘naturalizm’ diyorlar. Şuna
benzer: olmakta olanı olduğu gibi yansıtmak, başka
bir deyimle doktorun hastasındaki hastalığı görmekle
yetinmesi gibi bir şey. Benim andığım gerçekçilik
yalnızca bu kertede kalmamalı. Onun için sanatçı
gerçeğin ölçülerini kendinde toplayıp ‘olmuş mu?’
ile birlikte ‘olabilir mi?’nin karşılığını
verebilmeli. Bununla da kalmamalı, ‘nasıl olmalı?’
ya da karşılık bulabilmelidir. Sanatçı doğanın
kopyacısı değil kendinden bir şeyler katan bileşimci
olmalıdır. Bilmem anlatabildim mi?”
“Dinlediğin Senin Hikâyen”
Yazarın, günlük hayatta birebir karşılığını
bulabileceğimiz “sıradan” karakterlerinin toplumla,
düzenle olan münasebetleri ve küçük gerçek konuları,
alışılageldik tekniklerle çarçabuk anlatma derdi,
eserlerinin mihenk taşını meydana getirir. Somut
kişiler ve olaylarla bezeli hikâyeleri, bir varoluş
sancısına değil, egemen ideoloji içinde koşulların
insanı zaten getirip bıraktığı yere projektör tutar;
bu kertede okurun zihninde art arda anlam katmanları
oluşturmaz. Kimileyin kişiden hareketle topluma,
kimileyin toplumdan kalkışla insana çevrilen bir
projektördür bu. Bunda, kişilerin en temel
yanlarının toplumda mevcut güçler tarafından
belirlendiği düşüncesinin etkisi de yok değildir.
Orhan Kemal, gözleme ve dış gerçekliğe dayalı
diliyle bu düşünceyi somutlaştırır. Böylece yazarın,
sanat eserinin dış gerçekliği yansıttığı düşüncesini
benimsediği; buna mukabil, genel, kanıksanmış ve
güvenilir olandan meçhule, bilinçaltının türlü
geçitlerine doğru bir evrilmeyi hedeflemediği
görülür. Kaldı ki, dış dünyayı bu denli merkeze alan
ve rotasını bu dünya üzerine sabitleyen bir metinden
de iç yaşantının türlü dehlizlerine ışık tutması
beklenemezdi.
|
Orhan Kemal’in
aynı zamanda güçlü bir diyalog yazarı
olmasının nedenlerinden biri de, henüz
eserlerinde dillendirilmeden önce,
kahramanlarını bir bütün olarak tanımlayışı,
her birinin tam olarak kim olduğu, ne
yaptığına ilişkin bilgisidir şüphesiz. Bir
bilinmezliğe kapı aralamayan ve içine
doğdukları coğrafyanın alışkanlıklarını
paylaşan karakterleri, iç buhranlarıyla
değil, dış mekânda durdukları yerle,
tutundukları konumla bir statü
edinmişlerdir; sır dünyasına kapı
aralamazlar. Çağrışım zenginliği, bu
zenginliğin kişilerdeki neticeleri, kısaca
sancılı tarafımızı meydana getiren ve
varoluşumuzu sorgulayan anlam boşluklarından
uzakta, -her ne kadar toplumcu edebiyatın
nüveleri olarak adlandırılsalar da- tümel
birer “birey”dirler bu kahramanlar.
|
Orhan Kemal’in Eserinin Anlamı
Orhan Kemal’in gerek kahramanları, gerekse tipleri,
yazının ana anlatım öğesi olarak, bir an’a ya da bir
olguya kenetlenmiş anlık tepkileriyle değil, tüm
zamana yayılmış kişilik özellikleriyle ortaya
çıkarlar. Kimileyin yazar da güçlü gözlemleriyle bir
üçüncü göz olarak aralarına katılır. Zaman, bu
anlamda devinmez, başladığı noktadan daha ileriye
çizgisel bir rota takip eder. Şüphesiz, Orhan
Kemal’in kalemi de gerçekliğin sıkça sorgulandığı
“Dil gerçekliği yansıtır mı?” sorusu etrafında,
eleştirmenlerce türlü değerlendirmelere tabi
tutulmuştur. Ancak ne yazar, ne de okur olarak,
kendinden menkul, duyarlığımızın dışında, önceden
verili bir dış dünya tasavvuruna sahip olabilir, ne
de metni bu bağlamda nesnel, nötr bir okumayla
“algı”layabiliriz. Algılarımız her zamanki gibi
seçtiği an (=parça) üzerine tüm bir yapı inşa
edecek, kendisiyle nesnesi arasında özel (=etkin)
bir bağ kuracak, çağının, kavrayışlarının ve daha
bir sürü tecrübenin ışığında onu dönüştürecek,
parçalayacak, kısacası onu “anlam”lı kılacaktır.
