Ana Sayfa

Berfin Bahar - Fikret Otyam - Haziran 2009

 

HEY ORHAN AĞA, YAZIYLA DA OLSA BURADAYIM
MERAKLANMA NEDEN GELMEDİ DİYE.

 

“(2) HEY ORHAN AĞA, YAZIYLA DA OLSA BURADAYIM MERAKLANMA NEDEN GELMEDİ DİYE.
Sabah saat dokuzdan çok önce, Cağaloğlu Yokuşunu soldan çıkarım çalıştığım Dünya Gazetesine giderken..Neden soldan, zira dostlar meskenimiz Meserret kahvesi soldadır.

Takılmalarımla dellendirdiğim ”Sait ağabey” (Sait Faik) “bizim Kürt” ( Yaşar Kemal) , can verilesi dünyanın en güzel Ermenisi ressam Agop Arat, Yeditepe dergisinin sahibi “Hüsam” (Hüsamettin Bozok) sayılası sevilesi A.Kadir ve baş müdavimlerden, ağabeylerin ağabeyi Rıfat ağabey (Rıfat Ilgaz) illa görüşmesek olmazlardan “Orhan ağa” Yani Orhan Kemal hazretleri bile daha teşrif buyurmamışlar en erkenci bu candı o sabah..
 

HA BU DİYAR / GEZİ NOTLARI / DOST YAYINLARI; SAYI I5 / TEMMUZ 1957 / 69 SAYFA / FİYATI 5 LİRA … Kitabımın 28.sayfasında Orhan Kemal’e ithaf edilmiş ”BİR TAKSİ ÇÖPÇÜYE ÇARPTI” başlıklı yazımdan azıcık bir bölüm:

“…. Beklediğim romancı arkadaş geldi sekerek. Yaşının kırkı, sanki yirmi olmuştu. Sivri burnu parlıyordu pembe pembe. Kır saçlarına vermişti vazelini. Kıvançla :

Yaşamak güzel şey be.. Vallahi iyi şey her şeye rağmen.. Merhaba dedi, oturdu. Seslendi kahveciye. Orta şekerlileri patlattık. Bafra’lar açıldı ikram ikram üstüne. Geniş pencereden geleni geçeni seyrettik. İnsanlar keyifliydi. Her zaman böyle olmalı, yaşadığının farkında olmalılar, sevinmeliler, kederler, üzüntüler Ebabil kuşları gibi uçup gitmeli… Dönemeyecekleri bir yere. Rahat, elden geldiği kadar rahat, rahat olmalı insanlar diyen bir şarkı geçti içimden.”

Şimdi söyleşiye dönelim, derken caddenin sağında tatlısı nasıl olur ki “acı bir fren” sesi / bir şangırtı / bağrışmalar ve anında meraklı bir kalabalık.

Neden sonra, sorun çözülmüş ki duran araba hareket etti, kalabalık dağıldı ve kaldırımda elinde faraşı süpürgesi bir çöpçü… Her zaman yaptığımız gibi başladık “lan yeğen bu Suvazlı” “yoooo Çorumluya benziyo lan gardaş !” Bir kahve daha, sonra topallayan çöpçüyü Ebussuud caddesinde buldum.

Şimdi de yazımın sonuna gelelim:

“…Geçmiş olsun gardaş. Bi yerin acıyo mu?

-Sağolasın. Niye soruyon ki?

Şüphelenmişti, çekingenliği arttı, boş verip tekrar sordum;

-Hani bi yerin acıyosa dedim hastana mastana yardım edeyim. Nerelisin ki ?

-Çankırılıyım… Ya sen nerelisin ? Nereli olduğumu söyledim. İyice bir düşündü, sonra çekinerek, ”bey” dedi “ bi şey soruyum mu?”

-Sor bakalım Çankırılı.

- Bey… Tomafilin camını gırdım !

- Eeeeee ?,

-Ceza muza yazarlar mı ki ?

-Ne cezası lan?

- Hani bilmez değalsın ya!

Biraz ötemizde duran faraşı işaret etti başıyla, baktım. Faraşın içi farın kırılan parçalarıyla doluydu… Mavili kırmızı sarılı elvan elvan parlıyordu güneşe karşı.

-Kırdım diye mi korkuyorsun ? “Evet” dedi! Kasketini geriye itip alnında boncuk boncuk biriken terleri sildi. Sonra devam etti:

-Halçam oraya geldi, Allah bilir a hiç gırmak ister miydim ?Bi gazadır oldu işte. Aldığım gaç para ki bey camı mamı nasıl öderim?

