Ana Sayfa

İnternette Orhan Kemal


Bütün Dünya - Şubat 2002

Abdülkadir Kemali Öğütçü

 

Babam,
Orhan Kemal

Babam Orhan Kemal 1914 yılında Adana'nın Ceyhan ilçesinde doğmuştur. Ben doğduğum zaman babam Çanakkale'de "enveriye" bıyıklı kumral bir topçu teğmeni imiş. Dedem doğduğumu babama imzamla bildirmiş: "Ben de dehr'in sitemin çekmeğe geldim dehr'e Mehmet Raşit" 

Babamın kendisinden sonra biri erkek dört kardeşi daha olmuştur. Babası avukat, çiftçi, parti lideri (1930'daki demokrasi denemelerine Ahali Fırkası ile katılan, bu yüzden çok sert çıkışlar yapan, sonra da memleketi terk ederek Suriye ve Lübnan'da gönüllü sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan) Abdülkadir Kemali Bey'dir.

Babam klasik tahsili hiç sevmemiştir. Ortaokul ikinci sınıftan mektebi terk etmiş, babasının yurt dışında olmasını fırsat bilerek özgürlüğünü ilan etmiştir. Futbol onun en büyük tutkusu olmuş, bu tutku da ona romanlarını yazarken büyük yarar sağlamıştır. Yaşamının büyük bir bölümü halkın içinde geçmiştir. Bilhassa kahvehane, kahve hayatı yaşamında büyük bir yer kaplamıştır.

İstanbul'da ilk dost kahve Kasımpaşa'da başlar. "Nedense kahve, kahveci, ocakçı, garsonlarla çabucak ahbaplık kurar bu tür insanları kendime oldu bitti yakın bulurum." Sırasıyla Fener, Eyüp, ardından da Meserret Kahvesi gelir. "Meserret Kahvesi bende Bab-ı Âli'den ekmeğini çıkarmaya çalışmanın başlangıcıdır" der. Bu mekana Haldun Taner, Melih Cevdet Anday, Oktay Akbal, Rıfat Ilgaz gibi pek çok yazar gelir; sadece baş yazarlar gelmezdi. Meserret Kahvesi kapanınca yerini uzun bir süre İkbal Kahvesi aldı.

"İkbal bizim için evimiz kadar, hatta bir bakıma evimizden daha çok bize yakın oldu. Orada yurt ve dünyanın politik gidişi üzerine az mı fikir yürütüldü. Hikayeciler, şairler, romancılar, piyesler, dergiler burada az mı süzgeçten geçti?"

Babamın edebiyata ilk girişi şiirle olmuştur. Kendisine göre çok başarılı olan şiir yaşamı Nazım Hikmet'le karşılaşana kadar sürer. Nazım Hikmet şiir değil de hikaye ve roman yazmasını teşvik edince hikaye denemeleri başlar. Yirmi yaşındayken dünya edebiyatı ile tanışır. "Serseriler", "Step'te", "İstirati Mordasti", "Kamelyalı Kadın", "Madam Bovary", "Germinal", "Benim Üniversitelerim", "Kroicher Sonat", "Umumi Tarih", "Fransız İnkilabı Tarihi"...
Kendini şöyle tanımlar:

"Yüzlerce hikaye, roman, senaryo ve tiyatro yazdım. Kalemimden başka geçim imkanım yok; ama kalemimi hiç mi hiç daha iyi bir geçim için araç olarak kullanmadım, satmadım. Sanat çabalarım yeniyi, doğruyu, ileriyi bulmak kendimi aşmak içindir. Halka dönük halktan yana bir yazarım. Edebiyat sevgisi bende çok sonra, hayata atılıp hanyayı konyayı anladıktan sonra başladı. Bu başlayış rastlantıların karşıma çıkarttığı olgun, anlayışlı, bilinçli ve bilgili dostların benimle ciddi şekilde insanca uğraşmalarıyla gelişti."

İlk hikayesi "Uyku" Varlık'ta yayımlanmış, ilk telif ücreti olan yirmi lirayı Varlık Yayınları sahibi Yaşar Nabi'den almıştır. Kitap olarak yine ilk telif ücreti Yaşar Nabi'den gelmiştir. "Baba Evi" romanının telif ücreti olaraksa elli lira almıştır. Babam tüccar olmadığı için eserlerini pazarlamazdı. Paraya çok ihtiyacı olduğundan, üçyüz, beşyüz kim ne verirse alırdı. Hatta evin odun, kömür, yiyecek ve giyeceklerini karşılamak için beş romanını ikibin beş yüz liraya satmış, kitaplarını bu paraya kapatan kitap evi sahibi iyi bir iş yapmanın mutluluğu içinde kitapları yayımlamıştı.

Babama çoğu zaman şöyle sorarlarmış:
"Bu anlattıklarınız gerçekten oldu mu?"
Babam: "Okuduğunuz şeyler gerçekten olabilir mi? Olamaz mı?"
"Olabilir."
"Şu halde önemli olan gerçekten olmuş olması değil, olabilip olamamasıdır. Hayatta pek çok haksızlıklar var, yazarın görevi bunlarla da savaşmaktır."