Böylelikle, “Dil gerçekliği yeniden mi üretir?”
sorusu çok daha elzem bir soru olarak karşımıza
çıkar. Bu noktada eleştirmenlerden farklı yankılar
bulan yazarın, eserlerinde ipuçlarını verdiği dünya
görüşü, insanın özünü zaman dışı bir soyutluk olarak
algılamaz; tarihsel, toplumsal ilişkilerden yola
çıkarak, kendisini çevreleyen doğa ve toplumla etkin
bir iletişime geçer.
Tam
burada, Ocak 1966 tarihli Varlık söyleşisine kulak
kabartılmalı: “Hangi türden olursa olsun, sanat
eserinin, onu yaratan sanatçının fikri aşamasından
gelen bir ‘Propaganda’ aracı olmamasına imkân var
mı? Toplumcu bir yazarım demiştim. Toplumcu bir
yazar da, düzensizliğini yerdiği bir toplumun düzene
girmesini istemekle o toplumu teşkil edenlerden
‘Herbirinin’ ekonomik hürlüğünü istiyor demektir. Bu
istem, bu isteme karşı olan ‘Çıkarcılar’a, yani
mutsuz insanlar mahşeri içinde yalnız kendi
mutluluklarını düşünen, ellerine geçirmişlerse bunu
kaçırmak, başkalarıyla paylaşmak istemeyenlere
karşın olacağından, davranış elbette politiktir ve
şüphesiz tiyatro yazarı, eseriyle fikirlerini
savunuyordur. Ama bu savunu bir ekonomi, bir
sosyoloji, bir ön plâna alınmış, artistik bir savunu
olabilir. Yani sanatçının tutumu ‘Eğlendirici’
olmaktan çok, ‘Düşündürücü’ olmalıdır. Ya da bir
başka deyimle, gerekiyorsa, ‘Güldürüp ağlatarak
düşündürmeli’dir.”
Yukarıda alıntılanan sözlerine karşın, yarattığı
tiplerin, içinde bulundukları olumsuz şartları
tahkik etmeye değil, göstermeye yönelik “sade”
duruşları bir ikilem gibi gözükse de Orhan Kemal,
yapmacıksız karakterleri, onları bir metin içinde
tiyatrovari örüşü ve sağlam diyaloglarıyla
eleştirmenler ve okurlarınca gündemden
düşürülmeyecek, sıkça anılacaktır.
Şahabettin Kılıç
Orhan Kemal Hakkında
Ara
Güler
Adamakıllı bir resmimi çek... Geberip gideceğiz
Varlık Yayınları’nda “Avare Yıllar” adlı bir roman
çıktı. Yazarı Adana’da oturuyordu. Adı Raşit Öğütçü
idi. Kitabındaki imza ise Orhan Kemal’di. Bu kitap
beni yepyeni bir dünyaya soktu. Bundan önce çıkmış
bir kitabı daha vardı: “Baba Evi”. Hemen onu da
bulup okudum. Kendisiyle tanışmam ise 1952 yılına
rastlar. Adana’dan gelmişti. Hüsmettin Bozok, Agop
Arad, ressam Fethi Karakaş, şair Zahrad, Orhan Kemal
ile arkadaşı Kemal Sülker, Mehmed Kemal, Salih Tozan
ve ben hep birlikte Güney Park gazinosuna gittik.
Orhan Kemal’le ilk “merhaba” işte böyle başladı.
Daha sonra Orhan Kemal İstanbul’a yerleşti.
