Ana Sayfa

Birgün Gazetesi - Onur CAYMAZ - 17 Eylül 2008

 

ORHAN KEMAL 94 YAŞINDA YA DA BİR İKBAL KAHVESİ VARDI

 



Cihangir’deki İkbal Kahvesi’ne yolunuz düştü mü hiç?

Kimsenin pek de uğramadığı o hüzünlü evde, bir yazarın ince bıyıklarından, hüzünlü yaşamına dek birçok şeye tanık olursunuz.

Burada Orhan Kemal Müzesi var. Oğlu Işık Öğütçü’nün binbir emekle hazırladığı pek hoş bir müze. Gidin görün, eski bir bina da olsa Cihangir’deki tüm yazar çizer kalabalığının arasında bir alınlık gibi duruyor hâlâ. Ben ne zaman gitsem gözüm ilk önce o büyük camlı dolaba takılıyor. Bir takım elbise var orada. Kaç tane yaşayan “büyük” Türk yazarının, pantolonu üstünde başında paralanıyor artık bilmiyorum ama o dolapta, sanki çoğu günler yağmur çamur demeden, yaz kış ayıramadan Beyoğlu’na ya da Sirkeci’ye yürüyen bir yazarın iyice solmuş, yıpranmış ama yine de onun satırlarının yüreklerimizde bıraktığı iz kadar tertemiz duran bir takım elbise var. Yine de yoksulluğun onurunu koruyan bir şey... Orhan Kemal’in ardından kalan eşyalarda bile yoksulluğun onuru...

Gidin bakın İkbal’e. Orada Tarık Dursun K’nın, ustası bildiği yazarımıza kitabını imzalarken yazdıkları: “Hepimizin ustası, babamız Orhan Kemal’e saygıyla.” Edebi ya da belki ebedi saygı mı eksildi, öyle ustalar mı yoksa hayat mı azalarak çekip gidiyor yaşamımızdan bilmiyorum. Hayat, yani ustanın yazdıklarında satır satır, kelime kelime, sabah dörtlerde o Cibali’deki 1 numaralı evin penceresinden dökülen daktilo şıkırtılarında karşımıza çıkan... O saatlerde kalkıp yazan incecik bir gölgeden bahsediyorum. Kışsa sobayı yakmaya çalışan bir adam. Sıcacık yatağından kalkarak... Yazsa eğer pencereleri açarak, yanında orta kahvesi, saat dokuza kadar. Önce hiç sevmediği ama para kazanmak için mecbur edildiği senaryolar, başka yazılar, sonraysa belki günışığında, kendi incelikleri, kendisi, romanları.

İşte Orhan Kemal’in her yazdığında kendini belli eden; aydınlık gerçekçi roman anlayışının bildirisi sayılabilecek Bir Filiz Vardı’ya bakalım. Bu satırlar, roman yazmanın ilk olarak insanın içindeki tutkuya içkin bir şey olduğunu anlattı bana yıllar boyu, roman yazacak adamdaki hayat aşkından, şiir aşkından, içindeki “büyük hasret”ten dem vurdu. Ne olduğunun öyle kolayca tarifi olmayacak ama Orhan Kemal’in günümüze ulaşmış her eserinde bir yıldız gibi parlayan tutkudur bu. Sadece yazma tutkusu belki, belki içindekiyle başa çıkamamak, belki kendiyle savaşında yenilen orduları insanın, her neyse ve her kimse:

“Dünya şimdi bambaşka. Birdenbire Bedri Rahmi turuncusu, mavisi, moru, sarısı, pembesi uçuşmağa başladı içimde. Sait Faik hikâyelerindeki İstanbul. Ben ki, daha çok işçi ve köylüler Türkiye’sini kendime konu olarak almışım. Galiba bu renkler cümbüşüyle uğraşan hikâyeci, romancı, ressam, şair, müzisyen dost ya da yabancılar anadan doğma âşık.

...Ben dünyanın bunca güzel olduğunu kırklardan sonra mı seçecektim?”

İki türlü yazarlık olduğunu düşünürüm. Biri hayatın en uzağında duran, oturduğu yerden dünyaya sataşan, onu okşayan, ona bir şeyler söyleyen ya da onu hiç umursamadan satırların, dizelerin arasına karışan; öteki de adının dilimize çevrilmiş hali ‘büyük acı’ olan Maksim Gorki gibi, Saroyan gibi, Orhan Kemal gibi yaşamış gözlerin ışığıyla yapılan. Çok yaşamış, bilmiş, görüp anlamış gözlerin kırışığında, emeğinde.