Pişmandı olanlardan,sanki kasten yapmıştı.Belki kendi farları ezim ezim edilmişti. Eğer röportajımın parasını peşin alsaydım vallahi verirdim Çankırılıya… Bugün Mayısın yirmisi. Haziran dörtte alacağım parayı… Geç, çok geç. 1954”

Paketi uzattıydım almadı ” bu beni öskürtür”… Sonra mı? Sonra Meserret’e dönmüştüm Orhan Kemal’in yanına, ağlamakla gülmek arası, erkekler ağlamaza sığındım, ”lan Oran” diye başlayıp anlattım konuşmaları..Orhan’ın da yüzü bi hoş oldu ve sonunda sinirler boşaldı, adam gülmekten ölür mü, öyleyiz en çok da “ceza muza yazarlar mı gardaş ” a ! Aslında ağlamaktı bizim ki insanlarımıza… Onları bu hallara düşürenlere…

Ve sevgili can dostum can arkadaşım, Orhan Kemal de neredeyse aynı gün , olayı / içten / en vurucu en insancıl yönleriyle savunduğu aydınlık gerçeklilik anlayışı içinde tam bir usta malı olarak öyküye döktü adı : Çöpçü.

Bereketli Topraklar Üzerinde romanında, ki bu roman Dünya gazetemizde ilk kez yayımlanırken resimlerini yapmıştım ve Remzi Kitapevince ilk basımının kapağını da. Yazınımızın yüz akı bir romandır apaçık söylüyorum bir şaheserdir bu can için de. Pamuk devşirirken hakkını alamayanlardan birisi arada bir şalvarının içine de atar kütlüyü ,avradı görünce hayret ve şaşkınlıkla nörüyon herif der, işte yanıtı : “ALNIMIZA BU YAZIYI YAZANLAR UTANSIN...”

Bakın, okumamış olabilirsiniz, ilk olarak bundan başlayın, Bereketli Topraklar Üzerinde adlı o şaheserden… Geç kalmış sayılmazsınız nice baskıları oldu, ilk fırsatta edinin, muhakkak ama muhakkak okuyun dersem lütfen bana gönül mönül komayın… Dostu / çileli mapushane yılları arkadaşı Nazım Hikmet usta da ne diyordu bir şiirinde:

“Henüz vakit varken gülüm..”

SULTANAHMET CEZA VE TEVKİF EVİ REVİRİ 23 MART 1966/ YÖN’deki yazını pek sevdim. Daha doğrusu sana yazdığım mektuplardan özetlediğin yazılarımı. Neden yayınladı diye de kızmadım. Tuhaf unutmuşum onları. Hani günün birinde kitap halinde çıkmasını merakla bekleyeceğim. Yer yer kendi halim içime dokundu” diye mektubuna başlıyordu Orhan Kemal.

O zamanlar Ergenekon icat edilmediğinden nice yurtsever “komünizm propagandası” yaptığı ve Moskova’dan beslendikleri savıyla evlerinden alınır mapus damına tıkılırdı ve sevgili Orhan da Sultanahmetlik edildi. Ankara otobüsünden sabaha karşı inende Cibali Fırın Sokak 2O’nin kapısını çaldım Nuriye yenge açtı, çocukları da özlemiştim uyandırdım.

Orhan da mı besleniyordu ?Bok boğaz nafaka uğruna ayrı düştüğümüz 1956 yılından o yana gönderdiği mektuplara gözüm gibi bakıyordum niceleri gibi ve o zamanların aydınlık /aydınlatmacı ünlü dergisi Yön’de çok uzun bir yazım çıktı, Orhan’ın mapus damından yazdığı mektupta” yer yer kendi halim içime dokundu” dediği durumları sıralayan, bir örnek vereyim, ”…biz ekmek peşindeydik… Ne günlerdi yarabbim ? Ne günlerdi onlar… Ekspres gazetesinde İstanbul notları yazıyordum, kaç paraya biliyor musun ?Tam iki buçuk papele, iki buçuk ! Elli kuruşluk gazyağı, iki ekmek gerisi yol parası! Fener’de tek odada, çoluk çocuk… Gaz ocağında ısınırdık, ekmeği katıksız kıvırıp.”