Babam yeni romanı yazmaya başlamışsa gözü dünyayı görmezdi. O andan itibaren yeni dünyası o roman olurdu. Bizler de annemizin uyarısı ile evin içinde çıt çıkarmadan otururduk. İki katlı ahşap evin içinde saatlerce daktilo tuşlarının çıkarttığı ses duyulurdu. Uzun çalışmanın ardından kısa süren dinlenme anında annemin kallavi fincan içerisinde getirdiği kahve ve beyaz dumanlarını havaya tüttürdüğü sigara onu dinlendirirdi. Bizler uykuya geçtiğimiz zaman daktilosundan çıkan tıkırtılar eve yayılırdı. Romanı bittikten sonra ev halkına okumayı alışkanlık haline getirmişti. İlk tepkiyi bizlerden almayı çok severdi. Eser bittikten sonra son kontrollerini yapar sabahın erken saatinde evden çıkardı. Roman herhangi bir yayınevine satılıp para da alınmışsa, ev halkı için sevinç kaynağı olurdu. Babam eli kolu dolu gelir, sabah kahvaltılarımız bollaşır mutfağın yüzü gülerdi. Birikmiş üç beş aylık ev kirası yatırılır; bakkal, manav, lokantacı Mustafa Kutlu'nun borçları verilirdi. Bu bolluk dönemi uzun sürmezdi. Kısa bir süre sonra yeniden sağa sola borçlanılır, sıkıntı hat safhaya varırdı.

"Bir ara kendimi sigorta ettirip hususi bir arabanın altına atmak, sigortadan alınacak parayı çocuklara bırakmak için çılgınca düşüncelerde kafamda ciddi ciddi yer etmedi değil, ama can tatlı be yapamadım..."

"1953 kışı... Vakit gece... Dışarda sulusepken kar... Fener, Haliç'in ahşap evlerine, ıssız sokaklarına vuruyordu... Tükürsem donacak bir soğuk... Kemali daha iki yaşında.. Yıldız, Nazım küçük... Nuriye'yle çocuklar her zamanki örtülerinin üzerine evde ne kadar battaniye, kilim varsa almış, birbirine sokularak uykuya geçmişlerdi...

Ben uyanık, yalnız o gece değil, günler, haftalar gözüme uyku girmiyor. Ufacık, kutu gibi iç içe iki odada oturuyoruz. Aylık kira otuz mu, kırk mı ne... Bu parayı bile ev sahibine aybaşı gelince veremiyorum. Kimi zaman iki ay, kimi zaman üç ay borcum oluyor...

Evin bir de kaynaması gereken tenceresi var. Çocukların ayaklarında ayakkabıları yok, üstlerinde ceketleri yok, palto filan bizim için lüks... Evin reisi kim, ben... Ama cepte dolmuş, otobüs, tramvay parası yok... Soba, odun, kömür hak getire... ne halt edeceğim? Bu işlerin altından nasıl kalkacağım? Çoluğu çocuğu bu kış dondurmadan bahara, yaza çıkarsam iyi, diye kara kara düşünüyordum. Adana'dan İstanbul'a gelişime bin pişmandım ama, kalsaydımn ne olacaktı?.. Veremle Savaş Derneği'nde memur, Bağ ve Bahçeler Derneği'nde katip, yazı, tahsilat işleri görmekten elime geçen iki yüz lirayla geçinecektim. Bu parayı bile Demokrat Partililer çok görüp, beni işimden çıkarmışlardı. Çaresiz büyük şehre göçecektim. Göçmek zorundaydım. Ve göçtüm. O zaman da İstanbul'da... Şimdi de kara kara düşündüğüm günler oldu. Mangal yok, soba yok evimde...

O gün eski gaz ocağına yarım kilo mu ne gazyağı doldurmuştum... Geçtim iç odaya... iç oda büsbütün soğuk, buzdolabı sanki... Yakıyorum ocağı... Avuçlarımı hohlayarak başlıyorum işe... Neye?... Günlerdir kafamda dönüp dolaşan '72.Koğuş' hikayesine... Daktilo filan yok... Eski yazım var ya.. İşin tersliğine bak, daha hızlı yazıyorum bu harflerle... Kendimi bu işe kaptırdığımı hatırlıyorum. Bir de kendime geliyorum ki, ohoo sabah olmuş... Ama hikaye de bitmiş... Attığım taş, istediğim kuşu vurmuştu... Kara, fırtınaya, soğuğa karşı ayaklı bir türkü, bir aşk türküsü gibi pırıl pırıldım... Keyiften dört köşe... Sabah kahvaltısı yerine hikayemi büyük bir çoşkunlukla okudum onlara... Sonra oturup yeniden yeni harflerle temize çektim hikayeyi... Bu temize çekme işi öğleye kadar sürdü... Öğleden sonra magazinlerden birine koştum... İçim içime sığmıyordu... Hikayemi hemen kapacaklar... Hiç olmazsa küçük bir avansla eve döneceğim... Et, ekmek, bir şişe Marmara şarabı alıp, o gün felekten bir gün çalacağım... Çalacağım ya!..