Bu ikinci tür yazarlığın sonucu eserlerde hep bir ses duyagelirsiniz. Hiç tükenmez bir ses. Okuduğunuz kişi konuşuyordur sizinle. Konuşmak deyince bilirsiniz ki Türk edebiyatının en ölmez diyalog ya da iç konuşma ustasıdır Orhan Kemal. Yaşananı, kâğıda döktüğü kişiyi, kurduğu atmosferi, içinden geldiği çevreyi anlatıya dökerken konuşturma tekniğini öyle güzel kullanır ki... Oradan, çok içerden birinin konuştuğunu sanırsınız. Unutursunuz romancıyı. Buyrun usta konuşsun biz susalım, yine Bir Filiz Vardı’dan:

“Ağlamak geçti yüzünden:

- Bilmiyorum kim, babamın kulağını doldurmuşlar...

- Ne diye?

- Yaşlı birisiyle konuşuyor diye...

İçimde bir lamba kısıldı.”

Oğlu sünnet olduğunda ona limonata ısmarlayacak parayı bulamamış bir yazardan söz ediyoruz. (Fikret Otyam anlatıyor, Arkadaşım Orhan Kemal adlı tekrar basımı yapılan kitabında, oradan devşirdiğim bilgiler bunlar.) Kızına yanlışlıkla bir tokat attığında içi günlerce acıyan bir babadan; bir kitabını “tüm kahrımı çeken Cemile’me, hayat arkadaşıma,” diye imzalayan bir kocadan; hapisten yazdığı mektuba, şimdi o mektubu ve babasını bizlere de anlatma mutluluğuna erişmiş oğlu için, “ona söz verdiğim bisikleti çıkınca alacağım,” diyen adamdan.

Hazır Fikret Otyam’a ait Arkadaşım Orhan Kemal adlı kitaptan da bahsettik. Bu kitaptan bir mektupla bitirelim yazımızı. Tarih 6.12.1965. Usta, Türkan Şoray’ı çok severmiş, önce bundan bahsediyor. Beyoğlu’nda bir sinema önünde duruyoruz sonra. Afişlere bakıyoruz. Bir Türkan Şoray filmi var. Yerli filmdir, pek iyi değildir gibi önyargılar taşısa da giriyor filme. Amacının Türkan Şoray’ın gözlerini izlemek olduğunu belirtmiş. Söz konusu film, Ertem Eğilmez’in yönettiği Sürtük, bakın neler yazıyor:

“Fakat birader, çarpıldım adeta! Bir sefer başta Türkan, ardından hemen Cüneyt, Ekrem Bora, ötekiler çok ama çok nefis oynuyorlar. Bir Sofia, bir ne bileyim hangi karın ağrısı da ancak bu kadar güzel oynayabilirlerdi bu rolü... Oyunlar nefis, senaryo enfes, reji, kamera, şu bu hakeza.

...Hatta filmin şerefine daldım bir Beyoğlu ara sokağına, Üç Nal mıydı neydi adı, oraya, iki duble...”

Bu yazıyı yazarken öyle yalnızım ki. Şimdi balkonuma bir güvercin kondu. Telli pullu bir şey bekledim ama değildi. Bilmem gerek herhalde. Yazının yalnızlığında yaşanan şeydir yazarlık. Bir filmi, bir tiyatroyu, bir müzik parçasını, bir romanı çok beğenip onun şerefine çay ya da rakı içmeye bir yerlere hep yalnız gidilecek. İki kişi gidilse bile yalnız, kalabalık gidilse bile yalnız. Bunlar hep yalnız anılacak. Ne diyordu Sait Faik, “yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek, yalnızlık doldurmuş dünyayı... “ Ben de bugün seni anmak için ey Orhan Kemal, Yağmur Yüklü Bulutlar’ın arka kapağında bir elinde çay bardağın, bir elinde marpucun, öyle eski bir resmin var, onun hatırına Emirgan Çınaraltı’na gidip nargile içeceğim. Senden üç beş satır bir şeyler daha okuyacağım. Bir de bu yazı işte. Bu yazı da bugün sadece senin için sevgili usta... Doğum günün için, 94 yaşın için. Saygıyla...

Onur CAYMAZ

 


 


[email protected]