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinde yayınlanmış romanları öyküleri vardı tonla, basın ataşesi dostumun himmetiyle Moskova’dan gelen listeyi Moskova Büyükelçimiz saygı sevgi ve rahmetle andığım Fahri Korutürk’e ilettim bir mektupla. Reşat Nuri varislerine olduğu gibi birikmiş telif haklarının hiç olmazsa bir bölümünün yazarımıza da ödenmesi için girişimde bulunulmasını ricasıyla. Sonradan Cumhurbaşkanımız olan rahmetli Amiral Korutürk, ilgisiyle Hızır gibi yetişti Orhan Kemal ailesine... Sık sık hastalanıyordu, ameliyatlar birbirini izliyordu, Sovyetler Birliği yasalarına göre telif hakkı olan yazarların parayı oraya gelip alması zorunluydu, iyi de hiç verilmeyen pasaport n’olacaktı ? İnanılmaz bir şey, ünlü İçişleri Bakanımız doktor Faruk Sükan başvurularım için “komünistlere hep sen aracı oluyorsun” deyince “Moskova’dan görevliyim doktor“ yanıtım üzerine basmıştık kahkaları ve Sükan benden bıkmış ki Cumhuriyet gazetesi çalışanı olarak Parlamentoda birlikte olduğumuz günlerden bir gün “ “başvursun vereceğiz” deyiverdi ve sözünde de durunca İstanbul’a uçtum gidip aldık pasaportu. Emniyet Müdürlüğü’nden çıktık yürüyoruz Orhan hiç konuşmuyor , dayanamadım patladım : “ ne o lan,babanı mı öldürdük bu ne surat ?“
“lan oğlum, peki şimdi ben, pasaport vermiyorlar diye nasıl öğüneceğim? Gebereyazdık gülmekten.
Sovyet Yazarlar Birliği’nin çağrılısı olarak Moskova’ya uçtum. Hastanede yeri hazırlandı ve Orhan, Nuriye ile geldiler hastalıkla da olsa hoş günler geçirdik, tedbirsiz gelmiş, gabardin pardösümü verip “amanı bilin mi gardaş iyi maldır üstüne yatmayak ” diye tenbihledim tanık olsun diye rehberleri Vera sultan’a uzattım fotoğraf makinemi… Orhan, Nuriye, bu can ve bin yıllık dostum, Nazım’ın Çilesi’nin de yazarı Radi Fiş’li fotoğraflarımız çekildi Kremlin önünde. Emin ellere bırakıp keyifle döndüm amma adamın ettiğine bakın, bir hafta sonra mı ne vatan hasreti ağır basmış tüymüş hastaneden, birikmişlerini de tam alamadan! Kremline bakan Rosia otelinde gırgırlıyorduk söylemişti de kalamazmış buralarda, tavla atan yokmuş, çarpışan hamallar yokmuş Meserret yokmuş ikinci meskenimiz İkbal kahvesi yokmuş, Adana kebabevi neyim, sıralayıp durduydu.Gülmesi de yaşamasızdı o an.

Giderek kötüleşiyordu, derdine tam çare bulunamıyordu. Yine kesip biçmişlerdi, hep neşeli mektuplar döşeniyordum, hastaneden çıkınca yazdığı mektuptan bir alıntı:

“21.3.1968 Sevgili Fikret , mektubuna şöyle başlıyorsun,” Teessür ve teessüfle öğrendiğime göre muhterem kıçınızda ...”ULAN AYI, KİBAR OL BİRAZ KIÇ NE DEMEK ?Ona uzvu nazik” derler! Evet uzvu nazikimde basur,”fistül” olmuş, oturamaz, çalışamaz, ağrı ve sancıdan soluk alamaz olmuştum ve sıralıyordu acı durumunu... Düzenlemem şuydu: Davetli olduğumuz Bulgaristan’a ve Romanya’ya gideceğiz, oradan da trenle Moskova’ya yani kaçtığı hastaneye… Ankara’ya bir gelende onu zorla uçakla saldım İstanbul’a... İlk kez uçmasında hostesin ikramıyla yaşadıklarını anlatan mektubuna günlerce güldüm, yan yana gelende de. Acaba bahşiş vermesi gerekir miymiş hostese! Demlendiğimiz Adana kebap evindeyiz mi sanmıştı kendini. Neyse pot kırmamış... İşverenim Nadir Nadi, ilk kez bir ricada bulundu, acaba Erzurum’a gider miymişim kendisini yakan üniversiteli öğrenci için?! Plan bozuldu ver elini Erzurum ve Orhan’dan acele bir telgraf her zaman ki gibi, postaneye gitmiş telgraf kağıdını almış TEL Acele demiş, yazmış zarfa koyup on kuruşluk pul yapıştırıp giden kutusuna atmış:

Fikret Otyam Cumhuriyet Gazetesi Ankara Uzun mektubumu aldın mı? Stop Cevap yazman için çok geç Stop 5.5.970 Salı sabahı Yeşilköy’den ve Nuriye ile birlikte uçuruyoruz Stop Tabii Hava alanından ters yüz geri çevrilmezsek Stop Pek sanmıyorum stop sizi Sofya’da bekleriz Stop bizim evden sizin eve top yekûn selam, sevgi gene selam ,gene sevgi sevgiler Orhan Kemal.”

Gece gazetede Erzurum’un neredeyse son yazısını yazıyorum İstanbul’dan Kemali oğuldan bir telefon, ”ağabey her halde babama bir şeyler olmuş!”