Yeditepe’de ilk romanı 1952’de yayımlandı. Adı
“Çamaşırcının Kızı”.
İstanbul’a yerleştikten sonra Orhan Kemal’i herkes,
her yerde, her zaman görebilirdi. Çünkü gündüzleri
hep Cağaloğlu’ndaki kahvelerde romanları için not
alır, geceleri ise çoğu zaman Beyoğlu Balık
Pazarı’ndaki Cumhuriyet lokantası, daha önceki zaman
Lambo’nun meyhanesi veya cepte daha çok para olunca
da Çiçek Pasajı’nda olurdu. Benim evim
Galatasaray’da, merkezi bir yerde olduğu için, kimi
vakit bana gelip birbirlerini de beklerlerdi.
Lambo’ya en çok Orhan Veli, Sait Faik, Orhan Kemal,
Bedri Rahmi, Halim Şefik Güzelson, bizim kuşaktansa
Metin Eloğlu, Orhan Peker, Edip Cansever, Özdemir
Asaf giderdi. Bir de zaman zaman düşenler vardı:
Fazıl Hüsnü Dağlarca, Baki Süha Ediboğlu, Mücap
Ofluoğlu, Mehmed Kemal, aktör Salih Tozan,
aktör-şair Cahit Irgat, Aktedron Fikret gibi...
Fotoğrafça düşününce Orhan Kemal benim için bir film
kahramanıydı adeta. Kafasında hep Borsalino şapka,
beyaz gömlekli, kravatlı, koyu renk elbiseli.
1935-40 modeli sinema artistlerine benzerdi tıpkı.
Kışın gene aynı şapka olurdu başında, ancak bir de
palto giyerdi. Hep resmi gibi hali vardı. Rejisör
olsam, hangi filmde oynatırım diye düşünebilirdim.
|
Yıllar sonra bir gün resim çekmeye karar
verdik. O Cibali’de oturuyordu, bense
Beyoğlu’nda. İkisinin ortasında bir yerde,
Galata Köprüsü’nün başındaki Ziraat
Bankası’nın önünde buluştuk. Yürürken onu
hangi fonun önünde çekeceğimi düşünüyordum.
İlkin Şişhane ile Karaköy arasındaki ara
sokaklarda çalışan, romanlarındaki insanlara
benzeyen insanların içine yerleştirmek
istedim onu. Sonra Cibali’deki kahveye
gittik. Oradaki arkadaşlarıyla resimlerini
çektim. Başka bir gün yine buluşup evine
gittik. Çalışırken, çocuklarıyla resimlerini
çektim. Borsalino şapkalı, beyaz gömlekli,
kravatlı başyıldızımı İstanbul fonunda
senaryolamak istiyordum. Çekerken boyuna
soruyordum ona: “Bu sokaktan çok geçer
misin? Kahvenin en çok hangi köşesinde
oturursun? Dolmuşa nereden binersin?” İşte
bütün bunların sonucu çektiğim bu
fotoğraflar oldu. |
Günün birinde Galatasaray’daki yazıhaneme şeytan
dürtmüş olacak ki her zamankinden erken gitmiştim.
İçimde garip bir duygu vardı. Saat 10:30’da kapı
çalındı. Orhan Kemal karşımdaydı. “Ne haber, ulan?”
dedi. İçeri girip benim masaya oturdu. Ben bu tertip
arkadaşları genellikle akşamüstü altıdan, yediden
sonra görmeye alışıktım. Orhan bir sigara yaktı,
“Sofya’ya gidiyorum” dedi, “Gebermeden adamakıllı
bir fotoğrafımı çek, elinde bulunsun.” Dediğini
yaptım. Ciddi, klasik denecek tarzda, ışıklarla
Orhan Kemal’in bir sürü resmini çektim. “Ha şöyle!”
dedi. Fotoğrafları çekerken, Adana’dan gelen Raşit
Öğütçü’yü, Meserret kahvesinde oturup romanını
yazmaya çalışan Orhan Kemal’i, Cağaloğlu’nun ara
sokaklarındaki bir kahvede loş bir ışıkta eğilmiş
prova düzelten Orhan Kemal’i, Kumkapı meyhanesine
inan yokuşta sisli bir fonda bir yanında Recep
Bilginer, bir yanında Agop Arad, ortadaki Orhan
Kemal’i ayrı ayrı gördüm.