İlk hayal kırıklığı... 'Eserinizi okuyalım... Mümkünse bize yarın bir uğrayın...' oldu.
Eyvah... Eyvahlar olsun... Hık, mık... Başka çare yok... Onlar da kendilerine verilen bir eseri okumadan... Haklılar elbette... Ne yapalım?... Yarını beklemekten başka çare yok. Bekliyorum... Ertesi gün, alacağım küçük bir avanstan o kadar emindim ki... Su bardağımda bilediğim paslı jiletle kıyak bir traş oluyorum... Ve koşuyorum...
'72.Koğuş' u teslim ettiğim derginin sahibi yerine karşıma odacı çıkıyor ve bana:

'Eserinizi biraz müstehcen bulmuşlar... Müsveddelerinizi buyurun...' diyor...

Buyurduk bakalım... Elimde müsveddem, dolaşan ayaklarımla dergi idarehanesinden çıkıyorum... Kar dinmiş, güneş soğuğu kırmış... Dünya pırıl pırıl... Bana ne?... Bu pırıp pırıl, bu şıkır şıkır dünyadan o kadar uzaktım ki, alamadığım avanstan çok, yaptığım işin anlaşılmaması koymuştu bana..."

"Türk edebiyatı bu hikayeyle her zaman övünecektir.

Falih Rıfkı Atay"

Bab-ı Âli esnafının da iyi davrandığı söylenemez Orhan Kemal'e. Onun bir öğle yemeğine muhtaç olduğunu bilir. En kötü tercümeye bile en azından ikibin lira verirken, Orhan Kemal'in içinde "Bereketli Topraklar" da dahil altı kitabına ikibinbeşyüz lira verir. Bu çağda asıl zulüm, baskı, vahşet, utanılacak olan şey yazarın buna mahkum edilmesidir.

Babamın hikaye ve romanları dışında senaryoculuğu da vardır. Senaryo işinde de yeteri kadar kazanamamıştır. Altmışlı yılların ortalarında babamın öykü ve romanlarından yola çıkılarak tiyatroları sahnede boy göstermeye başlar. İlk oyunu "İspinozlar" dır. Şehir tiyatrolarında sahnelenen bu eser büyük olay olmuştur. Her gece kapalı gişe oynanan oyun birden ne olduğu anlaşılamadan aniden kaldırılmıştır. Babamın sırasıyla "72.Koğuş", "Eskici ve Oğulları", "Kaçak" eserleri sahnelendi. Bilhassa bunlardan "72.Koğuş" Ankara Sanat Tiyatrosu'nda yıllarca sahneden inmeden.

Babam tip yaratmak için uzun arayışlara girmezdi. Roman ya da öykü kahramanları her zaman çevresinde bulunurdu. Sezgisi ile dinlemesiyle konuyu hemen kapar, şayet kendi deyimiyle attığı taşın kuşu vurması gerçekleşirse yapıt ortaya çıkardı.

"Kendi kendimle barışık olmadığım anlar, attığım taş istediğim kuşu vurmamıştır. Daha açığını söyleyeyim kuvvetli bir konu yakalamışımdır da bunu gönlümce verememişimdir. Hatta o kadar ki doğru dürüst cümle kuramadığım anlar oldu. İşte o zaman müthiş bir öfke duyarım. Öyle anlarda kalemi kağıdı bir yana bırakıp kendimi sokağa atmayı uygun bulurum. Canım İstanbul'un ne yanını çekmişse o yana çekip giderim. Ne bileyim İstanbul kazan ben kepçe... Gerçekci bir yazar çok iyi bildiği şeyi yazmalıdır. Görmeliyim, yaşamalıyım ve içimdeki o hız beni itmeli. İşçi ve köylüler çocukluğumdan beri içime öylesine yerleşmişler ki karınca kararınca bunları yazmak istiyorum, yurdumun insanlarını yazmak istiyorum, bunlar tanıdığım insanlar, tanıdığım, konuştuğum, birlikte sigara içtiğim, sırtını sıvazladığım, sırtımı sıvazlayan insanlar..."

Orhan Kemal ellialtı yıl süren uzun mücadelesinde hiçbir şeyden yılmadı. Koştu, didindi; ama kalbi bu yorgunluğa dayanamadı. 1970 yılının 2 Haziran'ında yaşama gözlerini kapadı.
Ölmeden önce kaleme aldığı şu satırlar çok önemlidir:

"Eşe dosta selam... İnandığım doğruların adamı olduğum, böyle yaşadığım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştığım kursağıma hakkım olmayan tek kuruş dahi girmemiştir".


[email protected]