Sol kesimden herkese pasaport alana polis pasaport uzatmasını yapmıyor. Bakan gezide delleniyorum, Basın Yayın Genel Müdürü Altemur Kılıç ‘a yakınıyorum arkadaşım gurbet elde can veriyor diye! Bir saat sonra pasaportum büroya ulaştırılıyor nasıl unuturum bu iyiliği?

Eşimle Sofya uçağındayız ve Sofya ve hastane, doktoru Svetoslav uzun uzun bilgiler veriyor sonra ekliyor:
“Üstadın çok yakın dostu olduğunuzu biliyoruz, iki aylık tahnit edilmiş onu sadece sizin görmenize izin veriyoruz” u nasıl kabul edeyim, yanına gidene kadar bu değerli arkadaşımın, dostumun, ustamın ölü halini mi getireyim gözlerimin önüne, istemedim.

Hep derdi” Fikret, insan çekmeden cart diye ayakta ölmeli” ve öyle oldu hastane odasında ayaktaydı, o canım yüreği 2 Haziran 1970 saat 21.15 de durdu emeğine son verdi Sofya’da güneş battı. Kitabımın çıkmasını beklemedin, ilk kez sözünde durmadın bre Orhan, beşyüz sayfaya yakın bol fotoğraflı ARKADAŞIM ORHAN KEMAL VE MEKTUPLARI kitabım üç ayrı kitapevince üç kez basıldı, namuslu / yurtsever bir yazarın çoğu kendi kaleminden yaşamı, acılar, kıvançlar, aşklar, niceleri ve yalansız dolansız ispatlı şahitli, çıkarsız, sarsılmaz bir dostluğun, arkadaşlığın ve vefanın romanı da bir bakıma.Yazman kısmet olmayan o “Romancının romanı”nın müsvettesi sanki. Bunu ortaya koyduğum için mutluyum, bana düşen onurlu bir görevdi yerine getirdim gardaş...

Petrol Mühendisi çıkan adı güzel oğlun Nazım, yabancı petrol şirketlerinin tonlarca maaşını elinin tersiyle itip girdiği Türkiye Petrolleri’nden emekli oldu petrol de bularak,Yıldız ve eczacı Kemali ile sergiden sergiye görüşüyoruz İstanbul’da, seni anıp eskilere dalıp gülüyoruz özleminle. Ama üç kız sahibi olmama bok atarak İstanbul 1.11.1957 tarihli telgrafında “Erkek adamın erkek oğlu olur. Bu gece 4 kilo 200 gram olarak teşrif etti. İsmi Işık hepinize selam eder” dediğin ve görmeye geldiğimizde evlere şenlik bu sevimli mi sevimli velet ağlamasıyla kundağına ettiği gibi uykumuzun da içine ettiği ve Nuriye’nin dizlerine yatırıp pişpişlerken “a be Fikret üç çocuk büyüttüm bu canıma okudu dediği şimdi kocaman bir herif ki seni aratmayan, telefonu açtığımda “amanı bilin mi gardaş” diye sözüne başlayan kendinde seni bana yaşatan bir herif, sıpalığının sevimliliği süren. Çalışmaları, düzenlemeleri bir harika, eserlerin yedi iklim dört köşede yayınlanıyor. Kutlamaktan bıktım usandım. Hay çeneme pırtı bu gevezelik değil yarenlik özlemiydi. Gelemediğime üzülme, geçen yıl ramak kaldıydı sizlere kavuşmaya, koltuk değneğiyle yürüyorum yaş seksen üç, kitaplar elliye vardı ,yıllardır yeni hatunla yurt içinde yurt dışında sergiler açıyoruz, her akşam yatay olarak üç parmak beyazımı yudumluyorum şaşmadan, sizin için de...

Burada neredeyse yasak oldurulacak, orada gür gür aktığı muştulanan Kevser marka şarap nemene, kara mı ak mı sek mi dömisek mi?... Gelirken bizimkinden getireceğim ama ulan hangimize yetecek? Anlaşıldı, desene Kevserleyeceğiz. Hepinize özlemim, içten selamlarım tabiidir...

Haaa Orhan ağa neden mi çöpçüden başladım sanırım milleti bıktıran yarenliğime… Çöpçü, çöp denince nedense belediyeler akla gelir, şu Beşiktaş Belediyesi bir de ne yapıyor biliyor musun, vefa lan vefa gösteriyor olanlara da olmayanlara da iyi mi? Yani bugün sanaydı Orhan be, işte güzelliğin, vefanın, kadir bilirliğin ispatı. Gel, iyi, kıvançlı coşkulu olanda ki gibi “ Allooooş” çekelim...

Katılan olur mu gardaş?


 


[email protected]