6-7
Eylül olaylarında elimde fotoğraf makinesi,
Beyoğlu’nun feci durumunun resimlerini çekerken,
yine Orhan çıktı karşıma. Her gördüğüne küfrü basıp
duruyordu. Sonra Taksim’den Harbiye’ye doğru hızlı
hızlı yürüdüğümüzü anımsıyorum. Derken fotoğraf
çekmeye dalıp onu Harbiye’de kaybettim. Bu tür
siyasal olaylarda ta babasının zamanından kalma bir
öfkesi vardı. Birlikte yürürken bana bir şeyler
anlattı ama, şimdi ne olduklarını anımsamıyorum.
Babası Halep’e mi kaçmış, ne olmuş, bilemiyorum.
Derken acı haberi duyduk. Stüdyoda son
fotoğraflarını çektiğimden aşağı yukarı bir hafta
sonra. Elimde o günlere ait benim evde çektiğim bir
fotoğraf var. 1956’da çekilmiş. Fotoğrafta Orhan
Kemal ve Salih Tozan da var. Her ikisi de yok şimdi.
Ötekiler ise Buyrukçu, Ofluoğlu, Kocagöz ve Bozok.
Düşünüyorum da, Lambo da, Meserret kıraathanesi de
yok artık. Cağaloğlu yokuşundaki kahve ise iş hanı
oldu. Yeditepe’nin bulunduğu Vahan’ın iş hanındaki
çilekeş kahveci Mevlüt da ölmüştür herhalde.
Cibali’de Orhan’ın oturduğu önü ağaçlı kahve
biçimini çoktan değiştirdi. Cibali Fırın Sokak’ta
Orhan’ın oturduğu 30 numaralı evi de sarıya
boyamışlar. Bunları yazarken Orhan’ın son cümlesini
duyar gibi oluyorum: “Adamakıllı bir resmimi çek,
ulan. Geberip gideceğiz...”
Eserleri
ÖYKÜ
1949 Ekmek Kavgası
1951 Sarhoşlar
1952 Çamaşırcının kızı
1954 72.Koğuş
1954 Grev
1956 Arka Sokak
1957 Kardeş Payı
1957 Babil Kulesi
1963 Dünyada Harp Vardı
1963 Mahalle Kavgası
1966 İşsiz
1968 Önce Ekmek
1971 Küçükler ve Büyükler, (ö.s.)
Ayrıca öykülerinden yapılan
derlemeler Bilgi Yayınevi’nce dört cilt olarak
yayınlandı:
1974 Yağmur Yüklü Bulutlar I. Cilt
1974 Kırmızı Küpeler II. Cilt
1975 Oyuncu Kadın III. Cilt
1976 Serseri Milyoner/İki Damla Gözyaşı IV. Cilt
1976 Arslan Tomson, (ö.s.)
1979 İnci’nin Maceraları, (ö.s.)
ROMAN
1949 Baba Evi
1950 Avare Yıllar
1952 Murtaza
1952 Cemile
1954 Bereketli Topraklar Üzerinde
1957 Suçlu
1958 Devlet Kuşu
1958 Vukuat Var
1959 Gavurun Kızı
1960 Küçücük
1960 Dünya Evi
1960 El Kızı
1961 Hanımın Çiftliği
1962 Eskici ve Oğulları ( Eskici Dükkanı adıyla
1970)
1962 Gurbet Kuşları
1963 Sokakların Çocuğu
1963 Kanlı Topraklar
1965 Bir Filiz Vardı
1966 Müfettişler Müfettişi
1966 Yalancı Dünya
1966 Evlerden Biri
1968 Arkadaş Islıkları
1968 Sokaklardan Bir Kız
1969 Üç Kağıtçı
1969 Kötü Yol
1970 Kaçak, (ö.s.)
1986 Tersine Dünya, (ö.s.)
Emre Işındağ'a
teşekkürlerimizle
Denizce
29.11.2006
Kaynakça:
http://orhankemal.org/
Varan / Yol
Boyunca Dergisi - Kasım 2004 |